Hıdır Aslan 1958'de Dersim Hozat'ta doğdu. Ortaokuldaki başarısı üzerine öğretmenlerinin de ısrarıyla ailesi Ankara'daki ağabeyinin yanına lise için gönderdi.
Politikayla Kurtuluş ve Etlik Liseleri'nde okurken tanıştı. Kısa bir süre sonra LİSE-DER'e gitmeye başladı. Bir olaya karıştığı gerekçesiyle tutuklanarak 7 ay cezaevinde kaldı.
1978 sonrası İzmir'e gitti. Şubat 1980'de yakalanınca, tutuklanarak Buca Cezaevi'ne gönderildi. 4 yıl süren cezaevi günlerinden sonra 25 Ekim 1984'de Burdur Kapalı Cezaevi avlusunda idam edildi.
Arkadaşı Ali Haydar anlatıyor:
"Hıdır arkadaş mütevaziliğin simgesiydi. Karakaya mahallesinde çalışıyordu ve ben onu 'Durak' adıyla tanıyordum. Yenimahalle'de olduğum dönemde Şentepe'ye gecekondu yapımına ya da herhangi bir şekilde yardıma gidiyorduk. O zamanlar hızlı ve keskin biri olduğum için halkımızı örgütlemek büyük olaydı ve bu çalışmalarda insan kazanmak, birini Devrimci Yolcu yapmak en büyük arzumdu. Hıdır Aslan'ın bizim militanlardan ve oranın sorumlularından olduğunu bilmiyordum. Kılığı, kıyafeti, davranışlarıyla benim için tam bir Çorumluydu (O bölgede hep Çorumlu Aleviler vardı). Onu örgütlemeyi kafaya koydum; dinliyor, eve götürüyor, çay ikram ediyor, sıcak davranıyor, ideal bir sempatizan diye düşünüyordum.
O dönemdeki sorumlu vatandaşa (Mahmut Uyan) anlattım, gülümseyerek "onu örgütle" dedi. Şentepe'ye gittiğim süre boyunca onu Devrimci Yolcu yapmaya çalıştım. Ta ki Mamak'ta gazeteyi okuduğumda Tariş olaylarıyla ilgili Ali Akgün ve Hıdır Aslan'ın fotoğrafını görünce bende jeton düştü.
O mütevaziliğin timsali insan, zaten bizim adammış ve ben altı yedi ay işletilmişim. Hıdır ile birlikte Şentepe davasında idamımız istendiğinde duruşma salonunda onu görür anlatırım ve birlikte güleriz diye düşünüyordum. Olmadı. Cürümümle aynı salonda oturup yargılanamadım ve o benim onu örgütlemeye çalıştığımı bilemeden katledildi."
Ankara'dan arkadaşları anlatıyor:
"Bizim Ulubey-Ulaştepe'de faşist saldırı çok oluyordu. Hiç yılmazdı. Çok kısa sürede herkesin sevdiği biri haline gelmişti. Yorulmak nedir bilmez, sanki enerjisi hiç tükenmezdi. Gözükaralığıyla mahallenin saygısını da kazanmıştı. Kolay ilişki kurar, içinden çıkılamayan günlük sorunların içinden çıkmayı iyi bilirdi. Tabii ikna yeteneği de eklenmeli. Mahallede birkaç kez gözaltına alındı. Bir faşistin ölümüyle sonuçlanan bir çatışma nedeniyle aranır duruma gelince, buradan ayrıldı.
Ulubey'in Ulaştepe'si ve Şentepe'nin Karakaya'sında Hıdır ve arkadaşlarının halka dağıttıkları arazilerde yapılan gecekonduların sıcaklığı da kalmıştır bugüne. Hıdır adı ise bu gecekondularda doğan çocuklara ad olmuştur..."
Hücre arkadaşı Veli Biçer anlatıyor:
"(...) Gültepe operasyonundan önce TARİŞ ve Çimentepe'ye operasyon düzenlenmişti. Ve oradaki operasyonlar tamamlanmıştı. Sıra Gültepe'deydi. İskender Gül'ün cenazesinin kaçırıldığı gün (26 şubat 1980, saat 06.30) polis Gültepeyi sarmıştı. Hıdır'lar semtte kurdukları barikatların arkasında mevzilenmişler. Polisler panzerlerle barikatın yanına gelince çatışma başlamış. Orada iki polis ölmüş. Daha sonra yirmi, yirmibeş kişilik bir grup çamlığa doğru çekiliyor. İçlerinde Hıdır da var. Orada kendi aralarında konuşuyorlar ve dağılma kararı alıyorlar. Bu arada topluluğu yönlendiren Hıdır'mış. Dağılma kararından sonra beş kişi birarada kalıyor. Bu beş kişi ara sokaklardan aşağıya doğru iniyorlar. Ve orada bir otoyu durduruyorlar. Sürücüyü aşağıya indirip arabasına el koyuyorlar. Arabayla Boğaziçi'ne doğru gidiyorlar. Boğaziçi'nden geçerken oradaki karakolu tarıyorlar. Orada da polisin öldüğü söyleniyor. Oradan Gürçeşme yoluna çıkıyorlar. Gürçeşme Hilal mahallesinde bir askeri cemse ile karşılaşıyorlar. Ve cemseyi tarıyorlar. Arkasından bir polis minübüsüyle karşılaşıyorlar. Onu da tarıyorlar. Minübüs arkalarına takılıyor. Kovalamaca başlıyor. Bu arada çatışma devam ediyor.
