Yıldız Teknik Üniversitesi'nden doktora öğrencisi Semih Savaşal'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
(Savaşal 15 Kasım 2018 tarihli duruşmasına katılamadığı için beyanını mahkeme salonunda okuyamamıştı.)
İstanbul 35 Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na,
Yüzlerce arkadaşım, çok değerli hocalarım gibi ben de "terör örgütü propagandası yapmak" suçlamasıyla karşınızdayım. Akademisyenlerin kanlarını akıtmaktan, akan bu kanlarda duş almaktan bahseden mafia liderleri yargı sistemi tarafından aklanırken, biz bir barış bildirisine imza attığımız için ağır ceza hükümleriyle yargılanıyoruz.
Benden önce savunma yapan arkadaşlarım bu davadaki hukuka aykırılıkları, iddianamedeki çelişkileri, bir hukuk devletinin güç kullanımında uyması zorunlu kuralları, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu, iç hukuk yerine geçen uluslararası sözleşmeleri, bildiriye konu olan insan hakları ihlallerini belgeleyen ulusal ve uluslararası raporları tekrar tekrar dile getirdiler; “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin suç teşkil etmediğini, aksine bir vatandaşlık görevi olduğunu vurguladılar.
Bu açıklamaların ne kadar dikkate alındığı, bugüne kadar verilen kopyala-yapıştır hükümler üzerinde ne derece etkili olduğunu bilemiyorum. Buna rağmen bütün bu açıklamaları sahiplendiğimi, hepsinin altına imzamı attığımı ifade etmek isterim.
Ayrıca sevgili hocalarıma; iktidarın baskılarına, mafyanın kanlı tehditlerine, mesnetsiz iddianamelerle istenen hapis cezalarına rağmen gösterdikleri direnç; haktan, hukuktan, adaletten taviz vermeyen onurlu tutumları nedeniyle teşekkür ediyorum.
Aydın olmanın, bilim insanı olmanın, barış için verilen mücadelenin, bu ülkeye ve bu ülkenin insanlarına karşı duyulan sevginin ve sorumluluğun gereği neyse bu salonlarda bugüne kadar hakkıyla yerine getirildi ve sanırım bugünden sonra da yerine getirilecektir.
Hukuki savunmayı avukatıma bırakarak bu bildiriyi hangi duygu, düşünce ve inançla imzaladığımı açıklamak istiyordum ama iddianameyi okuduğumda gözüme çarpan, havsalamın almadığı birkaç hususu dile getirmeden geçemeyeceğim.
İddia makamının kurgusuna göre yasadışı bir örgütün Bese Hozat adlı bir elemanı, 27 Aralık 2015 tarihinde bir açıklama yapmış (bu açıklama metnine, en önemli delil olduğu halde, ne hikmetse iddianamede yer verilmemiş), içlerinde benim de bulunduğum 1128 akademisyen de bu açıklamayı bir talimat addederek iki hafta içinde terörü destekleyen bir imza kampanyası yürütmüşler ve bunu 11 Ocak 2016’da basın yoluyla açıklamışlar.
Bir hafta içinde ikinci imzacılar olarak bilinen binden fazla akademisyenin de bu gruba eklenerek sayımızın 2212’ye çıktığı iddia makamının malumudur. Merak edip bildirimizi imzalayanların kurumsal dağılımını araştırdım. Bu 2212 meslektaşımız yurt içi 111, yurtdışı 372 kurum ve bağımsız araştırmacıdan ibarettir. Bunun toplamı 483 eder.
Sayın savcı bir kısmı yurtdışında, bir kısmı yurtiçinde mukim 483 kurumsal ve bağımsız araştırmacı kategorisinde, bilimsel donanımlı 2212 akademisyenin bir yasadışı örgütün talimatıyla üç hafta içinde sıraya girip bir emri yerine getirdiğini iddia etmektedir ki bunun hiçbir inandırıcılığı yoktur. Bunun da ötesinde, barış bildirimizi bir suç kategorisine sokmak için gösterdiği gayret sayın savcıyı emrinde olduğumuzu iddia ettiği örgüte kendi gücünün üzerinde bir güç atfederek bu örgütün alenen propagandasını yapmaya sürüklemektedir.
