"Masumlar" ve "Kuzey" romanlarıyla ödüller kazanan ve özel bir okur kitlesi edinen Burhan Sönmez, bu kez İstanbul’da bir hücreyi ve içindeki dört adamı anlatıyor.
İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni romanı İstanbul İstanbul’da küçücük bir mekanı ve birkaç karakterini akıl almaz büyüklükte bir yere, çeşit çeşit insana evriltiyor. Bunu yaparken; işkenceyi, hem kendi acını hem başkasının acısını çekmeyi irdeliyor, karakterlerine anlattırdığı hikâyelerle özgürleşmenin yollarını arıyor. Sönmez ile romanını, direngen kadınları, işkenceyi ve acıyı konuştuk.
Dört insanın zar zor sığabildiği bir hücrede İstanbul’u, ona dair hikâyeleri anlattırıyorsunuz karakterlerinize. Bu çok farklı iki mekanın ilişkilenme biçimi nasıldır?
Burhan Sönmez |
Haymana’da doğdu. İlk ve orta eğitimini Polatlı’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde kültür ve siyaset üzerine yazılar yazdı. Uzun yıllar yurt dışında (Britanya) kaldı. İlk romanı Kuzey, 2009; ikinci romanı Masumlar, 2011 yı- lında yayımlandı. İstanbul İstanbul, Burhan Sönmez’in üçüncü romanıdır. Masumlar, 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve aynı yıl İzmir St. Joseph En İyi Roman Ödülü’nü aldı. İngilizce, İtalyanca, Sırpça gibi dillere çevrildi. Bir Dersim Hikâyesi (Metis, 2012), Bana Adını Söyle (YKY, 2014) ve Gezi (Almanca, Binooki, 2014) öykü derlemelerine birer öyküyle katılan Burhan Sönmez, Bursa Yazın ve Sanat Derneği tarafından verilen 2015 yılı Öykü Onur Ödülü’nün de sahibi oldu. |
Edebiyatımızda İstanbul kenti, genel olarak, zamanın bölünmesi temelinde algılandı. İki İstanbul vardı: Geçmiş zamanın özlemle anılan İstanbul’u ve bugün içinde yaşanan, ânın, hercümercin, kaygıların ve çözümsüzlüğün İstanbul’u. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden başlayıp bütün yirminci yüzyıla yayılan değişim, kayıp ve nostalji duygusunun bir yansıması olan bu algı, zamanla bir edebi tarza dönüşerek, kabuk bağladı. Geçmişi yücelten ama bugüne şüphe, bulanıklık ve mutsuzlukla bakan yazar üslubu, edebiyatımızı güçlendiren değil onu bir kalıbın içinde boğan bir hava yarattı. İstanbul İstanbul’da, zaman ile mekanı birleştirmeye ve bununla birlikte aynı mekana iki farklı yerden bakmaya çalıştım; yeraltından ve yer üstünden. Yeraltı acının ve ölümün, yer üstü ise özgürlüğün, aşkın ve hayalin kenti gibi verilirken, bir süre sonra bunların aslında farklı değil bütün oldukları fark edilir. Bakhtin’in “kronotop” kavramıyla ifade ettiği zaman-mekan birliğidir bu. Bir kent bölünemez de; ona doğrusal, lineer bir hayat giysisi de giydirilemez. İçinde çeşitliliğini yaşayan, kuran, kurgulayan, şaşırtmacalar, ileri gitmeler ve geri dönüşlerle, öngörülmez bir biçimde yaşayan bir kent. İstanbul, yoğun bir geçmişi ve yüklü bir insan imgesini bugün yüklenmiş durumda. Bu ona, yüzünü geçmişe dönmeyi değil, ânı ve geleceği kurma ve kurgulama hakkı vermeli. Hannah Arendt, modern çağı, benzerlik ilkesinin zaferi sayarken, bu konuda başrölü elbette kente verebiliriz. Edebiyat işte bu benzerliğin bilincinde olarak, onun içindeki farklı katmanları ve bakışları bulup öne çıkarır.