Gültepe-Gürçeşme ve Yeşildere arasında Hıdır'ların sürekli kullandıkları kestirme bir yol varmış. Polis bu yolu bilmiyormuş. Hıdır'lar da bu yola çıkmaya çalışıyorlarmış. Fakat o sırada yanlış bir yola giriyorlar. Girdikleri yol çıkmaz sokakmış. Polis arkalarında olduğu için geri dönemiyorlar. Ve orada arabadan inip yaya uzaklaşmaya çalışıyorlar. Hıdır, R. ve M. aynı yöne A. ile C. de başka bir yöne gidiyorlar Hıdır'lar Yeşildere tarafına koşuyor. Ve deri fabrikasına varıyorlar. Bu arada polis onların izini kaybediyor. Hıdır'lar fabrikaya vardıkları zaman polis de Gürçeşme-Yeşildere arasındaki ana yolu tutmaya çalışıyor.
Bu arada bizimkiler bir deri fabrikasına giriyorlar. M. üstünü değiştikten sonra karamboldan yararlanıp Yeşildere'nin karşı sırtlarına ulaşıyor ve kurtuluyor. Hıdır'lar da elbiselerini değiştirip işçi elbisesi giyiyorlar. O sırada polisler fabrikaya geliyor ve "Buraya gelen oldu mu?" diye soruyorlar. Adamın biri Hıdır'ları gösteriyor. Ve böylece yakalanıyorlar.
Şubeye götürülmeden başlıyor dayak. Şubeye götürüldüklerinde orada bulunan bütün polisler merdivenlere diziliyor ve altıncı kata çıkıncaya kadar tekme ve yumruk yağmuru altında eziliyorlar. Şubedeki işkenceleri anlatmaya gerek bile görmüyorum. Hıdır oradan çıktığında bir kemik yığını gibiymiş. Tutuklandılar.
Şirinyer Askeri Cezaevi'ne konuldular. Orada üç ay tecritte kaldılar. Üç ayın 45 gününü elleri ayakları ranzaya zincirli olarak geçirdiler. O dönemde cezaevinde İstiklal Marşı söylettiriliyor, yemek duası yaptırılıyordu. Ama onlar bu yaptırımların hiç birine uymadılar. Tecritteki yaşamının geri kalan bölümünde ellerini ayaklarını çözüyorlar ama, sürekli olarak gözaltında tutuyorlar. Tepelerinde hep bir asker bekliyor. Subaylar sürekli dövüyorlar. Bu süre içindeki hamamın arkasındaki ufak bahçeye çıkarılıyorlar. Bahçeye tek tek çıkarılıyorlar ve orada sadece bir iki dakika tutulduktan sonra içeri alınıyorlarmış. (...) Her an kahkahalar içindeydik. Hatta gardiyanlar bizim, hepimizin 'çatlak' olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre bizler birer deliydik. Deli olmasak idamı beklerken böyle gülüp eğlenemezdik.
Hücrelerde eğlence geceleri düzenliyorduk. Birgün İlyas 'Maraş Mahallesi Gecesi' düzenleyince ardından ben, Hıdır ve Aziz 'Dersimliler Gecesi' düzenledik.
Bu arada bir kaç dergi çıkardık hücrelerde. Bu dergiler bizim neşe kaynağımızdı. Onları koğuşlara da gönderiyorduk.
Hıdır genellikle uyumlu, sorun yaratmayan bir insandı. Onunla iki yıl aynı hücreyi paylaştım. Ve bu iki yıl içinde çok güzel bir ilişkimiz oldu. Bu ilişkinin güzel olmasında Hıdır'ın payı oldukça büyüktür.
O olaylara ve insanlara yaklaşımında genellikle soğukkanlı, kolay kızmayan ve her hareketini düşünerek yapan biriydi. (...)
