Haberin İngilizcesi için tıklayın
Libya'da öldürülen MİT görevlisinin cenaze haberini nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 329/1. maddesi ve Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 27.maddesinden yargılanan Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel'in bugün Çağlayan'daki İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ikinci duruşması görülen davada esas hakkındaki mütalaaya karşı yaptığı savunmayı yayınlıyoruz.
TIKLAYIN - Mütalaa okunmadan savunmalara geçildi
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
“İnsanları adalet cezalandırıyor” inancının, “insanlar insanları cezalandırıyor” inancına dönüştüğü, ismi yüz yıl önce hürriyet isteyen ve sonucunda kapıları “mim” harfi ile işaretlenen zabitler gibi, yani “mimlenen” bir gazeteci olarak; yaşadığım adaletsizliği, hukuksuzluğu adalet ve hukuk ile savunmak için yeniden huzurunuzda bulunuyorum.
İnsanlık tarihi boyunca üzerinde durulan en önemli konulardan biri adalettir.
Elindeki kılıçla adaleti sağlayan o güzel kadın Yustitsia’nın (Justitia) gözleri boşuna kapalı değildir. Çünkü o, tarafsızlığına en hafif şekilde gölge düşürecek herhangi bir davranıştan ve tavırdan uzak durur.
Sümerlerden sonraki dönemde kil tabletler üzerine işlenen ve sonra insanlığın ilk kanunları sayılan Hammurabi kanunlarının ilk beş maddesi “adalet” ile ilgilidir.
Sokrates ; “adaletten yoksun bir devlet kendi adaletsizliği tarafından yıkılır” der.
Platon; “adil bir mahkeme, devlet binasının en sağlam direğidir” der.
Ömer Hayyam; “adalet, kâinatın ruhudur” der.
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed; “bir ülke küfürle ayakta kalabilir fakat adaletsizlikle, zulümle ayakta duramaz. Adalet ülkenin temelidir. Bir saat adalete hüküm vermek altmış yıl ibadetten daha değerlidir” der.
1215’te yazılmış olan Magna Carta, hak ve özgürlüklerin yanı sıra “adalet” kavramına özellikle vurgu yapar. Bütün sonraki modern yasalar bu ilkeyi gözeterek kaleme alınmışlardır.
Kant’a göre “adalet”, “insanın kendine başkalarından beklediği tavrı, ortaya koymasıdır.”
Aydınlanma çağından bu yana adalet, şahsi bir erdem olmanın ötesinde, toplumsal barışın temelini oluşturan bir ilke haline gelmiştir. Bir toplumda adalet duygusu, eğer yurttaşları kanunlar karşısında eşitse, hak ve özgürlüklerden aynı oranda yararlanabiliyorlarsa ve özellikle de bireylerin adil davranma özgürlüğü kısıtlanmamışsa tam anlamıyla gelişmiştir. Bu yüzden BM gibi uluslararası kurumlar, devletler ve hükümetler açıklamalarının en başına adalet kavramını yerleştirirler. Çünkü onlar toplumların ve herhangi bir insani birliğin ancak adalet duygusu temelinde inşa edilebileceğini bilmektedirler. Adalet duygusu zedelenmiş hiçbir devlet, hükümet ve toplumsal yapı ayakta kalamamıştır. Tarihsel kayıtlar, zalimlikleri ayyuka çıkmış iktidarların, adalet duygusunun zedelenmesi sonucunda yıkılıp gitmesiyle doludur.
İbn Haldun Mukaddime’de adaleti, şahsi bir erdem olmaktan çıkarmış, iktidarların mutlaka gözetmesi gereken en yüksek prensip haline getirmiştir. Çünkü herhangi birinin adaletsizliği kolaylıkla düzeltilebilir fakat iktidarların ve onların yönetimi altında hareketeden mahkemelerin adaletsizliği kolay kolay düzeltilemez. “Adaletsizlik, sanıldığı gibi sadece karşılığı ödenmeden veya herhangi bir gerekçe sunmadan bir kimsenin mal ve hakkını gasp etmek değildir. Adaletsizlik bundan çok daha kapsamlıdır… Bilinmeli ki yasa koyucunun bilgeliğinin amacı, adaletsizliklerin önüne geçmek ve böylece uygarlığı tahrip edecek olan eylemleri önlemektir. Çünkü eğer bu önlenemezse sonuçta bu süreç insan türünün yok olmasına kadar da gidebilir… Neticede adaletsizliğe herkes değil sadece egemen olanlar, yani iktidarı ellerinde tutanlar başvurabilmektedirler.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, adaleti bağımsızlık ile eşdeğer görmüştür.
Mahkeme kavramı, Arapçadan gelir, akla başvurmak suretiyle muhakeme edilen, hüküm verilen yer demektir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak aklıyla öne çıkar. Akıllı olmak, mevcut doneleri kafamızdaki şemalara göre değil olduğu gibideğerlendirmektir. Adalet ise, adil olmaktan, yani dengeli ve ölçülü olmaktan gelir. Adaleti uygulamak demek doğruluğu hâkim kılmaktır.
