Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) Çalışma Raporu’nda, Mayıs 2023 - Nisan 2024 arasındaki insan haklarının durumuna yönelik veriler ve değerlendirmeler yer alıyor.
Raporla ilgili ilk gün “İşkence ve Diğer Kötü Muamele Uygulamaları”, ikinci gün de hapishanelerdeki duruma dair değerlendirmeleri yayımladık. Bugün de insan haklarının genel durumuna dair bölümü yayımlıyoruz.
TİHV ÇALIŞMA RAPORUNDAN HAK İHLALLERİ - 1
“Gözaltı araçları, resmi işkence mekânına dönüştü”
TİHV ÇALIŞMA RAPORUNDAN HAK İHLALLERİ - 2
“Yeni hapishaneler ile izolasyon koşulları daha da ağırlaştı”
İnsan hakları rejiminin mevcut krizinin ulaştığı boyut
Öncelikle son aylarda özel olarak Gazze’de yaşanan/yaşanmakta olan ve her insanın onurunu ve değerini tamamen hiçe sayan ağır/ciddi insan hakları ihlallerinin her birimiz için derin bir utanç kaynağı olduğunu ifade etmek isteriz.
Yakın tarihte ilk kez bir devlet temsilcisi (İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant) kabul edilemeyecek “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz” ifadesini kullanarak, 2 milyon 300 bin insanın yaşadığı Gazze’yi — gıda, su, elektrik ve yakıt ambargosunu da içine alacak biçimde — tamamen abluka altına alacaklarını söyleme cüreti gösterdi. Ve insanın sahip olduğu onur ve değeri bütünüyle yok sayan böylesine bir yaklaşımın ne anlam ifade ettiği aylardır her gün yeniden ve yeniden tüm dünyanın tanıklığında yaşanıyor.
Açıkça belirtmek gerekir ki, böylesine bir abluka ve saldırganlığın, Hamas’ın sivilleri de hedef alan kabul edilemez vahşi eylemleri de dahil, hiçbir gerekçesi olamaz.
Her birisi biricik olan insanların acılarının derhal son bulmasına yönelik çabaların öncelikle ihtiyaç olduğunu her zaman göz önünde tutmak kaydı ile bu sürecin aynı zamanda uluslararası insan hakları rejiminin ne denli tahrip olduğunun somut bir göstergesidir.
Uluslararası insan hakları rejiminin küresel ölçekte giderek derinleşen bir kriz içinde bulunduğu son yıllarda sıkça dillendiriyoruz. Çeşitli yayınlarımızda da yer verdiğimiz gibi söz konusu krizin birbiriyle yakından ilgili üç veçhesi olduğunu söylemek mümkün.
i. Devletlerin, neredeyse dünya genelinde, evrensel insan hakları normlarını bağlayıcı bir çerçeve olarak görmekten hızla uzaklaştığı bir dönemdeyiz. Devletler ortaklık inşasına katkı sunan yapılar olmaktan ziyade toplumsal ortaklıkları çözen yapılar olarak hareket ediyorlar. Devletlerin özellikle demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları, insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açıyor.
Bu durum, aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tesis edildiği biçimiyle küresel insan hakları rejimini ayakta tutan siyasi iradenin çözülmekte olduğuna işaret ediyor.
ii. Devletlerin yanı sıra ve belki daha önemli olmak üzere toplumsal düzeyde yaşanan bir değişim de var. Özcü aidiyetler temelinde kurgulanan cemaatçiliğin yükselişi, yabancı ve mülteci düşmanlığının yaygınlaşması, birçok ülkede kadınların, LGBTİ+ların kazanılmış haklarına saldırılar ve her türden ayrımcılığı besleyen reaksiyoner ideolojilerin adım adım daha fazla zemin kazanması – tüm bunlar toplumların kendilerini hak temelli biraradalıklar olarak görmekten giderek uzaklaşması ve ortaklık fikrinin değer yitirmesi sonucunu doğuruyor.
iii. Nihayet tüm bu gelişmelerin de bir sonucu olarak küresel insan hakları rejiminin somut varlığını oluşturan kurumsal mekanizmaların bürokratikleşmesi, biçimselleşmesi/içeriksizleşmesi ve tedricen işlevsizleşmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. Pek çok uluslararası insan hakları mekanizmasının özellikle yükümlülüklerini yerine getirmeyen/getirmekte isteksiz olan devletlere yönelik yaptırım süreçlerini etkin uygulayamaması ya da bölgemiz dâhil yaşanmış ve yaşanmakta olan savaşlar/çatışmalar dâhil ağır/ciddi insan hakları ihlallerinin sonlanmasına yönelik etkin ve sonuç alıcı adımlar atma konusunda derin suskunluk içinde olması bu mekanizmaların insan hakları alanındaki işlevlerindeki kısıtlılıkları ve sınırlılıkları daha da derinleştiriyor. Dahası bugün itibari ile uluslararası mekanizmalar esas olarak haklılığın bir tür onaylanması anlamında bir referans odağı olmaktan çıktığı gibi dahası fiili olarak baskıcı rejimlerin güçlenmesi için kullanılan araçlara dönüşebilmektedir.