Bütün bu iyilikleri o asıldığı işin sıralamıyorum. O gerçekten iyi bir insandı. Hiçbir zaman yaşama küsmedi. Oldukça neşeli, yaşama bağlı, yaşamı dolu dolu sürdüren biriydi. Kendisini belli kurallarla sınırlamaz, kalıpların işine sokmazdı. Her zaman doğal, sakin, çocuksu, neşeli, rahat ve içten davranışlar içindeydi. En azından bana karşı böyleydi. (...)
Sadece bulaşık ve çamaşır yıkamayı sevmiyordu. Bu işleri hep ben yapardım ve bundan yakınmazdım. (...) Bir de atları çok severdi. Hıdır'dan öyle çok at öyküsü dinledim ki, şimdi hiçbirini doğru dürüst hatırlamıyorum. Kafamın içinde bir yığın at koşturuyor şimdi. Atı sadece karşıdan sevmiyordu Hıdır. Ata binmeyi ne kadar çok sevdiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Hangi renklerden hoşlandığını bilmiyorum. Üzerine giydiği renkler genellikle gri ve gri tonları taşıyan ya da karışık renkli olurdu. Ayrıca elbisenin rengini kendisinin seçtiğini hiç sanmıyorum. Dışarıdan ne gelirse giyerdi.
En çok 'Hele Ulaş'a Ulaş'a' türküsünü, 'Ertuğrul'a ağıt'ı, 'Dün gece seyrimde coştuydu dağlar'ı, 'Allı turnam'ı, 'Hızırpaşa' türkülerini severdi. Ruhi Su'nun kendisine ve türkülerine hayrandı. Arif Sağ'ın bağlamasını dinlemeyi, Zülfü Livaneli'nin türkülerine eşlik etmeyi severdi. Pir Sultan'ın ise ayrıcalıklı bir yeri vardı. Davul, zurna, saz sesi duyunca hemen oynamaya başlardı hücrede. Çoğu zaman ben de katılırdım ona. İki kişilik halaylar çekerdik o daracık hücrede. (...) Tatlı deyince aklına sadece baklava geliyordu. Bonfile ve köfteyi seviyordu ama nerde... Hücrede iştahla yediği iki yemek vardı. Bunlar karavanayla gelen yemeklerden yaptığım 'terbiye' edilmiş şeylerdi. Etli yemekler geldiği zaman etleri ayırıyor salça ve soğanla terbiye edip ekmek arası yapıyordum. Bir de o taşlı ıspanağı yıkayıp yeniden terbiye ederek pişiriyordum. Ne zaman bunları yesek, 'Yeğenim çok güzel olmuş ellerine sağlık' derdi. Bir de ekmek kızartıp yağ sürerek yemesini severdi. Günün her saatinde yapabilirdi bunu."
Hıdır Aslan anlatıyor:
"12.6.1981 Mesut kardeşim, Buca'da olduğunu öğrenince şu hayırsıza iki satır mektup yazalım dedim. (...) En son Ankara Kapalı'dan tahliye olduğum gün görüşmüştük. Hayli zaman oldu; özledik sizleri desek yeridir. Burada bir koğuşta 7 kişiyiz. Azalıp çoğalmıyoruz ve hiç değişmiyoruz. Hep aynı adamlar... Günleri kitap, gazete okuyarak, TV seyrederek, sohbet ederek geçiriyoruz. Sohbet dedim de, herkes anlatacağı şeyi en az iki defa birbirine anlattı. Şimdi üçüncü anlatıma hazırlanıyoruz."
"23.8.1981 Kardeşim Mesut, mektubum gecikti. On günü aşkın bir süre önce aldım mektubunu. Karar sonrası o kadar çok mektup aldım ki... Akraba ve dostlar... Teselli için öncelik tanıdım onlara. Seninki de malum, sona kaldı. (...) Beş kişiyiz. Erhan ve Şirin isminde iki arkadaş var bizim dışımızda. Tecritte yanyana odalarda yalnız kalıyoruz. Şirin ve Erhan aynı odada kalıyor. Şirin, 'Yahu baba, siz bu kahkaha atmasını nerde öğrendiniz? Sabah gül, akşam gül, gül ha babam gül. Ne bu be! Düğün evi mi burası arkadaş?' diyor. Şirin siyasi değil. Yargıtay'da bozuldu cezası. (...) Birçok arkadaşa yazamadım. Mektup yazmasını burada öğrendim. Burayı çıkarsam, tüm yaşantım boyunca yazdığım mektup sayısı 10'u geçmez. Burada zorunlu yazıyoruz..."
"15.9.1981 Sana biraz da yeğenlerimden sözedeyim. Herkese nasip olmayacak kadar çok yeğenim var; 29 tane. Bu yıl 30'un üstüne çıkacak. Çoğunun resmi burada. Mesut, hele iki tanesi; sevimli mi sevimli. Her sabah uyandığımda onların yüzüne bakıyorum. İçim açılıyor..."