Bugün Türk Ulusunun yüzde 68’i yasaların herkese eşit, tarafsız ve adil uygulandığına inanmıyor. Yani yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu Anayasamızdaki “herkes” tanımlamasının kendisini kapsamadığını düşünüyor. Yargıya güvenmiyor, yargının eşit ve bağımsız olmadığını düşünüyor. Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde bu yıl 180 ülke arasında 154'üncü sırada yer aldı. Ülke olarak basın ve ifade özgürlüğünde geldiğimiz nokta budur. Sebebi bir tweetten yahut yaptığı bir haberden dolayı 6 aydır haksız yere tutulan gazetecilerdir.
Adalete, hukuka duyulan güvenin sarsılmasının ve azalmasının tek sorumlusu adaleti temsil eden kurum ve kişilerdir. Hukuk ve adaleti iktidarın emrine verenler, onları güçlü olanın hizmet aracı olarak görenler; siyaseti, adaletsizliği ve korkuyu mahkeme salonlarına sokanlar, hukuka ve adalete olan güveni ortadan kaldırmışlardır.
Siyasal iktidarın kin ve öfke seli, mahkeme salonlarında sağduyuyu yok etmiş, vicdanları yaralamıştır.
Böylece adalet duygusu kaybolmuş, yerini güdümlü hukuk, peşin yargı ve siyasal kine bırakmıştır.
Siyasi kinle hareket eden, adalet duygusunu yitiren yargı mensuplarının ülkemize neler yaşattıklarını ve onların neler yaşadıklarını hatırlayalım! İnsanın en önemli özelliğinin akla başvurmak olduğunu söylemiştik, fakat aynı zamanda insanın en akıl almaz özelliklerinden biri de yaşananlardan ders çıkarmaması ve unutmasıdır. Bazı insanlar tarihten ders çıkarmazlar; çekilen ıstırapları yüreklerinde hissetmedikleri için de geçmişin hatalarını tekrar edip dururlar. Tarih hem acımasızdır, hem de eninde sonunda adaletin yerini bulmasını sağlar. Ben, adaletin eninde sonunda yerini bulacağından eminim, fakat suçsuz yere beni mahkûm ettirmek isteyenler de hak ettikleri cezayı bulacaklardır.
Pascal’ın da dediği gibi; “Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kıldığımız” dönemleri yaşıyoruz yeniden. Ders almıyoruz, çünkü FETÖ kumpas davalarında araçsallaştırılan adaletin nasıl aciz kaldığını, buna karşın adaleti olmayan iktidarın da nasıl zalim olabileceğini gördük. Adaleti olmayan erkin nasıl güdümlü bir yapıya dönüştüğünü ve tüm yargı organlarının nasıl töhmet altında kaldığını gördük. 15 Temmuz hain darbe girişimi öncesi ve sonrası yapılan FETÖ/PDY operasyonları neticesinde 3908 hâkim ve savcı meslekten atıldı. Bu rakam dahi şu ana kadar anlatmaya çalıştığım durumun özetidir. Artık bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz anda daha kötü bir durum ve olayla karşılaşıyoruz.
Akıllanmıyoruz, düşünmüyoruz, ders çıkarmıyoruz. Adil olanın güçlü, güçlü olanın da adil olmadığı sürece biz tekrar tekrar bu durumları yaşayacağız. Dün yargıda örgütlenen FETÖ’den bahsediyorduk. Bugün adaletten, yargının bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden bahsetmemiz gerekirken, oturmuş FETÖ’nün boşalttığı yere METÖ mü geldi, PETÖ mü geldi diye tahminler yürütüyoruz. Yarın daha başka bir yapıdan bahsedeceğiz. Yargı bağımsız, adil ve cesur olmadıkça yargıyı ele geçirmek isteyen siyasi güçlerin desteklediği yapılar ve bu yapıların emir eri olmuş savcı ve hâkimlerden bahsetmeye devam edeceğiz.
Dün, siyaset ve cemaat koalisyonunun hedeflerine ulaşmasının önünde engel olan kurumların, kadroların, yargı bürokrasisinin, askerlerin, aydınların, gazetecilerin, politikacıların tasfiye edilmesini sağlayan FETÖ Kumpas Davaları sürecini yaşadık. Bu sürecin yakın tanığı olan, bizatihi bu kumpaslarda yargılanan, tutuklanan üç gazeteci olarak yine bugün toplumu sindirmeye, muhalefeti susturmaya, korkutmaya yönelik yapıldığını düşündüğüm, ileride de adı “Kumpas 2. Versiyon” davası olarak kayıtlara geçmesi muhtemel bu davada da sanığız ve tutukluyuz.
Amacım mahkemenizi töhmet altında bırakmak değildir. Aksine uyarmaktır. Çünkü FETÖ kumpas davaları döneminde ne yaşadıysak bu dava sürecinde de noktası ve virgülü ile aynısını yaşadık ve yaşıyoruz. Kumpas davaları düzmece belge, sahte delil, gizli tanık, yalan ve iftiraya dayalı zorlama yorum ve varsayımlarla üretilmiş suçlamalardan oluşuyordu. Bugün yargılandığımız bu dava da aynı özellikleri taşıyor.
