CHP İzmir milletvekili ve CHP’nin göreve yakın zamanda gelen Genel Sekreteri Selin Sayek Böke ile gercekizmir.com için Gönül Soyoğul’un yaptığı söyleşinin bir kısmını yayınlıyoruz.
O artık, CHP’nin Genel Sekreteri. Partisinin tarihinde bu göreve getirilen 3’üncü kadın milletvekili. Ve gündemimiz, ağırlıklı olarak demokrasi, CHP’nin muhalefet görevini yerine getirip getirmediği, bu konuda partisine yapılan eleştiriler ve elbette son bölümde İzmir.
Referandum sonrası parti yönetimini eleştirerek genel başkan yardımcılığı ve parti sözcülüğünden istifa ettiniz, Ağustos 2020 itibariyle parti yönetimine geri döndünüz… O dönem “Mevcut yönetim anlayışının parçası olmayı uygun bulmuyorum” demiştiniz, ciddi eleştirileriniz olmuştu. Peki, 3 yıl içerisinde ne değişti de geri döndünüz?
Selin Sayek Böke: Türkiye’de çok şey değişti… Bizler siyasetçi olarak esasında birer temsilciyiz. Ve elbette ki temsil ettiğimiz seçmenlerin taleplerinin siyasete yansımasıyla yükümlüyüz. O dönem Türkiye’de rejim değişiyordu ve çok keskin bir tartışma vardı. Ve benim temsil ettiğim seçmenlerin talebi de bu rejim değişikliğine karşı güçlü bir duruş sergilenmesi yönündeydi. Nitekim o dönemdeki itirazım ve bu itirazın somutlanmış hali olan istifa, bu siyasetle örtüşüyordu. Bugün yine bizim temsil ettiğimiz, benim de temsil ettiğim seçmenin Türkiye’deki bu rejim değişikliğini geri döndürmek için, faşizan düzene karşı bir toplumsal ittifakı büyütme gerçeğinde yola çıktığı kanaatindeyim. Dolayısıyla birbirimizin farklılıklarını inkar etmeden ama o farklılıkları bilerek birlikte iş yapmaya dair bir toplumsal talep var. Tam da bu nedenle, elbette hepimizin farklı görüşleri olabilir, bunları tartışacak özgür ortamları mutlaka yaratıyoruz, partimiz de buna çok imkan veren bir kurumsal yapıya sahip. Bu farklılıkları gözeten ama en önemlisi toplumun kurmuş olduğu toplumsal ittifakı benzer bir anlayışla siyasete taşıma yükümlülüğü hissettiğim için buradayım.
Siyasete girişiniz de, örgütten gelme değilsiniz, Kemal Bey’in çağrısıyla Parti Meclisi’ne girdiniz, genel başkan yardımcısı oldunuz. Şimdi de aradan 3 yıl geçtikten sonra döndünüz ve genel sekreter oldunuz. Parti tarihinin 3. kadın genel sekreteri olmanız da hoş bir detay. Bu bir şans mı? Ne buluyorlar sizde?
Tabii bende ne bulunduğuna dair yanıtı benim vermem mümkün değil…
Tahminen?
Sadece şunu söyleyebilirim: “Ben ne yapmaya çalışıyorum ve bu nasıl bir siyasi karşılık buluyor?” Bunu kendi deneyimimle aktarmam mümkün. Ben her zaman Cumhuriyet Halk Partili bir kimlik olarak konuşuyorum. Kimi zaman seçmeni oldum, kimi zaman bilim kurulunun bir üyesi, kimi zaman da milletvekili ya da yöneticisi oldum. Ama her zaman Cumhuriyet Halk Partili olarak Türkiye’nin ihtiyaç duyduğum reçetelere dair fikrini söyleyen, fikrin oluşmasına katkıda bulunan aktif roller üstlendim. Bu aktif roller geleneksel siyasi yolculuklarla örtüşmemiş olabilir ama öte yanıyla da o kadar içselleşmiş bir Cumhuriyet Halk Partililikte ve Türkiye mücadelesinde ortaklık var ki aktif siyasete girdiğim günden bugüne kadar, bu inişli-çıkışlı diye tarif ettiğimiz siyasi yolculuğumda her zaman Cumhuriyet Halk Partisi örgütünün çok parçası hissettim. Dolayısıyla hani “Nedir burada bana bunu hissettiren?” derseniz, üretimi birlikte yapmaktan keyif alan bir örgütlü yapı. Bu benim de “Siyaseti nasıl tarif edersiniz?” dediğinizde yapacağım tarif olur zaten. Fikriyle bağlı olan, fikri büyütmek üzere ortak işler üreten… Bu her noktada aslında zemin açtı, yönetimdeyken de yönetimde değilken de, belki de yeniden yönetimdeyken de…
Peki bu size açılan kapılar, taban politikası yapmayan bir partili olarak, örgütte nasıl karşılanıyor? Yani sonuçta “Ben bu kadar çalışıp çabalıyorum, bir şey olamıyorum ama” serzenişinde bulunanlar olabilir. Nasıl karşılanıyorsunuz?
