Teze civan her gördığan vurılma,
Kurrelenıp güzellığan kurılma,
Geçer bi gün bu güzellığ yorulma,
Bu, dünyadır çarhın bozar tez felek.
Diyarbekir'den bir Maya.
Küreselleşen ve globalleşen dünyada acaba ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Ya da ne kadar kendimiz olmaya gayret ediyoruz? Yerel değerlerimizin yaşaması için özel bir çabamız olabiliyor mu? İşte işin tam da bu noktasında her yıl daha da çılgınlaşarak artan, ama yine de her yıl bir önceki yılın deforme olmuş kötü kopyasına dönüşen mekanik yılbaşılar yaşıyoruz.
Eğlenceleri bile emir komuta zinciri ile algılıyoruz. Eğlenmek isteyenlerin iradeleri dışındaki bir takım eğlence otoritesi televoleciler, hazırladıkları sözüm ona eğlenceleri dayatıyorlar insanlara eğlence diye. Eğlenilecek, o halde eğlen...
Bu bıkkınlığın ve iticiliğin verdiği rahatsızlıkla eski Diyarbakır'da kutladığımız yılbaşıları anımsadım.
Tüketime gerekçe
Diyarbakır mevsimlerin de hakkını teslim eden bir şehir. Yazları adam akıllı yaz gibi, güneşinin sıcağında yumurta pişiren kabilinden, kışları da dam boyu karların yağdığı kış gibi kışların yaşandığı bir şehirdi. Bu yönüyle eski Diyarbekir'de ulaşım yetersizliği nedeniyle her istenileni paranız olsa bile bulamaya biliyordunuz.
Diyarbekirliler tıpkı kendileri gibi eski ve yerleşik şehirlerin sakinlerine benzerlerdi. Bütün bir kış boyunca tüketebilecekleri yiyecek maddelerinin bir çoğunu ve doğal olarak mümkün olanlarının hazırlığını, sonbahar merhaba deyip kapıya dayandığında yaparlardı. Zahireden, sebze ve meyve türü kurutmalara, kavurma ve pastırma gibi et ürünleriyle; tatlı türünden cevizli sucuklar, kesme ve pestillere varıncaya kadar bu emeğin ürünüydüler.
Sorulması gereken bir sorudur belki, bu denli hazırlık niyeydi? Tabii ki kış boyunca tüketilmek içindi. Televizyon da yoktu. Genellikle kapalı ev ortamında muhabbetler yapılırken, tüketilsin diyeydi bunca hazırlık. Evin yaşlı büyüklerinden hikayeler (çirok), söylenceler dinlenirken tüketilsin, katık olsun diyeydi elbette. İşte yılbaşı geceleri de bu tüketimlere biraz daha fazla gerekçe olurdu.
Paskaladır bu
Anneannem bu yılbaşı kutlamaları konusunda çok bağlayıcı yaşlı bir büyüğümüzdü. 31 Aralık ve 1 Ocak'lı yılbaşı kutlamalarına onun ajandasında kesinlikle yer yoktu. Büyük ölçüde kentin ajandasında da yoktu. Daha çok batı dünyasından gelen, onların dini bayramlarını (İsa Mesih'in doğumu), takvimle buluşturma amaçlı uluslararasılaştırılan bir olaydı yılbaşı.
Bu nedenle eski Diyarbekirliler bu durumdan ve bu türden kutlamalardan pek haz etmezdiler. Ve bu 31 Aralık tarihli Yılbaşılara rahmetli nenem "Lolık a Fıllan" Hıristiyan eğlentisi derdi.
Bir de Türkçe eklerdi nenem: "Oğul bu Gavur Paskalasıdır." derdi. Paskalya demeye bir türlü dili dönmezdi. " Bizim Yılbaşımız 13 Ocak'tır. " derdi. Hicri takviminin batı takvimine göre 13 gün geriden izlemesi amaçlı bir kutlama ve gerekçelendirmeydi bizimkisi ve neneminki...