"24. 7.84 Gelelim açık görüşlere... Bayramda herkesinki gelir diyorduk. Bozbay hariç herkesinki geldi. Dediğim gibi özellikle böyle yılda bir yakalanan bir görüşü kaçırması buruklaştırıyor insanı. Hatta tadını çıkara çıkara, ekleyip çıkararak anlatmayı bile etkiliyor. Öteki, Kasabalı Taşkın'ın da buraya geldiğinden beri ilk kez geldi görüşçüsü. Çocuk mektup, telgraf yazıyor cevap alamıyordu. 'Evde birşeyler var, biri öldü; anam ya da babam' diye fikir yürütüyordu. O ara bir mektup geldi amca kızından. 'Hüseyin abi, sizin beygir öldüğü için gelemediler sizinkiler' diyor. Başka bir konuyla bağlantılı olsa sakız edilirdi adam..."
"... Sevgili Dost. Bir hafta önce bugün Babalar günüydü. Açık görüş -18 yaşından küçüklere ama var dendi. Yeğenlerle görüşebilir miyiz, oğullarımız olmadı daha dedik. Olur dendi. Biz yazıp çocukları istedik. Açık görüş var dedik İstanbul'dakilere. İlk defa başlarına geliyor; korkmuşlar. Yoksa... Abim, yeğenler, yengeler, amcaoğlu atlayıp gelmişler. Babalar günü olduğunu diğer ziyaretçilerden öğrendiklerinde oh çekmişler. Garipler ne bilsin Babalar Gününü. Yarım saat görüştük... Çocukları yeterince sevemedik. Zaman nasıl doldu anlayamadık. Birlikte resimler çektirdik..."
"... Kıymetli kardeşim, Bugün gene pencereyi açık bırakmışım, gece hafiften bir nezle ve kırgınlık vardı üstümde. Ama öğle yemeğinde kavrulmuş kıyma, içinde de kızarmış biber ve domates gelince hiçbir şeyim kalmadı. Mide güzel bir bayram etti. Bana ait olanın dışında Ali ve Erhan'in yemeklerini de bölüştüm... (..) Çay ve sigara konusu... Biraz prensip sahibiyim denebilir bu konularda. Çayı demli içmeyi, sigarayı 10'un üzerine çıkarmayı kesinlikle kabul edemem. Kürdün inadı tuttu diye bir laf var ya, tam benim için. Dışarda da aynı prensibe sahiptim. Kahveye oturdum mu çift şekerli açık çay masaya söylemeden gelir. Kahvecilerin hepsi öğrenmişti bunu. İşin güzel yanı, şimdi Ali de açık çay içmeye başladı., şekerli hem de..."
Arkadaşı Mesut Güngör'e mektuplar
Hücre arkadaşı Veli Biçer anlatıyor:
"Son geceyi ben de arkadaşların anlattığı kadar biliyorum. O gün (...) yeraltı hücrelerindeydik... Bu nedenle onların anlatımlarından aklımda kaldığı kadarını yazıyorum.
O gece TV kapandıktan sonra saat 4-4.30'a kadar gırgır şamata işinde kelime türetme oyunu oynuyorlar. Geceleri bu oyunu çok oynadığımızı biliyorsun. Onlar oyunla sabahı karşılarken gardiyanlar sık sık mazgaldan onlara bakıyorlarmış. Oyun bittikten on beş yirmi dakika sonra iki başgardiyan ve bir gardiyan içeri giriyorlar ve doğru Hıdır'ın hücresine gidiyorlar. Hıdır üst katta İbo'nun yanındaki hücrede kalıyormuş. Gardiyanlar Hıdır'ı alıp götürüyorlar. Hiç kimse anında farkedemiyor. Sadece Mehmet Bozbay 'Sağdıç ne oluyor?' diye soruyor. 'Galiba öteki tarafa gidiyorum' diye yanıtlıyor Hıdır.
İbo uyuduğu için onu götürdüklerini görmemiş. Arkadaşlar bir süre tartışmışlar. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlarmış. Belki gelir diye beklemişler. Hastane işi olabilir diye düşünmüşler. Çünkü o sıralarda Hıdır'ın avukatı onun Adli Tıp'a gönderilmesi için de başvurmuş ve infaz da bu nedenle ertelenmiş.
Ama aradan biraz zaman geçip de hiçbir haber alamayınca endişelenmişler. Ve gardiyanın biri mazgala vurunca durumu anlamışlar ve slogana başlamışlar." (...)