Şimdiki durum yeni bir geliş değil aslında ben hiçbir zaman Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılmadım. Ama yönetim olarak söylüyorsanız ve soru örgütle olan ilişkiye dairse ben bu ilişkide hiçbir zaman bir kabul ediş sorunu var mı yok mu diye bir şey hissetmedim. Çünkü o kadar doğal bir şekilde bir birliktelik gelişti ki… Onun için “Çok içselleşmiş bir ortak mücadelemiz var” diyorum. Ve hepimiz farklı deneyimler, farklı yolculuklar sonucunda aynı mücadelenin ortağı olduğumuzu çok net görüyoruz Türkiye’de… Bana sorarsanız bugün farklı siyasi partilerin seçmeninin de bir araya gelmesinin temelinde benzer bir şey yatıyor, partiler içinde farklı yollarla siyaset yapanların bu birikimleri birlikte yürütme iradesinin son dönemde artmış olmasında da yatıyor. Faşizan bir düzen olduğu zaman o faşizan düzen karşısında hakikaten birbirimizi büyüten bir şey yapmaya ihtiyaç olduğunun ben Türkiye’de çok içselleştiği kanaatindeyim. Dolayısıyla da örgütle olan ilişkimde ilk dönem diye tarif ettiğiniz dönemle şimdiki dönem arasında hiçbir fark yaşamadım. Ben bir parçasıyım zaten ve her zaman da böyle hissettirildim. Hiç böyle bir kaygım olmadı yani…
Referandum sonucu ‘hayır’ çıktıktan sonra, parti sözcüsü olarak, “Milyonların iradesine her türlü sahip çıkacağız. Bu amaçla her türlü yaptırımı da masaya yatıracağız. Her türlü derken buna sine-i millet de dahil” dediniz. Hemen ardından da CHP Grupbaşkanvekili Levent Gök’ten sine-i milletin MYK’da benimsenmediği açıklaması geldi. Ve akabinde istifa ettiniz. İki şeyi sormak istiyorum. Öncelikle referandumla ilgili görüşleriniz aynı mı? Bir de iradenin gaspı konusunda partinizin yeterli özeleştiriyi yapıp gerekli siyasi kararlılığı gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Bu açıklamanın yapıldığı zaman referandum bitmişti ama meşru olmadığına dair haklı ve güçlü bir kanaat vardı. Dolayısıyla seçmenin haklı talebi bu irade gaspına izin verilmemesi yönündeydi. Ve bana sorarsanız benim siyasi yolculuğumda istifayla sonuçlanan o talep, devamını Türkiye tarihine geçen bir Adalet Yürüyüşü’yle buldu diye düşünüyorum. O yüzden de geriye dönüp baktığımızda, şimdi okuduğumuz yerden, “Bu rejim değişikliğine karşı bir irade konsun” dendiğinde, bu iradeyi her birimiz doğru bulduğumuz şekliyle koyduk diye düşünüyorum. Ve toplumun talep ettiği bir arada duran ilkeler etrafında siyaset talebinin bir somut örneğinin de o Adalet Yürüyüşü olduğunu düşünüyorum. Evet Adalet Yürüyüşü’nün ilk adımlarını ve belki de coşkulu bir yürüyüşe dönüştüren adımları atan Genel Başkanımızdı. Ama eğer toplumda böyle bir talep olmasaydı ve sonradan o ilk adımların yanına dizilmeye hazır milyonlar olmasaydı, böyle bir yürüyüş gerçekleşmezdi. Bu ‘hayır duruşu’nun, bu meşru olmayan sonucun Türkiye’de kabul edilmemesi yönündeki siyasi seçmen talebinin Adalet Yürüyüşü ve arkasından artık “Peki madem bu rejim değişti ve öngördüğümüz gibi baskı, toplumsal muhalefeti yok gören bir anlayış artıyor, o zaman şimdi de demokrasi ittifakında buluşmak gerekir. Nasıl ki Adalet Yürüyüşü’nde gasp edilen adalet karşısında bir arada durduysak şimdi de gasp edilen demokrasi değeri etrafında buluşalım” dendiği kanaatindeyim.