13 Ocak
Aslında bölgesel anlamda 13 Ocak'a yıl başı anlamı yüklemlendiren öyle aman aman İslami bir gerekçe de anımsadığım kadarıyla pek yoktu. Çünkü Diyarbekir'deki ve bölgedeki Hıristiyanlar de "Eski hesap bu gün Ocak ayının 1'i" deyip 13 Ocak'ı yılbaşı olarak işaret ederlerdi. Bu yönüyle de Hıristiyan batı dünyasının yılbaşı takviminden ayrılırlardı.
12 Ocak'ı 13 Ocak'a bağlayan bu "Bizim" diyebileceğimiz yerel yılbaşımız kelimenin tam anlamıyla "Ser e sale**"ydi. Ve tam bir bayram edasında kutlanırdı. Yemekler yapılır, tatlılar hazırlanırdı.
Sonbaharda hazırlanan kuru kış yiyecekleri özenle kilerlerdeki sığınaklarından yeşil sırlı küplerinden çıkarılır. Ve o özel yılbaşı gününe hazırlanırdı. Hikayeler anlatılır, tombalalar çekilirdi.
Sokağa yansıyan
13 Ocak ser sale'sinin bir de sokağa yansıyan yüzü vardı. Şimdilerde dünyanın önemli merkezleri Trafalgar, Kızıl Meydan ve Taksim gibi yerlerinde yılbaşı kutlamaları televizyonlardan izlettiriliyor ya Bizim Diyarbekirimizde biraz daha farklıydı.
Bir halk kültürü ve yerelin öznelliğiyle kutlanıyordu yılbaşılar. Daha çok çocuklar olmak üzere, yetişkin kadın ve erkeklerin kılığına girerlerdi. Yüzlerini de kömür karası ile boyarlar, sakal bıyık yaparlardı. Eski Diyarbekir evlerinin kapılarına dayanırlardı, ağızlarında tekerlemeleriyle ;
" Ser e Sale / bıne sale
Pir kurbane / xorte male. "
Eski yılın son gününü yeni yılın ilk gününe bağlayan bu gecede evin yaşlısı delikanlıya kurban olsun. Ya da ;
" Ser e sale / bıne sale
Xwede bı hele / Pısinga bıne mankale."
Yılın son gününü yeni yılın ilk günüyle buluşturan bu güzel gecede Tanrı evdeki mangalın dibindeki kediyi bile korusun Dilekler ne kadar yerellik kokuyor ve ne kadar içten. İşte bu Kürtçe dileklerle çocuklar kapıya dayanırlardı.
Hediye almadan
Ne mi olurdu? Merak ettiniz değil mi? Elbette, "Şakşako"su (kapı tokmağı) çalınan kadim şehrin evlerinin kapıları mutlaka açılırdı. Zaten bir çoğumuz da gecenin o vaktinde " Ser e Sale " tarafından çalınan kapının heyecanını yaşamak isterdik.
İşte bizim Noel babalarımız da o Ser e Sale'lerdi. Bizlerden birileriydi. Öyle gizli saklı ocak bacasından falan da değil, basbayağı kapıdan giriyorlardı evlere. Hediye getirmeleri falan ne mümkün.
Aksine bir şeyler istiyorlardı bizim ser e sale'lerimiz. Ve vermek gerekiyordu tabii ki. Hele bir de hazırladığımız tatlı ve yiyeceklerden ya da biraz para vermeseydiniz. Cayırtı o zaman kopuyordu işte. Ser e Sale boylu boyunca uzanıveriyordu yere. "Havar ez mırım", imdat ben öldüm deyip yerde debelenerek hediyesini almadan gitmezdi.
Belleklerde yaşıyorsa
İşte yılbaşılar böyleydi eski Diyarbekir'de. Yerel değerlere sahip çıkmanın bir nedeni de belki de kendini, kimliğini koruma ve sürdürme içgüdüsü müydü, ne?
Göz yaşlarımızı da sevinçlerimizi de doğduğumuz ve yaşadığımız topraklar hak ediyordu. Tabii ki iletişim teknolojisi ve görsel medya bizi esir almadan önce.
Zaman çok mu geç eski değerleri yaşatmaya, elbette değil. Belleklerde yaşıyorsa yaşatılabilir kültürler.
Ve değil mi ki; Ser sala ve Piroz be. * (ŞD/NM)
* Yeni yılınız kutlu olsun.
**Yeni yıl