Muzaffer Öztürk ve Sedat Yılmazsoy anlatıyor:
"(...) Sevgili Hıdır; Muzo henüz bu kadarını (İlyas Has bölümünde verilen dizeler) bestelemişti ki, sen bitirmesine fırsat bırakmadan dinlemek istedin. Kısa bir süre sonra bu türküye ortak olacağını ne Muzo ne de sen düşünemezdiniz belki. Fakat öyle oldu. İkinci kıtasını yazarken seni de ekledi.
Yıldıramaz bizi hücreleriniz
Vız gelir celladınız sehpalarınız
Bak nasıl coşkulu gidenlerimiz
Eksilmeyiz tükenmeyiz darağacında.
İlyas kardeşimiz canımız bizim
Hıdır kardeşimiz canımız bizim
Yaşam dolu sevgi dolu
Coşku dolu canımız bizim
Şimdi senin ilk bölümünü dinlediğin bu türkü, türkülü marşlı hemen her söyleşimizde bitiş türkümüz oldu, beğenildi. Belki de bizim duygularımızı, birlikteliğimizi öz olarak vurguladığı için etkiliyordu dinleyenleri. Adını 'gidenlerimiz' koydu Muzo. Sevinç Eratalay senin Diyarbakır Cezaevi'nde kendilerini yakarak faşizmi protesto edenler için yazdığın 'Sağdıcım' adlı şiirini besteledi... Beğendik. Sevgili Hıdır; şimdi, kimimiz 'O gece gözetleme mazgalının delikleri karanlıktı', kimimiz 'Işık vardı' diyor. Önemli değil ama, karanlıktı. O koridorun ışıklarını söndürmüş, pusuya yatmışlardı. Biliyorsun, ta başından itibaren sabaha karşı yatıyorduk. Sohbetlerimiz, türkülerimiz, oyunlarımız sabaha dek sürerdi.
(...) Neyse.. Onlar karanlıkta ve pusuda idi, bizler ise artık kabak tadı vermeye başlamış olan, ancak daha eğlencelisini bulamadığımız için o sıralar sık sık oynadığımız 'kelime bulmaca' oyununu oynuyorduk.
O gece oyun bitmeye yakınken seninle Çemişgezek' mi, Çemişkezek' mi diye tartışmış ve haklı olduğun halde seni haksız çıkarıp puanlarını silmiştik. Sonra yattık. Sabaha karşı 5.30 filandı. Çoğumuz hemen uykuya dalıvermişti. Derken sinsice gelip seni usulca hücrenden alıp götürmelerinden sonra İbo bizleri uyandırdı.
İki başgardiyan, Müdür seni çağırıyor diyerek ve sessiz olmaya özen göstererek seni götürmüşler. Yarı uykulu haldeki İbo fısıldamaları duyuyor ve sen uzaklaştırılırken soruyor. Sen de 'Müdüre diye çağırıyorlar ama galiba öteki tarafa gidiyorum' diyorsun. İmdat beni götürüyorlar, beni asacaklar paniği yok. Ne bir korku, ne bir telaş, dupduru, sanki 'Bakkala sigara almaya gidiyorum' gibi olağan. Biz ise, önce kısa bir şaşkınlık yaşayıp ardından yorumlar yapıyoruz. Bu saatte müdür çağırmaz bu kesin. Fakat ezanın okunmasına ve de günün ışımasına çok az kalmış. O güne dek infazlar bu kadar geç saatlere sarkmamıştı hiç...
En iyisi bir süre sessizce beklemek, gecenin derinliklerinden ses almak için. Tuhaf o gece baykuş susmuştu. Ve bir ses çok derinlerden yankılandı.· 'Kahrolsun faşizm!' O gür sesin ulaşabilmişti. Biz de sana ulaşabilme gayretleriyle hançerelerimizi yırtarcasına sloganlara başladık. Ulaşabildik mi? O andan başlayarak tüm hücreleri ve cezaevini saatlerce sloganlarımızla inlettik, ama acaba sana ulaşabildik mi son dakikalarında? Bunu öğrenemedik; galiba da hiç öğrenemeyeceğiz... (...) Bize de kısa bir not bırakmışsın. İdareye Muzo çıktı. Bir görevli söylemiş: 'İnfaz kararı birkaç gün önce çıktı. Avukatları ve babası durdurmak işin uğraştığından bugüne dek bekledi. Bu sırada infazda bulunmamak için izin almaya çalıştım olmadı. Bu kabul edilecek bir olay değildi. Eğer yaşantımda bir daha böyle bir olayla karşılaşırsam anında istifa eder ve kesinlikle infazda bulunmam...'
Bunları dedirten senin soylu tavırlarındı. Yıkkındılar. Eğer doğruysa, sen sehpaya dimdik ve gülümseyerek yürürken, bir savcı dayanamayıp sırtını dönmüş ve 'Lanet olsun böyle göreve' demiş yanındakilere. Orada bulunan görevlilerden biri, o anda orada olan tüm görevlilerin gözlerinin kan çanağına döndüğünü, büyüyüp şiştiğini söyleyecekti daha sonra. Gecenin bile gözleri büyümüş olmalı.