O günkü davalarda da masumiyet karinesi yok sayılıyordu. Bugün de yok sayılıyor. O gün de tutuklamalardan önce gazetelerde hedef gösterilip linç ediliyorduk bugün de. O gün iddianameler teknelerde, kapalı kapılar ardında hazırlanıyordu ki bu ortaya çıktı. Bugün de yalılarda hazırlandığı konusunda bir algı var. O gün gazeteler iddianame yazıyor, TV kanallarında yargılama yapıyor, köşe yazarları hüküm veriyordu bugün de böyle bir algı var. O gün de mahkemelerde savcılar, yargıçlar bizi dinlemiyor, dilekçelerimizi okumuyordu bugün de bizleri dinlemiyor ve dilekçelerimiz okunmuyor. O gün de kararlar kes kopyala yapıştır şeklinde veriliyordu bugün de böyle bir algı var. Yani biz aynı Kumpas davaları sürecini yaşıyoruz.
Sayın Başkan,
Roma devrinden beri hukuk, iddiası olanı ispatla mükellef saymıştır. Hatta iddiasını ispatlayamayan; iftiracı ve haksız davacı alçak bir adam olarak kayda geçer ve alnına iftira anlamını taşıyan “Kalumnia” kelimesinin ilk harfi basılırdı.
Modern hukuk siteminde ise herhangi birine suç isnat edildiğinde, suçu kanıtlamak yargının görevidir. Yargı, elindeki yasal olanaklarla, suçladığı kişiyle ilgili bütün kanıtları ortaya koymalıdır. Ceza yargılamasında suçu kanıtlama sorumluluğu doğrudan doğruya yargıya aittir. Yurttaşa “ sen suçsuz olduğunu kanıtla” diyemezsiniz. Denirse, bu, temel hukuk kurallarına aykırı olduğu gibi altına imza koyduğumuz uluslararası antlaşmalara da ters düşer. Yani müddei, iddiasını ispatlamakla yükümlüdür. Bu davada da hakkımdaki suçlamaların ispat yükümlülüğü iddia makamındadır.
Savcılık makamının mahkemenize sunduğu iddianame de bu yükümlülüğün belgesidir. Ben iddianameyi alıp defalarca okudum ve her seferinde iddianameyi bir kıssa ile özdeşleştirdim.
Bir gün cahil hocanın biri kalabalığa, Hz Yusuf’u “O hangi evliyaydı ki bacıları onu bir göle attı da anası gelip kurtardı” diye sormuş. Bilge bir adam da “Hangi yanlışını düzelteyim birader? Bir kere evliya değil peygamber, bacıları değil erkek kardeşleri, göle değil kuyuya attılar, anası değil kervancılar kurtardı” der.
Maalesef iddianamedeki durum tam da bu kıssadaki gibidir. Hakkımdaki suçlama bütünüyle yanlış, delilsiz, mesnetsiz bir suçlama ve niyettir. Bu nedenden dolayı da ilk celsedeki savunmamda iddianameye “Niyetname” demiştim. Mütalaanın da ondan farklı olmadığını gördüm.
İddianameler, niyet metinleri olmamalıdır. Kıssadaki gibi yanlışlar ve safsatalar üzerine bina edilmemelidir. İddianameler hakikate dayanan, delillerle güçlendirilmiş metinlerdir. Savcılık makamı sanığın lehine olan bilgi ve gerçekleri saklamaz, belgeleri tahrif etmez. Savcılık makamı tarafsız değildir, fakat hakkaniyeti ve doğruluğu prensip edinmelidir. Ayrıca yasa gereği sadece aleyhime olan değil, lehime olan delilleri de toplamak zorundadır.
İddia makamı iddianamesinde ve mütalaasında, bir Cumhuriyetin Savcısı gibi davranmamıştır. Sayın savcının durumu, hastanın durumunu daha da ağırlaştıran sorunlu bir doktorun davranışına benzemektedir.
İlk celsede yaptığım savunmamda; önemli, önemsiz hiçbir şeyi saklayıp gizlemeden, değiştirmeden gerçekleri tane tane anlattım, belgeleri de heyetinize sundum.
Savunmamda mesleğimin gazetecilik olduğunu, mesleğimi toplumsal adalet için kullandığımı, birileri gibi gizli ajandalarla hareket etmediğimi, hatta bu mesleği toplumun sesi olmak için seçtiğimi size anlatmaya çalıştım. Benim arkamda herhangi bir güç yoktur. Söz konusu tweeti bana attıran veya attırabilecek kimse de yoktur. O tweeti bana attıran duygu, bu vatana olan sevgimdir.
Özellikle burada kendimi değil gazeteciliği savundum. Her koşulda da savunmaya devam edeceğim. Ben gazeteciyim! Ama bana bugün gazetecilik dışında hangi mesleği yapmak istersin diye sorsalar; herhalde “bu davanın savcısı” olmak isterim derdim. Bakın savcılık demiyorum. Bugün, burada huzurunuzda yargılandığım “davanın savcısı” olmak istiyorum derdim.
Değerli meslektaşım, cezaevi ve dava arkadaşım Barış Terkoğlu, ilk celsede yaptığı savunmada; “Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam, savcısı değil sanığı olmayı tercih ederim demişti. Bunu da tüm mantık etkisi ve zamanın yaşananlara dair vereceği “olumsuz hükmü” göz önüne alarak söylediğini düşünüyorum.
Ama ben aksi düşüncedeyim. Ben “bu davanın savcısı olmalıyım”. Yapılan yanlışı düzeltmek, adaleti tesis etmek, gazeteciliği ayağa kaldırmak, düzenin değil toplumun menfaati için çabalamak adına bunu yapmalıyım. Bu benim karakterim, bu benim ideolojim, bu benim topluma olan borcumdur.