Tüm bu unsurlar, küresel düzlemde insan hakları ortamındaki kapsamlı bir gerileme ve derin tahribat tablosuna işaret ediyor.
Hiç kuşkusuz küresel insan hakları rejiminin bugün içinde bulunduğu kriz, tüm yönleriyle “yeni” bir durum olarak değerlendirilmemeli.
Daha ziyade süreklilik ve yeniliğin iç içe geçtiği, bir yandan eski ve yapısal sorunların kümülatif olarak derinleştiği (örneğin insan hakları mekanizmalarının biçimselleşme eğilimi), ama diğer yandan da münhasıran yeni bazı gelişmelerin insan hakları konusundaki küresel gerilemeyi hızlandırdığı ve tüm bunların uluslararası konjonktürde yaşanan kritik dönüşümler bağlamında gerçekleştiği bir tablo var karşımızda.
Günümüzde Gazze’de tüm dünyanın tanıklığında yaşananlar başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde yaşananlar “Bir Daha Asla” temel sloganı ile İkinci Dünya Savaşından sonra oluşturulmuş uluslararası insan hakları rejimindeki derin tahribatın özel göstergesini oluşturmaktadır.
Türkiye’de insan hakları “durumu”
Türkiye, Temmuz 2015’ten bu yana, yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerinin yaşandığı, ağır ve ciddi insan hakları ihlallerinin tırmandığı bir dönemden geçiyor. Bugün itibariyle Türkiye’nin çok büyük çoğunluğunun tanıklığında ya da pek çok kesimin doğrudan maruz kaldığı gibi adeta hakların kullanımının bir istisnaya, hakların ihlalinin ise kurala dönüştüğü bir ortamda yaşıyoruz. Karşı karşıya olduğumuz tablonun ağırlığı toplumun büyük çoğunluğu için aşikâr olsa da, belli başlı unsurları kısaca sıralamak faydalı olabilir.
Pek çok düzenleme ile kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi altında yönetilmekte olan ülkemizde belirsizlik, kuralsızlık ve keyfilik rejimin kendi varlığını sürdürebilmesinin ana unsurlarına dönüşmüş durumda.
Rejimin bir yönetim tekniği olarak kullandığı belirsizlik yaratma gücü, iktidarın her bakımdan tek elde toplanmasına, tüm denetim mekanizmalarından azade kılınmasına ve toplum üzerindeki baskı ve kontrolünün sınırsız artışına olanak sağlıyor.
Özel olarak Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açtığını da belirtmeliyiz.
Bu süreçte, insan hakları ortamındaki derin tahribata paralel olarak insan hakları savunucularına yönelik tehdit, baskı ve tacizlerdeki olağanüstü bir artışa tanık oluyoruz.
İnsan hakları savunucularının hedef alınması hak ihlallerinin görünmez kılınmasını ve cezasızlığı hedefleyen açık bir politikaya dönüşmüş durumda. Etkili bir insan hakları savunuculuğu için gerekli olan ifade, medya, örgütlenme ve toplantı özgürlüğü neredeyse tamamen ilga edildi.
Toplumun insan hakları savunuculuğuna bakışında kamu otoritelerinin ve medya söylemlerinin bir sonucu olarak olumsuz bir dönüşüm yaşanmakta; insan hakları savunucularının faaliyetleri toplumsal algıda kriminalize edilmekte. Kısaca, son dönemde insan hakları aktörlerinin içinde hareket edebilecekleri alan büyük ölçüde daraltıldı.
Nihayet, Türkiye’nin siyasal bunalıma eşlik eden ve onunla iç içe geçen çok boyutlu bir toplumsal bunalımın varlığını teslim etmek durumundayız.
Bu bağlamda (1) pandemi döneminin toplumsal dokuda yarattığı tahribatı; (2) neoliberal ekonomi politikalarının, savaş harcamalarının ve talan ekonomisinin sebep olduğu ekonomik krizi ve derin yoksullaşmayı ve eko-sisteminin tahribatını; (3) toplumsal yaşamda günbegün tırmanan yabancı düşmanlığı ve giderek artan ırkçı saldırıları; (4) nihayet Şubat 2023 depremlerinin yarattığı ağır yıkımı bilhassa vurgulamakta fayda var. Tüm bunlar, karşı karşıya bulunduğumuz tabloyu fazlasıyla zorlaştırıyor ve toplumun çeşitli kesimlerinde çaresizlik duygusunun yaygınlaşmasını beraberinde getiriyor.