İddianamede en önemli delil sayılan Bese Hozat’ın açıklaması için zikredilen tarihler bile çelişkilidir. Birinci sayfada deliller kısmında Bese Hozat’ın açıklaması için 27 Aralık 2015 tarihi verilmişken, beşinci sayfada aynı açıklama için 22 Aralık 2015 tarihi verilmektedir.
Yedinci sayfada da aynı açıklama için 22 Aralık 2015 tarihi tekrar zikredilmekte, 27 Aralık 2015 tarihi için ise Bese Hozat’ın zikredilen açıklamasından farklı bir açıklamaya yer verilmektedir.
Binlerce akademisyen hakkında yıllarca hapis talep eden iddianamedeki diğer çelişkiler ve özensizlikler bugüne kadar verilen savunmalarda da sıkça vurgulandı.
Örnek vermek gerekirse, Emekli Prof. Dr. Haldun Gülalp Hocam 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 17 Ekim 2018 tarihindeki savunmasında bunları maddeler halinde sıralayarak “iddianame metninin çok özensizce hazırlandığını, görevi ihmal veya belki de görevi kötüye kullanma niteliği taşıyor olabileceğini” belirtti.
Bende ise önceden verilen bir hükmün yerine getirilmesi için uygulanan bir şekil şartı duygusu uyandırdığını söyleyebilirim. Umarım yanılırım. Umarım sizin heyetinizden bugüne kadar verilen, kes-yapıştır mütalaalar ve hükümlerden farklı bir uygulamayla karşılaşırız.
Şimdi devletin hukuk dışı uygulamalarına, insan hakları ihlallerine, devlet tarafından işlenen suçlara karşı çıkmak için neden kimsenin talimatına ihtiyaç duymadığımı şu ana kadar çok az kişiyle paylaştığım kendi geçmişimden, ailemin geçmişinden ve bu ülkenin tarihinden örneklerle açıklamak istiyorum.
Bu açıklamalarla barış bildirisini hangi duygu, düşünce ve inançla imzaladığımı, devletin hukuk dışı uygulamalarına karşı neden gözlerimi kapayamadığımı da ortaya koymaya çalışacağım.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “devlet gerektiğinde rutinin dışına çıkabilir” sözü hepimizin malumudur. Bu söz geçmişten bu yana gelen, davamıza da konu olan uygulamaların özetidir. Bunu zımnen kabul mü edeceğiz; yoksa "hukuk devleti ilkesinin inkârı" olarak değerlendirip "Devletin hangi nedenle olursa olsun hukuk dışına çıkma hakkı yoktur" diyerek karşı mı çıkacağız?
Ben ikincisine ömrüm boyunca bağlı kalacağıma yemin ettiğimde henüz 20 yaşını doldurmamış genç bir Siyasal Bilgiler öğrencisiydim.
Devletin rutin dışına çıkmadığı, rutininin o olduğu günlerde, 1981 Mart’ında asılsız bir ihbarla polis tarafından evim basılmış, beni bulamadıkları için babamı alıp götürmüşlerdi. Beni gözünden esirgeyen babam başıma gelecekleri sezdiği için “karşı binada hamile ablasına refakat ediyor” diyememişti.
Babamın bana zaman kazandırmak için akrabaları gezdirdiğini ve durumunun da kötü olduğunu duyduğumda teslim olup onu kurtarmaya karar verdim. Babamı 2. Şube, 9.Kısım’a götürmüşlerdi.
Daha sonra öğrendiğime göre Siyasi Şube dolu olduğundan benim ki gibi önemsiz işleri bu bölüme aktarmışlardı. Bir Avukat nezaretinde gitmek istemiştim ama onlar da eşlik etmeye korkuyordu. Teslim olduğum büro gündüz normal işlevini yerine getiriyor, akşam ise çelik dolaplar çekilerek arkalarında gizlenen bildiğimiz büro malzemelerinden farklı aletler ortaya çıkıyordu. Sonrasındaki uygulamaları geçiyorum.
