François Dubois (1790-1871)
Avrupa ile Karşılaşmalar İstanbul'un geçmişini bambaşka gözlerle anlatıyor. Ahmet Doğan'ın kitabı, satırlarla, resimlerle, fotoğraflarla İstanbul'un fethinden 19. yüzyıla kadar İstanbul'a gelenleri, Türkiye kültürünü, bu toprakları Avrupa'ya tanıtan kişilerin çalışmalarını anlatıyor. Gezginler, ressamlar, yazarlar yüzyıllardan süzülen bir incelikle İstanbul'u nasıl anlatıyor?
İşte birbirinden yetenekli ressamların çizgileriyle İstanbul tasvirleri ile 19. ve 20. yüzyıl başında kenti ziyaret eden François Rene de Chateaubriand, Alphonse de Lamartine ve Ernest Hemingway'in kaleminden İstanbul.
Jean Baptiste Van Mour (1671-1737)
Ivan Konstantinoviç Ayvazovski (1817-1900)
Felix Ziem (1821-1911)
François Rene De Chateaubriand (1806)
Paris İstanbul Kudüs, Bir Seyyahın Günlüğü
"Saat sekizde, bir kayık bordamıza yanaştı; sarsıntı geçince filikadan ayrıldık, adamlarımla birlikte küçük gemime atladım. Yıkılıp giden eski bir gotik kale olan Yedikule Hisarı'nın yükseldiği Avrupa burnunu sıyırarak geçtik. İstanbul, en çok da Asya kıyısı, sisler içine gömülmüştü. Bu buğu içinden gördüğüm servilerle minareler, yapraklan dökülmüş bir ormanı andırıyordu. Sarayburnu'na yaklaşırken kuzey rüzgârı çıktı, bu tablo üzerindeki sisi birkaç dakikada dağıttı; kendimi birden müminler sultanının sarayı önünde buldum; sanki bir büyücü değneğiyle her yer değişmişti. Karşımda güleç tepeler arasında, şirin bir nehir gibi Karadeniz Boğazı kıvrılıyordu; sağımda Asya toprağı, Üsküdar şehri vardı; Avrupa toprağı solumdaydı; girinti çıkıntılarıyla, demir atmış büyük gemilerle daha geniş bir koy meydana getiriyor, deniz üstünden de sayısız küçük vapurlar gelip geçiyordu. İki bayır arasına kapanmış olan bu koy; karşıda İstanbul'la Galata'yı basamak basamak gözlerimizin önüne seriyordu. Galata'nın, İstanbul'un, Üsküdar'ın, evleri kat kat dizilmiş olan bu üç şehrin uçsuz bucaksız genişliği; her yandan yükselip birbirine karışan serviler, minareler, gemi serenleri; ağaçların yeşilliği; beyaz, kırmızı evlerin renkleri; bunların altına mavi örtüsünü seren denizle, yukarıda başka bir mavi ova açan gökyüzü, hayranlığımı uyandırıyordu. İstanbul, dünyanın en güzel yeridir, diyenler hiç de abartmıyorlar."
Jean Brindesi (1826-1888)
Alphonse De Lamartine (1833)
İstanbul Yazıları
"Saat beşte, geminin güvertesinde ayakta idim; kaptan denize bir sandal indirtti, onunla beraber sandala biniyordum; denizin yaladığı İstanbul surları boyunca Boğaziçi'nin ağzına doğru pupa yelken gidiyoruz. Demir atmış bir sürü gemi arasından yarım saatlik bir ilerlemeden sonra sarayın duvarlarına yaklaşmış bulunuyoruz. Şehir surlarının devamı olan bu duvarlar, İstanbul'un yükseldiği tepenin bitimindedir ve Marmara Denizi'ni Boğaziçi ve Haliç'ten ayıran açıyı teşkil ederler; aynı zamanda bu duvarlar, İstanbul'un iç ve büyük iskelesi de sayılabilir. Tanrı ve insan, tabiat ve sanat burada, insan gözünün dünya yüzünde görebileceği en harika görünüşünü beraberce oturtmuş ve yaratmışlardır. Kendimi tutamadım, haykırmışım; artık Napoli Körfezi'ni ve sihirlerini sonsuzca unuttum; bu haşmetli ve zarif topluluğu başka bir görünüm ile kıyaslamayı istemek evren yaradılışına küfür etmek olur...
Birkaç kürek vuruşundan sonra denizin öyle bir noktasına varmış olduk ki, buradan hem Haliç, hem Boğaziçi ve Marmara hem de bütün liman ve İstanbul şehrinin iç denizini görmek mümkün oluyordu; ama buraya gelince Marmara'yı, Asya kıyısını ve Boğaziçi'ni unutarak Haliç'in giriş havuzunu, İstanbul'un yedi tepesi üstüne asılı yedi şehrini, çevreyi tarayan bakışlarımızla seyre daldık.
Şehrin yedi tepesi denizin bir kolu olan Haliç'e doğru akıyordu; eşsiz, hiçbir yerle kıyaslanamayacak İstanbul, hem şehir, hem kırlık, hem deniz, liman, nehir kıyılan, bahçe, ormanlık dağ, derin vadi, evler ve yapılardan kurulu barına deryası, gemi ve sokak birikintisi, sessiz göller ve sihirli yalnızlıklar ülkesi idi. Hiçbir ressam fırçası burasını bütünü ile resmedemez, ayrıntılarına takılmak zorunda kalır; her kürek vuruşu da gözü ve ruhu başka bir görünüme, başka bir etkiye götürür."
Ernest Hemingway (1922)
İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar
"İstanbul'da hala 168 resmi izin günü var. Cumaları Müslümanların, Cumartesileri Yahudilerin, Pazarları da Hıristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslümanların ve Rumların hafta içlerinde dini bayramları var. Yahudilerin dini bayramları da cabası. Bu yüzden İstanbul'da her delikanlının emeli bir punduna getirip banka memuru olmak.
Geleneklere uymakta, ayak uydurmakta direnmeyen kişi, İstanbul'da gece saat dokuz oldu mu, yemeğini yiyor. Tiyatrolar saat onda açılıyor. Gece kulüpleri ikide; tabii gözde olan kulüpler. Adı kötüye çıkmış gece kulüpleri ise ancak sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlar.
Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yıktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, İstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış.
Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast'un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar küçük bir yer. Her milletin ve bütün müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor.
Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyor, bir yandan da insanın midesini yakıp kavuran rakılarını yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek imkânsız gibi bir şey.
Güneş doğmadan kara ve yumuşak topraklı İstanbul sokaklarında yürüyecek olursanız, fareler önünüzden kaçışır; sıska sokak köpekleri çöp tenekelerini karıştırır. Bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içerden patlayan sarhoş kahkahaları duyarsınız. Sarhoşun kahkahası, müezzinin güzel, dokunaklı, içli çağrısına tam bir çelişkidir." (IC)
Ahmet Doğan imzalı Avrupa ile Karşılaşmalar Pi Prodüksiyon Yayınları'ndan çıktı ve 227 sayfa.