Ben “Devrimciliğe”, ben “Halkçılığa”, ben “Cumhuriyetçiliğe” inan bir Türk evladı olarak bunu yapmalıyım. Bozulanı düzeltmeli, yıkılanı ayağa kaldırmalı, toplumu ayrıştıran uygulamaları ortadan kaldırmalıyım. Hakkı, “hakkı olana” teslim ederek, adil olarak özgürlükleri getirerek bunu yapmalıyım. Özetle yaşadıklarımızı, tarihe havale etmeden, yaşadıklarımızı başka vatan evlatları yaşamasın diye, ülkenin adliyelerinde bir bozulma varsa bunu düzeltmek için ben “bu davanın savcısı, hâkimi, katibi, mübaşiri” olmalıyım.
Ülkenin ilk Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un “Cumhuriyet Savcıları, Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu yurtta yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz” sözündeki derin anlamla, gerekirse bedel ödeyerek bunu yapmalıyım. Tıpkı gazetecilik mesleğini yapmamdan dolayı şu an nasıl bedel ödüyorsam, gerekirse aynı bedeli ödemekten çekinmeden bunu yapmalıyım.
Sayın Başkan, Sayın Heyet,
İlk celsede yaptığım savunmamı hatırlatmak adına; çok kısa kronolojik silsileyi tekrar arz etmek istiyorum.
- 18 Şubat: Libya’ya giden gemimiz, darbeci Hafter güçleri tarafından vuruldu. Vurulma anına ait videolar, bir generalimiz ve beş askerimizin şehit olduğu iddiaları yerel ve yabancı medyada, sosyal medyada paylaşıldı. Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın konu hakkında açıklama yaptı
- 19 Şubat: “1993’lüler Derneği” devre arkadaşları O. A.’nın şehit olduğunu ve törensiz bir şekilde defnedildiğini açıkladı.
- 19 Şubat: Aynı gün Abdullah Ağar, yüzbinlerce takipçisinin olduğu sosyal medya hesabından büyük harflerle vurgulama yaparak; “vatan kimi zaman bilinen, kimi zaman da BİLİNMEYEN KAHRAMANLARIYLA” yükselir mesajını ve şehidimizin fotoğrafını paylaştı.
- 19 Şubat: Yine aynı gün şehidimizin defnedildiği yerin muhtarı Cemali Merter, şehidimiz S. C.’nin adı soyadı, baba adı, adresi ve fotoğraflarını sosyal medya hesabından paylaştı. Paylaşımın devamında iki şehidimizin yer aldığı, benim de paylaşımımda kullandığım fotoğrafları doğum ölüm yılları ile birlikte kullandı ve paylaştı.
- 19 Şubat: Aynı gün içinde şehit O. A için Manisa’da cenaze töreni düzenlendi. Cenazeye milletvekilleri, Belediye Başkanı, kamu kurum ve kuruluşu yöneticileri ve yüzlerce vatandaş katıldı. Cenazeye MİT Teşkilat Başkanı yazılı çelenk gönderdi. Fotoğraflar çekildi, cenazeden canlı yayın yapıldı.
- 19 Şubat: Devamında “Bize Emanet” adlı site ve sosyal medya hesaplarından şehitlerimizin adı, soyadı ve fotoğrafları yayımlandı.
- 20-21 Şubat: Milyonlarca takipçisi olan “Bordo Bereliler”, “T.C Türk Özel Kuvvetleri” adlı hesaplardan şehitlerimizin fotoğrafları, adları ve soyadları paylaşıldı. Yüzbinlerce kişi bu paylaşımları beğendi ve paylaştı.
- 22 Şubat: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir otoyol açılışında; “Libya’da birkaç tane şehidimiz” var açıklamasını yaptı.
- 22 Şubat: Yine aynı gün on binlerce kişi; “şehitler kim”, “birkaç tane”, “törensiz şehit gömülmesi” gibi başlıklarla tepki ve rahmet içerikli paylaşımlar yaptı.
- 22 Şubat: Devam eden saatlerde Cumhurbaşkanı açıklamasından sonra Yeniçağ Gazetesi internet haber sitesinde Batuhan Çolak tarafından Libya’daki şehitler haberi paylaşıldı.
- 22 Şubat: Yeniçağ’da çıkan haber kaynak gösterilerek “SOL” ve “T24” internet sitelerinde şehitler ile ilgili haber yayımlandı.
- 22 Şubat: Batuhan Çolak, Yeniçağ gazetesindeki haberi kaldırıp, haberi olduğu gibi sosyal medya hesabından paylaştı.
22 Şubatta paylaşımı yapmadan önce yaşanan gelişmelerin özetinin özeti bu şekildedir. Bu gelişmelerden günler ve saatler sonra 23:06’da ben de şehitlerimiz hakkında “birkaç tane” açıklamasına ve “törensiz gömülmesine” tepki göstererek, şehitlerimizin şehadetini yüceltmek amacıyla “Libya’da şehit olan ve birkaç tane şehidimiz var” diyerek geçiştirilen, tören dahi yapılmadan defnedilen “case officer meslek memuru” kahraman şehitlerimizin isimleri S. C. ve O. A.’dır yazılı mesajı paylaştım.