Bir hafta sonra seni yanlışlıkla almışız, bırakacağız ama burada olanları unutacaksın dediklerinde ayaklarımın üstüne basamıyordum. O kadar pervasızdılar ki yaralarımın iyileşmesini bile beklemediler, beni o halde gönderdiler. Duvarlara tutunarak eve geldim. Evde annemin yaptığı tuzlu suya ayaklarımı koyduğumu gören babamın tepkisi ilginçti: “Ben de işkence gördüm ama senin gibi “ana bana tuzlu su hazırla demedim”.
Babalar ve oğullar arasındaki rekabeti konu alan roman herkes tarafından bilinir, bir dünya klasiğidir. Baba ve oğulun gördüğü işkenceyi yarıştırması ise sanırım salt bize özgüdür, bizim ülkenin klasiğidir diyerek bu bahsi kapatıyorum.
Ben hem anne, hem de baba tarafından ataları Silistre’den gelmiş Deliorman kökenli bir Balkan Alevisiyim. Bize çocukluğumuzdan beri Vahdet-i Vücut (Varlığın Birliği) inancına uygun olarak Hakk’ın ve canlı-cansız doğadaki tüm varlıkların aynı kaynaktan geldiği, bir ve bütün olduğu, her insanın Hak’tan bir parça taşıdığı, dolayısıyla Hakk’ın bir parçası olduğu öğretildi. İnancımızda terör, bir cana kastetmek bir yana; bir hayvana kötü davranmak bile bir düşkünlük nedenidir.
Öte yandan; insana bir kutsallık bahşeden, insan sevgisini her şeyin üstünde tutan bu güzel inancın mensupları tarih boyunca katledildiler. “Defterin dürülmesi” deyimi o günlerden kalma bir deyimdir.
Yavuz Sultan Selim için yazılan Selimşâh-nâme’de kırk bin Alevinin nasıl katledildiği ayrıntılı bir şekilde yer almıştır: Aleviler, önce Osmanlı Devletinin memurları tarafından fişlenerek isimleri defterlere kaydedilmiş, daha sonra bu kişiler kılıçtan geçirilerek katledilmiş, defterdeki son isim de yok edildikten sonra o defter dürülüp raflara kaldırılmıştır.
Aslında Alevi katliamlarını dile getirmek için çok eskilere gitmeye de gerek yok. Yakın tarihimize baktığımızda bile 1978’de Maraş’ta kesilen, 1993’te Sivas’ta yakılan, 1995’te Gazi Mahallesi’nde kurşunlanan bir Alevi gerçekliği ile karşılaşırız. Bütün bu katliamların izi sürüldüğünde karşımıza devletin görevlileri çıkar.
Bazı görevliler ya bu katliamlarda doğrudan görev almışlar ya da en azından bu katliamların gerçekleşmesine seyirci kalmışlardır. Yaşanan katliamlar tüm yönleriyle açığa çıkartılıp, sorumluları cezalandırılmadığı gibi, yaralarımızı sağaltmak için elzem olan yas tutmamıza bile izin verilmemektedir. Önümüzdeki ay Maraş Katliamının 40. Yıldönümü. Bu sene de geçen seneler gibi anma törenimizin yasaklanacağından eminim.
Anadolu topraklarında katliam ve sürgün politikaları Alevilerle de sınırlı değildir. Mezarlıkların girişinde “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısı yer alır. Maalesef ülkemizde de hakim etnisite ve inançtan olmayan her topluluk, bu söze nazire yaparcasına, devletin sürgün ve kıyım politikalarına muhatap olmuştur.
1915’te Ermenilerin başına gelenler; 1934’te Trakya Olayları diye bilinen, bir düğmeye basılmışçasına aynı anda Çanakkale, Tekirdağ ve Edirne’de saldırılara maruz kalan Yahudi vatandaşlarımızın göçe zorlanması; 6-7 Eylül Olayları diye bilinen 1955 yılında Rum vatandaşlarımızın başına gelenler ve yine 1964’de yanlarında en fazla 20 dolar para ve 20 kilo eşya almalarına izin verilerek tehcir edilmelerini buna örnek olarak verebiliriz.