O dönemde oylarının gasp edildiğini düşünen vatandaşlar, ki İzmir’de de sayıları oldukça fazlaydı, büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Sandıkta koydukları iradenin CHP tarafından yeterince savunulamadığını düşündüler. O hayal kırıklığı ve güvensizlik tamir oldu mu sizce?
Ben aşıldığını düşünüyorum. Her şey birikimli yaşanıyor. Yani toplumun oradaki talebi dediğim gibi çok somut örneğiyle Adalet Yürüyüşü’nü doğurdu. Adalet Yürüyüşü’nden sonrası baskının artmış olması bunun başarıya ulaşması nedeniyle de böyle yaşandı. Ve ardından ‘hayır’ iradesiyle somutlanmış olan, Adalet Yürüyüşü’yle devam ederken, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde miting alanlarının coşkusuyla tezahür eden sonra da yerel seçimlerde güçlü bir toplumsa ittifakla iktidarı değiştirecek gücü demokratik bir şekilde somutlamış olan bir gerçekliği vardı. Burada Cumhuriyet Halk Partisi’nin de özellikle son dönemde demokrasi ilkesi etrafında oluşmuş toplumsal ittifakı bir siyasi iradeye taşıma konusunda atmış olduğu adımların seçime yansımasının böyle bir tamirin göstergesi olduğu inancındayım.
Referandum öncesi bir röportajınızda, Türkiye’nin hem ekonomide hem siyasette yeni bir hikaye yazması gerektiğini söylemiştiniz. Şartlar daha ağırlaştı ama yeni bir hikaye henüz göremiyoruz muhalefette…
Buna katılmıyorum, şöyle: Şimdi Türkiye’nin yaşıyor olduğu rejim krizinin bir düzen değişikliği ihtiyacı barındırdığı tespitim hala geçerliliğini koruyor. Hatta dediğiniz gibi daha da derinleşen ve bir kriz olmanın ötesinde bir buhrana dönüşen durum. Salt bir ekonomik kriz, salt bir yönetim krizi değil, toplumsal buhran diye tarif edebileceğimiz bir durum. Çok boyutlu bir kriz hali ve hakiki bir toplumsal bunalım yaşıyoruz. Üstelik eski alışık olduğumuz ekonomik krizlerin yaşandığı bir kriz de değil. Yani bir anda fiyatlar değişti, Türk Lirası değer kaybetti, faiz arttı gibi de değil. Daha istikrarlı ve kendini alıştıra alıştıra yerleştirmiş bir kriz hali… Bütün bunlar bir düzen değişikliğine dair ihtiyacı günden güne daha da belirginleştiriyor. Yani oradaki tahlilimizin hala doğru olduğu kanaatindeyim. “Peki bu düzen değişikliğinin kabaca tarihi nedir?” dediğimizde… Ben bu toplumsal buhranın iki temel ayağı olduğunu düşünüyorum. Elbette alt başlıkları şekilde ama… Bir kere kamunun kaynaklarını net bir siyasi tercihle halktan yana değil yandaştan yana, gelir yaratan üretici alanlardan yana değil de ranttan yana kullanıldığı bir hoyrat dönem geçirdik. Bir kere bunun değişmesi gerekiyor. Orada kamu yararı gözeten bir biçimde kamunun parasının harcanması gerekiyor. Kamu yararı dediğiniz şey halkın yararını gözetmektir. Bu başlı başına bir düzen değişikliği. Çünkü 18 yıldır iktidar çok net yaptığı bir şey ama aslında 1980’den bu yana ortaya konmuş bir ekonomik çerçeve bu… “Bunun karşısına ne konmalı?” sorusunun yanıtına gelince… Bu düzende bir sıkıntı var! Bir kere kamu yararı gözetmiyor bu. Kar güdüsünün her şeyin önüne geçtiği hatta artık onun dahi denetlenemez, düzenlenemez bir hoyratlığa, vahşiliğe ulaştığı bir yer var. Bütün dünyada daha kamucu bir düzen talep ediyoruz. Bu pandemiyle sağlık alanındaki özelleştirmelere itirazla somutlanıyor. 