Bu paylaşımı yapmamdan kısa süre sonra küfürlü, hakaretli yorumlara maruz kaldım. Anlayamadım. Avukatım Aylin Hanım’a durumu anlattım. Sonrasında hesabım yasadışı şekilde ele geçirildi ve paylaşımlarım silindi. Şehitlerimiz hakkındaki paylaşımlarım 40-50 dakika yayında kalmıştır ve çok az kişi tarafından paylaşılmıştır.
Tüm süreç budur. Bu paylaşımın tarihi olan 22 Şubat ve Odatv’de haberin paylaşıldığı 3 Mart gününe kadar olan sürede herhangi bir suç unsuru görülmemiş olmalı ki bir soruşturma da açılmadı. Odatv, şehidimizin cenazesini haber yapınca bir anda suç olduğu akıllara gelmiş gibi suç duyurusu yapılmıştır. Peki, sıraladığım kronolojide bulunan kaç kişi hakkında suç duyurusu yapıldı? Sıfır!
Bunun yapılması gerekir anlamında söylemiyorum. Ancak tüm bunları yok sayıp; ilk “Murat Ağırel paylaştı” iddiasının ne kadar art niyetli olduğunu anlamanız için söylüyorum.
İddia makamının iddia ettiği gibi şehitlerimizin fotoğrafları, ad ve soyadları ilk benim tarafımdan değil, günler öncesinden on binlerce kişi tarafından paylaşılmış ve yayılmıştır. Mahkemenize örnek isimler verdim, daha fazlasını da bu davanın başlangıcından itibaren tüm sulh ceza mahkemelerine, mahkemenize avukatlarım tarafından dilekçe eki ile birlikte sunuldu. Ancak bu sunduğumuz delilleri bir tek 8. Sulh Ceza Mahkemesi gördü! Ve beni adli kontrol şartı ile serbest bıraktı. 8. Sulh Ceza Mahkemesi’nin gördüğü ve kararında da açık açık yazdığı belgeleri sonraki mahkeme başkanları görmemeyi tercih etmiştir.
İddia makamının bir diğer iddiası, paylaşımımda yer alan “case officer meslek memuru” ifadesinin MİT mensuplarının yurtdışı faaliyetlerini deşifre etmek kastıyla ve yabancı istihbarat birimlerince de anlaşılacak şekilde deşifre edildiği iddiasıdır. Mütalaada da aynı ısrar devam etmektedir.
Öncelikle iddia makamının bu iddiasının doğru olması için “case officer meslek memuru” ifadesinin ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. İddia makamı birbirinin tanımı olarak kullandığım bu ifadeyi; ayrı ayrı değerlendirip iki ayrı ifade haline getirmiş ve iki ifadenin de “istihbari bir terim” olduğu sonucuna varmıştır. İddia makamı istihbarat denince sanırım sadece MİT’in kastedildiğini varsayıyor ki böylesi bir tespitte bulunuyor. Bu ifadeleri MİT’in Libya’daki faaliyetlerini tüm yabancı istihbarat birimlerince anlaşılması için kullandığımı iddia etmektedir.
“Case officer meslek memuru” ifadelerinin istihbari bir terim olduğuna dair bir delil, belge, örnek var mı? YOK!
Peki nereden çıktı bu tanımlama? İddia makamından. Doğru mu? Değil. İlk celsede mahkemenize onlarca ülkedeki “case officer”ın hangi anlamla kullanıldığını belgeleri ile sundum. İngiltere’de www.reed.co.uk adlı sitede yer alan, Melbourne Avustralya’da faaliyet gösteren bir ticari işletmede verilen iş ilanını size sundum. Bu ifadenin tarım, eczacılık, uluslararası kuruluşlar, hukuk, güvenlik, hayır kuruluşları, bilişim vb. birçok alanda kullanıldığını belgeleri ile sundum.
Türkiye’den de örnek verdim. Yeryüzü Doktorları adlı kamu yararına çalışan derneğin www.gelbasla.com adlı eleman arama sitesinde verdiği ilan ile “case officer” aradığını belgeleriyle size gösterdim ve sundum.
Hatta iş ve mesleki tanıtım amaçlarıyla kurulmuş olan Linkedin adlı internet sitesinde; hesap uzmanı Kızılay çalışanı, yurttaşların meslek tanımlamalarını “case officer” olarak yaptıklarını ve kullandıklarını belgeleri ile sundum.
Yine iddia makamının MİT içerisinde kullanıldığını iddia ettiği ve bir istihbari terim olduğunu söylediği “meslek memuru” ifadesinin de Dış İşleri Bakanlığı memurlarının resmi unvanı olduğunu bakanlığın resmi web sayfasından alınan yazısı ile belgelendirmiş ve açıklamıştım.
Yani iddia makamının beni suçlu gösterebilmek adına, zorlama iddialarla nasıl bir niyet beslediğini, iddialarının hiçbir şekilde doğru olmadığını delillerle, belgelerle anlattım ve mahkemenize sundum. İddia makamı ise iddialarıyla ilgili olarak tek bir delil, somut bir kanıt sunamamıştır. Ben ise; iddiasını ispat zorunluluğu olan iddia makamının aksine ve “suçsuz olduğunu ispatla, ben delil sunmuyorum” demesine rağmen, suçsuz olduğumu ve nasıl suçsuz olduğumu deliller ile açıkladım. Bu delilleri mahkemenize sundum.
Sayın Başsavcılığın hala “case officer” ile ilgili soruları da varsa cevaplamaya hazırım.