Bir dönem tanındığı söylenen Kürt realitesinde durum daha da vahimdir. Ayrıntılara girersek bu duruşma bitmez. 90’lı yıllar boyunca 3000 bin köy ve mezranın boşaltıldığı, yüzbinlerce vatandaşımızın yerlerinden yurtlarından edildiği, gözaltında kayıpların, faili meçhul cinayetlerin AİHM kararları ile de tescillendiğini vurgulamak sanırım yeterli olacaktır.
Bu uygulamaları mazur göstermek için dile getirilen “Kurunun yanında yaş da yanar” anlayışının modern hukuk devletine yakışan bir adalet anlayışı olamayacağı gibi, terörle mücadele ediyoruz kisvesiyle haklı ve meşru gösterilemeyeceğini de bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bildirimizde yer alan; “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir” tespitini bu makus geçmişimizin bir devamı olarak algılıyorum.
Geçmişte yaşanan katliamlar, göçe zorlamalar, insan hakları ihlalleri (rutin dışına çıkmalar diye özetleyelim) karşısında, hukukun üstünlüğüne inanan kişi ve kurumların bir araya gelip “artık yeter” diyerek güçlü bir muhalefet oluşturamamaları, suç işleyenleri ve suç işlemeye eğilimli olanları cesaretlendirmiştir. Bu nedenle yaşanan her katliam, bundan sonra yaşanacak katliamların uğursuz bir habercisi gibi bir işlev görmüştür.
Umarım; devletin işlediği suçları açıklayan ve bu suçlara ortak olmayacağımızı bildiren, altında binlerce akademisyenimizin imzası olan bildirimiz bu makus talihi değiştirmede bir milat olur.
10 Mart 2016’da yaptıkları basın açıklamasından hemen sonra tutuklanan dört arkadaşım, okudukları bildiride geri adım atmayacaklarını bildirerek, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olmanın bize yüklediği sorumluluğa yakışır şekilde hareket edeceğiz.
Hem ülkede özgür bir akademinin var olması, hem de kalıcı barışın sağlanması için tüm imkânlarımızla ve var gücümüzle çalışmaya devam edeceğiz” dediler. Onlardan altı yüz yıl evvel yaşamış, Varlığın Birliği inancına bağlı olarak “Enel-Hak” dediği ve ikrarından dönmediği için derisi yüzülerek idam edilmiş Seyyid Nesimi de bilim insanlarının toplum karşısındaki sorumluluklarını şu dizelerle ifade etmiştir:
Ey Nesimi, can Nesimi bil ki hak aynındadır
Cümle mahlukun vebali ulema boynundadır.
Yani; Ey Nesimi, can Nesimi bil ki Hak bizzat senin özündedir, Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
Şu ana kadar yaptığım açıklamalarla yargılandığım bildiriye neden imza attığımı; kendi kişisel geçmişimle, içinde büyüyüp özümsediğim Alevi inancıyla ve sahip olduğum tarih bilinciyle açıklamaya çalıştım.
Barışseverler yerine, devleti rutin dışına çıkaranların, bunu hoş gören ya da görmezlikten gelen yetkililerin yargılanacağı bir Türkiye’de barış ve huzur içinde yaşamak istiyorum. 19. Yüzyılda kralın haksız uygulaması ve tehditlerine karşı “ama Berlin’de hakimler var” diyebilen Alman köylüsünün özgüvenine ben de sahip olmak istiyorum.
Bir kısmıyla birlikte yargılandığım, dost olduğum 2212 Barış Akademisyeninin varlığı, bu isteğin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine olan inancımı pekiştiriyor. Bu grubun sıradan bir üyesi olmaktan bile büyük bir onur duyuyorum.
Son olarak; savunmamın başında alıntı yaptığım Süleyman Demirel’in bir sözünü daha ödünç alarak hakkımdaki suçlamaları “abesle iştigal etmek” yani; yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek olarak değerlendiriyorum. Bu nedenle beraatimden de öte bu yargılamaların sona erdirilmesini talep ediyorum. (SS/TP)