2008-2009’da mali piyasaların kar güdüsünü her şeyin önüne geçmesinin yarattığı eşitsizliklerde aynı kamucu talep somutlanmıştı. Bana sorarsanız birikerek dünyada ve Türkiye’de daha kamucu bir düzene dair bir zamanlı vurgu oluşmuş vaziyette… Bizim düzen değişikliği diye tarif ettiğimiz de tam o…
Daha halkçı, daha devletçi…
Evet. Dolayısıyla yeni bir kamu tarif eden bir düzenden bahsediyoruz. Bunun araçları elbette ki tartışılabilir. Ama ne değişmeli? Bu değişmeli. Yerine koyulacak olan ne? Güçlü bir sosyal devlet… Ve güçlü bir sosyal devletten anladığımız şey de halkçılık ilkesiyle hareket eden, kamu yararı gözeterek kaynak kullanmayı seçen, gelir yaratıcı alanları dolayısıyla üretici güçleri önceleyen, bunun içerisinde emeği, çiftçiyi, sanayiyi, KOBİ’yi, esnafı göz önüne alan bir zihniyet değişikliği esasında. Zaten o zaman bu zihniyet oyunun kuralını tam da dediğimiz ilkelere göre koyacaktır. Bunun sonucu olarak da daha eşit paylaşımcı, daha müreffeh olacaktır. İkinci ayağı da demokrasinin yıkımıydı. Türkiye’de bir devlet yıkımı var, sadece bir demokrasi yıkımı değil. Biz bir sosyal devlet kurulmalı derken, yeniden devleti de kuruyor olacağız. Ve o devletin liyakat temelli, herkesin içinde kendini eşit görebileceği ve temsilde de bunun güçlü bir parlamenter demokrasiyle kendini siyasette var ettiği bir bütünü kurmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye temsilde adalet duygusunun yüzde 10 seçim barajı nedeniyle her zaman zayıf olduğu bir yerdi. Bugün seçimler yapılıp kayyumun atandığı yani seçmenin de seçilenin de hakkının gasp edildiği, açıkça demokrasiye darbe yapılan bir yere geldik. Şimdi “Buradan gitmemiz gerek yer neresi?” derseniz o yüzde 10 barajının da olmadığını, güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasi dediğimizde temsilde adaletin olduğu, her yurttaşın kendini içinde gördüğü bir değişimden bahsediyoruz.
Tam da bu noktada en çok sormak istediğim soruya geliyoruz. İktidar sorunu bir kenara artık bir muhalefet sorunu olduğu, CHP’nin muhalefet görevini yerine getiremediği yönünde eleştiriler var. Herhangi bir gelişme sonrası genelde ilk dillendirilenin “İlk seçimde gidiyorlar” tepkisi olduğu, bunun içi boş bir umut pompalama olduğu ve CHP’nin bir planı olmadığı söyleniyor… Yani gitmezlerse ne olacak? Özetle B planınız nedir? Seçim oldu ve yine kazandılar, o zaman plan ne? Neden muhalefetiniz yeterli bulunmuyor?