İddianamede yer alan diğer bir iddia ise benim bir yurtdışı haber ajansının Türkiye bürosu ile 914 saniyelik bir telefon görüşmesi yaptığım iddiasıdır. Ancak bunun iddianamede niçin yer aldığı belirtilmemiştir. Telefon görüşmesi yaptığım doğrudur. Peki bu görüşmeyi hangi ajansla yaptım? Türkiye’deki yasal mevzuata göre kurulmuş ve denetlenen yabancı bir haber ajansı olan Sputnik Radyo’nun Türkiye’deki bürosuyla. Telefon görüşmesi, Ahu Özyurt’un söz konusu radyoda yaptığı bir programa telefonla bağlanarak yaptığım konuşmadır. Konu ise o günlerde henüz yeni yayımlanmış olan Sarmal adlı kitabımdır. Bu canlı yayının kayıtları halen radyonun Youtube sayfasında bulunmaktadır. Deşifresini de mahkemenize sundum. Ancak altı yıldır ülkemizde resmi makamların izniyle kurulmuş ve yasalara uygun şekilde faaliyet yürüten bir radyo programında yaptığım canlı yayın bağlantısı suç olmamasına ve dava ile alakası olmamasına rağmen suç unsuru olarak yer almıştır.
Amaç gayet açıktır. Beni yabancı ülkelerin ajanlarıyla bağlantılı göstererek bir casusluk faaliyeti yürüttüğüm izlenimi verilmek istenmiştir. Yani iddia makamının diğer iddiaları gibi, bu da art niyetli bir suçlamadır. Hatta bu niyeti olgunlaştırabilmek adına; savcılık makamından birileri(!) gizlilik kararı olmasına rağmen, HTS kayıtlarını organize suç şebekesi gazetelere göndermiş ve “15 dakikalık Sır Görüşme” başlığı ile paylaşım emrini yurtdışından aldığıma dair haberler yaptırılmıştır.
İlk celsede yapmış olduğum savunmamda Duruşma Savcısı sorular sordu. Sorusunu sorarken başlangıçta şöyle demiştir. “Şimdi iddianamenin bütünü değerlendirildiğinde, zaten sizin de açıkladığınız gibi “case officer” ibaresinin, birçok meslekte kullanıldığı sabit”tir. Bir daha okuyorum sayın başkanım. Gördünüz mü? Aylardır tek kişilik hücrede hapiste tutulmama sebep olan iddialar, iddia makamının mahkemelere bildirdiği gibi değilmiş. Duruşma savcısı da bu durumu kabul etti. Peki, benim hakkımda başka hangi iddia bulunmaktadır? Başka bir iddia yoktur.
Ben yine de duruşma savcısının sorduğu başka bir soruya açıklık getirmek ve mahkemenize yeni bir belge sunmak istiyorum.
Duruşma savcısının sorusu özetle şudur; “Neden sadece ‘meslek memuru’ demedin de ‘case officer’ terimini de kullandın? Meslek memuru tabiriniz yeterli olabilirdi, daha aşağıya inerek farklı bir tabir kullanmanızın sebebini sormak istedim. Çünkü desk officer da diyebilirsiniz. Masa başında çalışan bir kişi olur” şeklinde olmuştur.
Sayın Savcı soru sorarken benim savunmamda ve yaptığım paylaşımda yer almayan bir terimi var gibi göstermiş, sonra da bu soruyu sormuştur. Desk officer masa başı çalışanı ise table officer nedir? Bilmediğim için soruyorum. Yani bu saçma bir soru. Yurtdışı istihbaratının kendi aralarında haberleşmek için özel mesajlaşma programları olduğunu, kendi sosyal ağlarının ve arama motorlarının olduğunu, CIA ajanı Edward Snowden’ın itiraflarına ve kitabındaki bilgilere yer vererek açıklamıştım.
Çok büyük operasyonlara imza atan iddia makamına, böylesi boş bir iddiayı inanın yakıştıramıyorum. İstihbarat faaliyetlerinin ve casusluğun iddia makamının iddia ettiği kadar basit ve düz mantıkla yürütülmediğini birçok kaynak ve olaylardan öğrenmiş bulunuyoruz.
Paylaştığım tweette ne MİT ifadesi, ne de iması vardır. MİT’in Libya faaliyetleri ilgili tek bir kelime yoktur. İddia makamı bütün iddialarını bir cümlenin içinden kesip aldığı tek bir kelimeye dayandırmaktadır. Nasıl bir kitabın bir sayfasını okuyarak kitabın tamamı hakkında, bir sayfadaki cümle ile tüm sayfa hakkında, bir cümle içerisindeki bir kelime ile tüm cümle hakkında fikir sahibi olamaz ve yargıda bulunamazsak benim tweetimdeki tek bir kelime ile de iddianamedeki iddiaya ulaşamazsınız. Bu art niyetli, zorlayıcı bir niyet okuma olur.
Bir gazeteci bir konuyu ele alırken özgün olmasını ister. Tabağına özen gösteren bir aşçı titizliğinde olur. Tweet mesajında da, haberinde de, makalesinde de önceliği doğru bilgi ve belgedir. Aynı zamanda bunları dikkat çekici ve farklı bir şekilde sunmak ister. İlk celsede de anlattım. Benim bir kastım, amacım olmamıştır.