Şimdi sen Dersim dağlarının eteğindesin. Mezarına bizim adımıza da birer karanfil bırakılmasını istemiştik. Belki ihmal etmişlerdir, bilemiyoruz. Ama söz olsun; bu can bu tenlerde kaldıkça, birgün mutlaka kendi ellerimizle bırakacağız karanfilleri mezarına...
Her zaman bizlerlesiniz. Her zaman sizlerleyiz."
Arkadaşı Saniye Yalçın anlatıyor:
"Hıdır'la ablam liseden arkadaştılar. Benim tanışıklığım oradan geliyor. Yaşamımda etkisi olan insanlardan birisidir. Ona ilişkin hatırladıklarım, içtenliği, yoksulluğu, özverisi ve sonsuz inancıdır. Ben liseyi bitirdikten sonra, Kayaş T.K. Kooperatifi'nde çalışmaya başladım. Bir öğlen ziyaretime geldi, birlikte yemek yedik. Hiç unutmam, kurufasülye yemişti. Daha sonra da 'üstüne bir dondurma gider be Saniye!' demişti.
Dondurmayı yiyişi hala gözlerimin önündedir. Aradan birkaç ay geçti. İşyerim değişmişti ve ilk gündü; 'telefonun var' dediler. İlk gün kim nereden öğrendi diye şaşırdım, arayan Hıdır'dı. Görüşmemiz gerektiğini söyledi. İlk günden izin alamayacağımı söyleyerek reddettim. O günlerde Ankara'dan ayrılıyormuş, sonradan anladım. Daha sonra da gazetelerden yakalandığını öğrendim. Olayların böyle gideceğini bilsem herşeye rağmen görüşürdüm... Onun pırıl pırıl gülen gözlerini hiç unutmayacağım."
İdamlar Meclis'ten Nasıl Geçti?
Mustafa Uğur Emer (Adalet Komisyonu üyesi, ANAP Milletvekili) anlatıyor:
"Biz Adalet Komisyonu üyesi olarak iki idam cezasını onayladık. O da tesadüftür. Çünkü Doğu Anadolu bölgesinde o günlerde büyük olaylar patlak vermiş ve teröristler Türk askerlerini öldürmüştür. Bunun üzerine bu iki idam cezası TBMM'nin ekseriyeti tarafından onaylandı."
Hasan Altay (Adalet Komisyonu üyesi, HP Milletvekili) anlatıyor:
"Bizim Komisyon'a seçildiğimiz zaman öyle hatırlıyorum ki, iki idam cezası onaylandı.
Bunlardan birisi Hıdır Aslan'dı. Bu kişinin suçu bir örgüte üye olmaktı. Akla mantığa sığmaz bir biçimde bu kişi idam edildi. İkincisini hatırlamıyorum. Üçüncüsü ise Nevşehir Belediye Başkanı'nı öldürmekten sanık bir ülkücü idi. Mehmet Onur Miman'dı galiba adı. Bu kişinin dosyası yapılan bir oylama ile geri gönderildi.
Her üye Komisyon'a gelen dosyaları inceliyordu. Sonucunda bu dosya ile ilgili raporunu hazırlıyordu. Ben bu karara katılmadım, yani incelemelere katılmadım. O Hıdır Aslan'la ilgili olaya çok üzüldüm, ikincisini hatırlamıyorum ama, ona da çok üzüldüm. Hani adam üç kişiyi beş kişiyi öldürür ve suçlanır. Şimdi bu iki dosyaya bazı SHP'li arkadaşlar da alet oldular. O zaman dosyalar gündeme geldi, görüştüler. Ve olay bitti.
Bu aslında Adalet Komisyonu'nun yaptığı en büyük adaletsizliktir. O zaman kim önce dosyayı inceleyip raporunu hazırladıysa o dosya gündeme geldi. Bir ara Komisyon'da idamların onaylanıp onaylanmayacağı tartışılırken bazı ANAP'lı üyeler "Bu siyasi bir karardır, istersek onaylarız, istemezsek onaylamayız" bile diyebilmişlerdir. Yani solcu gelirse asarız, sağcı gelirse asmayız gibi bir şey.
Bunu savunanların başında Diyarbakır Milletvekili Özgür Barutçu ile Yozgat Milletvekili Mehmet Bağçeci geliyordu. Biz kendilerini böyle bir uygulamaya girmeleri halinde ülkeyi bölebileceklerini söyledik."