Çok olağanüstü bir dönemden geçtiğimiz tespitini çok uzun süredir yapıyoruz ve olağanüstü dönemlerin de olağanüstü siyasetler gerektiğini de çok uzun süredir söyleyenlerdeniz. Bir kere şuradan başlayayım, Türkiye’yi yıkan iktidar orada dururken sorumlunun muhalefet olduğunu söylemenin haksızlık olduğunu düşünüyorum. Elbette ki muhalefetin daha etkin yapabileceği şeyler vardır.
İktidarın hem ekonomik hem siyasi, tüm kurumların içinin boşaltılması anlamında öyle ciddi bir hasarı olduğunu söylüyorsunuz. Eleştiriler, ‘bu kadar hasara rağmen CHP hala daha yüzde 40 olamıyorsa’ yönünde… Haksızlık derken hani bunu da haksız bulmuyorum açıkçası…
Öncelikle olma hedefindeyiz onu söyleyeyim. Bu arada haksızlık derken yanlış anlaşılmasın böyle bir duygu varsa, siyasetçiye düşen de o duyguyu anlamaktır zaten. Sohbetin başından beri onu söylüyorum, biz sonuçta birilerini temsil ediyoruz. Temsil ettiğimiz ilke bütünü ve seçmenimizin ihtiyaçları ile bize duyurmak istediğini dinlemek ve hatta siyasetimizi buna göre sürekli değerlendirmekle yükümlüyüz. Tam da böyle bir siyasi profil çizdiğimi umuyorum. Yapmaya çalıştığım da bu çünkü… Onun için haksızlık derken duyguyu haksızlık olarak görmüyorum. Yani bazen iktidarın yaşıyor olduğumuz şeyi gözden kaçıracak kadar bu duyguyu pekiştirdiği kanaatindeyim. Kendi üzerinden sorumluluğu atmak üzere sürekli bir düşman yarattığı gibi, sorumlunun hep iktidar olmadığı yönünde bir kamusal baskı da yaratmış durumda. Şöyle bir güncel örnek vereyim. Ben Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Sosyalist Grup’ta başkanvekilliği yapıyorum.
Siz ilk temsilcisisiniz değil mi?
Sosyalist Grup’ta ilk başkanvekilliği yapan benim. Sosyalist Grup içindeki bu yönetim görevi pek çok ülkedeki siyasi gelişmeyi yakından takip ve gözlem imkanı veriyor. Dün bizim gruptan bir milletvekilimiz Belçika’da bakan oldu. Sonra grupta yazışmalar olurken, tebrik vs, şu gerçek Belçikalı yol arkadaşlarımız tarafından çok net bir şekilde ortaya kondu. “Bir ittifak yaptık” dediler. “Faşizan bir düzen var, bunu aşırı milliyetçilik duygusu üzerinden suiistimal ederek karşımızda otoriterleşen bir yapı kurulmuş vaziyette. Bu faşizan düzen karşısında sosyalistler, yeşiller, liberaller ve Hıristiyan demokratlar olarak bir ittifak kurduk” dediler. İşte zamanın ruhu bunu çağıyor, aynı sosyal devleti çağırdığı gibi. Aynı şekilde demokrasiye sahip çıkma ya da çıkmama arasında bir çelişki de zamanının ruhunu siyaseten tarif eder hale gelmiş vaziyette. Böyle siyasi görüşleri birbirinden çok farklı olan yapıları bir arada tutan şey bu farklılıkların varlığın devam edebilmesi demokrasi zeminine ihtiyacın olduğuna dair güçlü bir tespitin yapılıyor olması… Aynı durum Türkiye için de geçerli. Dolayısıyla “Bu dönemin olağanüstü koşullarının gerektirdiği olağanüstü siyaset ne?” derseniz Belçika örneğinde olduğu gibi birbirine hiç benzemeyen siyasi partilerin o farklılıkların devam için ihtiyaç duyulan demokrasi zeminine birlikte sahip çıkma hareketi… Cumhuriyet Halk Partisi’nin önderliğini yapıyor olduğu toplumsal muhalefetin siyasi adımları tam da böyle bir ittifakı tarif ediyor. Yerel seçimlerde bizi başarıya götürmüş olan, iktidarın değişebileceği duygusunu yaratan da tam da bu oldu.
Söyleşinin tamamını okumak için TIKLAYIN
(NÖ)