Ancak iddia makamı case officer ifadesini, meslek memuru ifadesinin karşılığı olarak kullandığım gerçeğini göz ardı ederek MİT’in Libya’daki faaliyetlerinin yabancı istihbarat mensupları tarafından anlaşılması için kullandığımı iddia ediyor. Bu kadar ağır ve ciddi bir iddianın delillerle ispatlanması gerekmektedir.
Gerçekten istihbarat ve casusluk bu kadar kolay mı? Yani istihbarat kurumları tüm önlemleri almış ama bir gazeteci resmi twitter hesabından bir kelime ile tüm Libya faaliyetlerimizi nedensiz yere ifşa etmiş. Buna inanmamızı mı istiyor iddia makamı?
Sayın Başkan,
İstihbarat ve casusluk, bu kadar kolay ve sıradan bir olay değildir. İstihbarat çalışanları, emrindeki gazetecilere bu yönde işlemler yaptırıyor olabilir, ancak benim gibi gazetecilere bunu teklif dahi edemez. Bakın ben, Libya faaliyetlerimizin nasıl ve kimler tarafından ifşa edildiğini mahkemenize ve iddia makamına belgesi ile sunuyorum.
Elimde gördüğünüz, BBC haber ajansının Ocak 2020 tarihinden bu yana Türkiye’nin Libya çalışmalarının yer aldığı haberidir.
Cezaevinde, yurtdışında Libya ile ilgili paylaşılan haberlerin toplanmasını avukatım Ziya İlker Göktaş’tan istedim. Onlarca haber var. Düşürülen insansız hava araçlarımız vs. gibi. İçlerinden biri özellikle dehşete düşürücü nitelikte.
BBC, Türkiye’den Libya’ya hareket eden her gemimizi, uyduların da yardımıyla takip etmiş. Hangi limandan ne zaman ayrılmışsa, ne taşıyor ve kaç pervanesi varsa, seyir rotası ve koruyan gemiler hangileriyse gün gün, saat saat haberleştirmiştir. Size bu haberden bir fotoğrafı sunuyorum. Fotoğraf Libya’ya giden bir geminin köprü üstünden (kaptan köşkünden) çekilmiş. Bilindiği gibi köprü üstü, geminin sevk ve idaresinin yapıldığı mahaldir. Seyir, haberleşme ekipmanlarının bulunduğu, üst yapının en üst kısmında bulunur ve kaptanın gemiyi yönettiği yerdir. Bu videoda, onu koruyan savaş gemimizin de görüntüleri vardır. İşte bu video ve fotoğrafın çekildiği gemi iki vatan evladını şehit verdiğimiz gemidir. BBC bu geminin tüm rotasını, taşıdığı yükü, personel ad ve soyadları gibi tüm bilgileri yayınlamıştır. Hatta geminin içinden cep telefonu kamerası olduğu düşünülen bir cihazla çekilmiş görüntülerde Youtube’da yayınlanmış ve halen de herkese açıktır. Yani gemide bir casusun olduğu çok açık. Bu casus, kaptanın gemiyi yönettiği köprü üstüne dahi girip, gemideki tüm bilgileri yabancılara ulaştırıyor, onlar da haber yapıyor.
Şimdi soruyorum. Anlamından saptırılan bir kelime ile mi ifşa yapılır, yoksa gemi içerisinde bulunan casus ile mi, yoksa BBC’nin haberi ile mi? Yabancı bir istihbaratın, genel bir ifade olarak kullanılan bir kelime ile MİT’in Libya faaliyetlerini öğrendiği yalanına inanıyor musunuz? Size ifşanın nasıl yapıldığını, kimin yaptığını, gemimizin içinde casus olduğunu belgesi ile sunuyorum.
Benim bu ulaştığım bilgilere MİT veya iddia makamı savcılar nasıl ulaşamaz? Nasıl bunu göremez? Görüyor ve biliyorlarsa; benim hakkımda böylesine basit ve komik bir iddiada nasıl bulunabiliyorlar?
Şimdi ben soruyorum!
Geçtiğimiz aylarda AKP Medya İletişim Başkan Yardımcısı Emre Cemil Ayvalı, katıldığı bir programda bir itirafta bulundu. “Biz, Kemalistler ile Fethullahçıları birbiri ile çarpıştırdık” dedi. O çarpıştırma dediği kumpas davaları oluyor. O davalarda Türk Ordusunun şerefli subayları, gazeteciler, yazarlar yargılandı hapsedildi. Murat Özenalp, Cem Aziz Çakmak, Kuddusi Okkır, Ali Tatar, Kaşif Kozinoğlu, Emcet Olcaytu, Türkan Saylan, İlhan Selçuk o günlerde hayatlarını kaybettiler. O davalarda ben de yargılandım.
Soruyorum şimdi Sayın Başkan. Acaba şimdi kiminle kimler çarpıştırılıyor ki, biz yine böylesi bir davada yargılanıyoruz?
Yine “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyerek bir uzlaşma sonucu mu tutuklandık? Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve ben FETÖ ile mücadele eden, kumpas davalarında yargılanmış ve yeni 15 Temmuzlar olmasın diye çalışan, yazan ve anlatan kişileriz.
Şu anda yaşadığımız dava süreci ve yöntemler Kumpas davaları ile aynı demiştim. Biz yine neyin bedelini ödüyoruz?
Bu soruların cevabını kim verecek?