Özgür Barutçu (Adalet Komisyonu üyesi, ANAP Milletvekili) anlatıyor:
"Ben Komisyon'dayken bize dosyalar geldi. Bütün üye arkadaşlar birer ikişer dosyaları aldılar ve tetkik ettiler. Yani bir alt komisyon gibi birer ön rapor hazırladılar. Öyle hatırlıyorum ki üç dosya onaylandı ve neticeye götürüldü. Diğerlerinin bir kısmını Başbakanlık geri istedi. Bunların geri isteme gerekçesi de tashihi karar yüzündendir.
Bunlar mahkemelere geri gönderildi. İnfazı yapılan dosyalarla ilgili tashihi karar istekleri daha önce olduğu için bu dosyaların geri çekilmesi mümkün olmadı.
Bizim çıkarmış olup da Genel Kurul'a gelmeyen bir iki dosyamız da oldu zannedersem. Yani aklımda kaldığı kadarıyla. Bunun gerekçesini bilmiyorum. Meclis Başkanlığı'nın bilgisi dahilindedir."
Basından ve Meclis Tutanakları'ndan
Avukat Fehmi Çam anlatıyor:
"Ege Ordu Komutanlığı 1 nolu Askeri Mahkemesi Hıdır Aslan'ın Devrimci Yol Karabağlar ve Gültepe sorumlusu olarak görev aldığını, Karabağlar'da örgüt elemanlarıyla yazılama, pankart, bildiri dağıtmak, korsan gösterilerde bulunma eylemlerini gerçekleştirdiğini, Gültepe olaylarına katıldığını kabul etti.
Buna göre T'CK 146/l uyarınca Anayasa'yı ihlal suçunu işlediğini kabul ederek ölüm cezası verdi. İlgili karar Askeri Mahkeme'nin 29 Temmuz 1991 gün, 1980/204 esas, 81/231 sayıyla alındı. Aynı Askeri Mahkeme Hıdır Aslan'ın Özcan Karubulut ve Süleyman Karabulut adlı kişilerin öldürülmesi olayına karışmadığını da açıkladı.
Askeri Yargıtay ilgili Daire kararına karşı oy yazısında, sanığın öldürme olaylarına karışmadığını, bu nedenle ölüm cezası yerine mübbet hapis cezası verilmesinin adil olacağını belirtti.
Hıdır Aslan hakkında TBMM Adalet Komisyonu'nda kabul edilen ölüm cezası Genel Kurul'da 3 Ekim 1984 günü ele alındı. Birleşimde yapılan görüşmede Komisyon üyesi Hasan Atay, tutanak sayfa 187 ve devamında şunları söyledi:
"İdama mahkum edilen kişinin hiçbir şekilde adam öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı görülmektedir." Hasan Atay konuşmasında idamda bir yarar görmediğini de açıkladı.
TBMM'nde onama kararı verilirken, yargılanmanın yenilenmesi isteği de Askeri Yargıtay'ca reddedildi. Hıdır 25 Ekim 1984 günü Burdur Cezaevi avlusunda idam edildi
Hıdır infazda çok soğukkanlı davrandı, yanına cellat dahil kimseyi istemedi. Son satırlarında da "Kısa da olsa onurlu yaşamanın yolunu seçtiğim işin mutlu gidiyorum. İyi, güzel şeyler uğruna yaşanıyorsa katlanılamayacak bir şey yoktur" diyordu.
İnfazdan sonra, onu babasıyla birlikte memleketi Tunceli'ye götürerek toprağa verdik. Bu idam kararının onanması 1984 Ekim'indeki Türkiye koşullarının sonucudur. Bunda Güneydoğu olaylarının etkisi olmuştur. Komisyonlarda sıra bekleyen onca dosya arasından seçilmesi de kanımca tesadüf değildir. Zira o ana kadar, 35 dosya bulunuyordu.
Hıdır Aslan, Tunceli, Hozat, Taşıtlı Köyü doğumludur. Bu köy Dersim olaylarının başladığı köy olarak biliniyor. Bu nedenle seçim kanımca tesadüf değildir.
Tüm yargılama boyunca onun TCK'nın suç saydığı ya da sayabileceği bazı eylemlerini kabul ettik. Komisyon sözcüsü dahi hiçbir öldürme olayına katılmadığını açıkça ifade etmiştir.
Öte yandan Mahkeme gerekçesi, örgüt sorumluluğunun temeline dayandırılmıştır. Oysa sanıktan daha üst düzey sorumlusu olduğu kabul edilen kişiler hakkındaki kararlar Askeri Yargıtay'ın diğer dairelerince bozulmuş bulunmaktadır. Bu gerçek dimdik ortadadır. Yargılamaya kısmen katılanlar dahi bu gerçeği bugün kabullenmektedir. Burada karşımıza ölüm cezalarındaki adli hataların ömür boyu sürecek sıkıntı ve üzüntülerini karşımıza çıkarır. Hıdır'ın yakınlarının ızdırabını dindirmek mümkün değildir. Ölüm cezasının bir ceza olmadığını teorik olarak benimsemiş idim. Hıdır tümüyle idama karşı olma fikrimi kuvvetlendirmiştir."