Türkiye’de bugün insan hakları ortamının karşı karşıya bulunduğu bu ağır ve yapısal sorunlar, siyasal rejimin geçirmekte olduğu otoriter dönüşümle doğrudan ilgilidir. Bu dönüşümün ‘sistematik hak ihlali yapan bir devlet pratiği’nden ‘hak temelli bir rejim fikrinin topyekûn terk edilmesi’ne doğru bir gidişat olarak şekillendiğini söylemek mümkün.
Son dönemde Türkiye’de yaşanmakta olan yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerine ilişkin veri ve değerlendirmeler Türkiye’deki yanısıra uluslararası düzeydeki pek çok insan hakları kurumunun raporlarında da yer almaktadır. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin “Türkiye’de muhalefete karşı oluşan ciddi anlamda hasmane ortama ve genel olarak vatandaşlar ile sivil toplumun demokratik özgürlüklerine getirilen ağır kısıtlamalara dikkat çekmek” amacı ile 5 Mart 2024 tarihinde yayınlandığı memorandum bu konudaki son örneklerden birisini oluşturmaktadır. Söz konusu memorandumda Komiser, “gazetecilerin, insan hakları savunucularının ve sivil toplumun uygulanan sistemik baskı ve hukuki yaptırımlar ile belirginleşen ciddi anlamda hasmane bir ortamda faaliyetlerini yürüttüklerini, Türkiye’de ifade özgürlüğünün tehlike altında olduğunu” ifade etmiştir.
Bu bölümde yer verilen bu kısa değerlendirme ışığında, bu ağır krizi aşabilmeye yönelik ülke düzeyinde ve uluslararası ortamda dayanışma ve iş birliğinin, yaşamın tüm alanlarında insan haklarının ‘kurucu rolünü’ yeniden öne çıkaran bir yaklaşımı etkin kılmaya çalışarak, geliştirilmesi ve güçlendirilmesini sağlamak insan hakları hareketinin özneleri olarak en asli görevimiz olsa gerektir. Doğal olarak bu konuda etkin bir şekilde çaba göstermek TİHV’in özel bir gündemini oluşturmaktadır.
2024 Yerel Seçimleri süreci
Kuşkusuz demokratik siyasal değişim süreci salt seçimlere daraltılması olanaklı değil ise de 2023 Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı ile genel seçimlerden sonra 31 Mart 2024 tarihinde her düzeyde tahribatın yaşandığı bir ortamda gerçekleşen Yerel Seçimlerin, pek çok kesimin de ifade ettiği gibi, Türkiye’nin geleceği açısından önemi aşikârdır.
Bu seçim sürecinde de her ne kadar bir ölçüye kadar anlaşılabilir sebeplerle özel olarak pek gündeme getirilmemiş olsa da, 2023 seçimlerinin Birleşmiş Milletler tarafından 2021 yılında yayımlanan “Seçimlere İlişkin İnsan Hakları Standartları Rehberi”nde yer alan kriterler ışığında ‘adil, dürüst ve güvenilir seçimler’ olarak nitelenemeyeceğini belirtmek isteriz.
Fiili/de facto OHAL koşullarında dahası özel olarak keyfi gözaltı uygulamalarının sıradanlaştırılmaya çalışıldığı, özellikle Kürtlerin yoğun yaşadığı yerleşim birimlerinde gündeme gelen “taşıma seçmenler”in söz konusu olduğu bir ortamda özgür ve gerçek seçimlerden söz edebilmenin olanaklı olmadığını hatırlatmak isteriz.
Bir yandan 31 Mart gecesi itibari ile toplumun pek çok kesimdeki yeniden hissedilen temkinli umut, öte yandan insan haklarına dayalı rejim fikriyatından uzaklaştığı gerçeği ülkenin kritik bir dönemeçte olduğunu ortaya koymaktadır.
Böyle bir dönemde siyasal alanın dönüştürücü gücünün esas olarak insan hakları değer ve ilkelerine dayalı yeni bir ortak yaşam tahayyülünü eylemli bir şekilde sahiplenen toplumsal kesimlerin etkin katılımı sağlanabildiği ölçüde anlamlı hâle gelebileceğini özel olarak bir kez daha vurgulamakta yarar olsa gerektir.
(AS)