Mahkeme heyetiniz 24 Haziran’da tutukluluğumun devamına karar verdi. Gerekçe olarak da tanık beyanları, delillerin karartılma ihtimali, kaçma şüphesi belirtildi. Mahkemenizin değerli heyetine soruyorum. Benim hakkımda; paylaştığım tweet mesajı dışında var olan ve bizlerin bilmediği deliller nelerdir. Tek delil tweet mesajı ise ben bunu da kabul etmişken neyi nasıl karartacağım. Hakkımdaki tanık kimdir? İlk celsede biz bu tanığı neden görmedik, dinlemedik. Haftanın üç günü gazetede yazı yazan, iki günü TV’de program yapan, sabit ev ve iş adresi bulunan, iki defa kendi iradesi ile ifade vermeye gelen kişide kaçma şüphesini nasıl gördünüz?
Kaçma şüphesi gördüğünüz ben ile ilgili bir fotoğraf göstermek istiyorum size. Bu fotoğraf 05 Ağustos 2013 tarihine aittir. Yani Kumpas Davası Ergenekon’un karar duruşmasının olduğu gün. Saat 05:30. Fotoğrafta benimle birlikte bulunan kişiler gazeteci Fatma Sibel Yüksek ve eşidir. Bizler tutuksuz sanıklar olmamıza rağmen, elimizde valizlerle tutuklanacağımızı bile bile duruşmaya geldik. Tutuklanacağını bile bile duruşmaya giden az sayıdaki sanıktan biriyim. Siz hangi kaçma şüphesinden bahsediyorsunuz?
Ben neden tutukluyum?
Sayın Başkan Sayın Heyet,
MİT’in Libya’da görev yaptığı Cumhurbaşkanı tarafından açıklanıyor. BBC Libya’ya giden gemileri, gemilerde bulunan personeli, gemilerde bulunan malzemeleri gün gün rapor ediyor. 18 Şubat’ta gemimiz vuruluyor, iki vatan evladı şehit oluyor. 19 Şubat’ta şehidin devre arkadaşları isim, soy isim, fotoğrafı ile bildirim yapıyor. Yine 19 Şubat’ta şehidin fotoğrafı, baba adı, adresi muhtar tarafından duyuruluyor. Manisa’da tören düzenleniyor, tüm Manisa törene davet ediliyor. Milletvekili, Belediye Başkanı, siyasi parti temsilcileri ve yüzlerce vatandaş törene katılıyor, canlı yayın yapılıp fotoğraf çekiliyor. 19-22 Şubat tarihlerinde milyonlarca takipçisi olan hesaplardan paylaşımlar yapılıyor, ulusal medyada haber oluyor. Cumhurbaşkanı birkaç tane şehidimiz var diyor yine binlerce paylaşım yapılıyor. Ve en son ben şehitlerimiz ile ilgili paylaşım yapıyorum, 40-50 dakika yayında duruyor. Sonra hesabım ele geçiriliyor siliniyor. 14 gün suç olmuyor sonra ifşa ettiğim kararı veriliyor ve 6 aydır tutukluyum.
Çok açık şekilde hakkımdaki iddiaların tutar yanı bulunmamaktadır. Bu dava MİT’in ifşası değil “şehitleri neden yâd ettin” davasına dönüşmüştür.
Adalet, tren kompartımanında hep yanık durduğu halde fark edilmeyen ama asıl değeri karanlık tünel geçilirken ortaya çıkan lamba gibidir.
Adaletin tecelli etmesini sinsi ve hain planlarla engellemek bir insanlık suçudur. Bu suça hep birlikte karşı çıkmaz isek; Cumhuriyet’in taşıyıcı kolonu olan hukukun ve yargının bağımsızlığının yok olmasının toplum olarak ister istemez ortağı oluruz. Böyle ortamlarda suskunluk da bir suçtur. Suç değilse utanç vericidir. İnsan ekmeksiz, susuz kalır ama adaletsiz kalamaz.
Kutup yıldızım Uğur Mumcu’nun da dediği gibi
“Aslanın sırtında hüküm sürenler, bir gün gelir o aslana yem olurlar”
Ben gazeteciyim. Gazeteci dediğiniz kişi onun bunun istediğini yazan, güce dalkavukluk eden ve korktuğu için kalemini satan değildir.
Gazeteci halkın yanında duran, onun derdiyle dertlenen vatanını bayrağını her şeyden yüce bilen, demokrasi ve insan haklarını içselleştirmiş kişidir. Gazeteci toplumun vicdanıdır.
Ülkeyi karanlık tünele sokmaya çalışanlar, tarih boyunca ışık tutanlardan hoşlanmazlar.
Korkuyu örgütleyenler, baskıyı şiddeti, hukuksuzluğu, yargıyı enstrüman olarak kullananlara karşı mücadelemiz dün olduğu gibi bugün de devam edecektir. Ant olsun ki bu karanlıkları ve bu tutsaklıkları yeneceğiz.
Büyük İskender’in gururla dolaştığı zamanlarda nasıl ki ünlü filozof Diyojen, gündüz vakti elinde fenerle “adam arıyorum adam” demişse bugün ben de gündüz vakti bu salonda elinde fener adalet arıyorum.
Ve inanıyorum ki bir gün Türk Hukuku konuşulurken; “Berlin’de hakimler var” özdeyişinden değil Çağlayan'daki yargıçların adaletinden bahsedeceğim…
(HA)