Babası anlatıyor:
"İnfazı duyunca İzmir'e gittim, avukatıyla beraber. Hıdır'ı astıklarını, ipten indirdiklerini öğrendik. Ordan hemen ayrıldık. Bir tabut aldık. Döndüğümüzde oradaki teşkilat, yani emniyet görevlileri "Senin çocuğun çok masumdu" dediler. "Sehpaya giderken kendi kendine gitti. Sehpayı kendisi itti" dediler. "Bazılarının genelde ağzından burnundan kan gelir. Onun ağzından burnundan kan gelmedi. Dili içerde, ağzı kapalıydı. Bizi çok etkiledi" dediler."
Hıdır Aslan Anlatıyor:
"(...) Çağının ileri görüşlü, aydın bir insanı ol. Her şey apaçık, aşikar, gözler önünde. Onları görebilen, eğriye eğri, doğruya doğru hem de yüksek sesle diyebilen biri ol. Yaşamın onurlu yanlarına tutun, onları savun. Sizlerin böyle insanlar olduğunuzu, kendi safınızda yer almış, yaşam mücadelesine katılmış birer insan olduğunuzu bilmek kadar beni sevindirecek bir şey olamaz"
Yeğeni Sultan'a yazdığı mektuptan
"Canım Abim,
Uzun uzun yazacak değilim. Bu ana hep hazırdım. Son yolculuğum yaşamım kadar güzel olmalı. Üzütmek mi? Bunu hiç istemiyorum canlarım. Büyük sözler etmeyi gereksiz buluyorum. Herşey yaşamımız kadar açık ve sade olmalı.
Yaşamak bir türküyse bunu, bu türküyü en güzel biçimiyle söylemeye çalıştım. Zafer şarkısınırı söylendiği günler de gelecek. Kısa da olsa onurlu yaşamanın yolunu seçtiğim için mutlu gidiyorum. İyi, güzel şeyler uğruna yaşanıyorsa her şey, katlanılmayacak şey yoktur. Ölüm bile basitleşiyor. Anlamlıysa ölüm yaşamak kadar güzeldir.
Şu mektubu yazarken bir yandan çay, sigara içiyorum. Ağır ağır. Tadına vara vara. Neşesiz değilim. Bir yandan yaşamımın film şeridini toplamaya çalışıyorum kafamda. Kısacık zamanda bu anlık, hemen her şeyi baştan sona ayrıntılarıyla izlemek oldukça zor gibi.
Vasiyet yazmamı istemiştin. Acele etmemiştim ama buna zamanımız oldu işte. İyiden, güzelden yana olun. Budur isteğim, hepinizden. Tüm dostlarıma, dost yüreklilere sevgimin sıcaklığını iletin. Utançsız, onurlu gidişimi. Üzülmek, acımak hiç kimseden beklemediğim bir şeydir. Bana yapılacak en büyük kötülük budur. İnsan acılarla da yaşamasını bilir, bilmeli. Güç de olsa.
Benim üzerimde büyük emekleriniz var, ödenmeyecek kadar büyük. Senin ve ötekilerin. Siz, emeğin tüm temsilcilerine, dünyadaki tüm emekçi, onurlu güçlü insanlara layık olabilmenin yolunu seçtim. Yapabileceğim her şeyi yapamamış olsam da, bu görevi yapacak yeni insanlar topraktan fışkırıyor.
Ailedeki bana düşen tüm hakları, sen ve Aydın'a bırakıyorum. En yararlı biçimde kullanacağınıza inanıyorum.
Çok şey söylemek istiyorum ama zaman öyle kısa ki. On dakikamız var. Üzülmeyin, acılara yenilmeyin, hayata karşı güçlü olun, yaşam budur. Seçilmesi gereken yaşam. Sultan'a sevgilerimi yolluyorum. Herbirinize isim isim yazamayacağım. Dostlara da. Bu hepsini karşılasın.
Yüreğimin tüm sevgisiyle, tüm onurlu güçlerimle seni, sizi, hepinizi kucaklar, doyasıya öperim. Güçlü olun. Başı dik olun. O güzel günlerde tekrar yanınızda olacağım.
Amcanız, kardeşiniz, dostunuz."
Hıdır Aslan
(...)
alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
bir gün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun
başını omzuma yasla
gövdemde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
(...)
A. Z. ÖZGER
(NM)