Mekanlarınız kadar karakterleriniz de birbirinden farklı ya da birbirinin aynısı. Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo, Küheylan Dayı…
Her karakter, İstanbul’un farklı bir yüzünü verir bize. İstanbul bin hücreli bir kent ve her hücre başka bir İstanbul’dur. Bütün parçada, parça bütündedir. Karakterler sayesinde bunu hissederken, karakterlerin aslında kent ruhunun parçası olduğu görülür. İnsan kentin ruhuyla, kendi ruhuna yol aldırabilir. Küheylan Dayı mesela, idealleştirilmiş bir İstanbul’u, anlatıların, söylencelerin, masalların, başka denizlerin içinden geçirerek, sahici bir biçimde var etmez mi? Aslında kaderleri İstanbul’la iç içe. Freud bir yerde özgürlük algılayışını, kaderin varlığını kabullenme ve ondan sıyrılma gerilimi üzerinde kurar. Kahramanlarım da, kaderlerini özgürlüğün kaderi ve İstanbul’un kaderi yaparak, İstanbul’dan sıyrılmayı arzular. Başka bir İstanbul’a varmak için isterler bunu. İstanbul’dan sıyrılmak; İstanbul’dan kurtulmak değil, onu hafızalarda temize çekmektir bir yerde.
Hikâye anlatmak İstanbul İstanbul’un temelini oluşturuyor. Bu hikâyeler, karakterleriniz için işkencede çekilen acıyı hafifletme yöntemi mi, yoksa çektikleri acının asıl sebebi mi?
Her ikisi de olabilir. Ölümden ve acıdan uzaklaşmanın yollarından biri hikâye anlatmaksa diğeri mizahtır. Bu sayede, bulundukları âna farklı biçimde bakma olanağı bulurlar. Hikâyeler, işkenceyi hafızadan kazımaz. İşkencenin bilincin derin ve gizli bölmelerinde güçlü bir karşı koyuşla yüzleşmesine olanak verir. Unutturma değil, üstüne çıkmadır, zulmün ve insan karşıtı her şeyin üstüne.
Kitabın başındaki görselde, karşı karşıya olan 31 ve 40 numaraları hücreler daha belirgin çizilmiş. Bunlardan birinde dört ana karakterimiz kalıyor ve hepsi erkek. Karşılarındaki hücrede ise bir kadın, Zinê Sevda. Hem tek hem de konuşmayan bir kadın, neden?
Oradaki kadın, aynı zamanda direngenliğin de en inatçı ifadesidir. Herkes durmadan konuşup hikayeler anlatırken, kadın suskunluğu tercih eder. Onun suskunluğu, başka türlü bir konuşmadır. Eski filozofların dediği gibi “küçük dertler konuşur, büyük dertler susar.” Kadınların suskunluğu, hem romanda hem toplumda en büyük sözü kendi içlerinde taşımalarındandır. Susmak kendine yetmektir de. Zinê Sevda, eril dünyanın karşısında, toplumsal imgelerde bol bol yer edinen dişil simgenin suskunluğuna, utangaçlık perdesini reddeden bir suskunluğa sahiptir. O tavrını, koşulları zorlayarak, hatta kırarak ortaya koyar. Onun suskunluğu, eylemleriyle kırılan bir suskunluktur. Edilgen ve kaybolmaya eğilimli değildir. Meydan okuyan bir suskunluktur. Erkeklerin konuşkanlığı, birbirlerinden güç devşirme, içlerindeki alıntılarla yeni bir iç inşa etme amacı güder; bildik bir gevezelik ve gevşeklik değildir. Kendi içinde ironisi, ilginçliği ve karşı koyma gücü olan bir konuşkanlıktır bu. Söz ile sözsüzlük, birbirlerini yok eden iki karşıt uç değil, kent mekanına iki farklı yerden bakmayı ifade eder; yeraltından ve yer üstünden.
Kitabın sonunda Hallac-ı Mansur’dan bir alıntı var: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” İstanbul İstanbul romanı ve İstanbul kenti böyle bir yer mi, yoksa bir umudu ve güzelliği de barındırıyor mu?
İnsan ile hayvanı ayıran çizgi, acıda belirginleşir. Hayvan, acıyı hisseden varlık ise; insan, başkasının acısını hisseden varlıktır. Yaşadığımı bu dünyada, yanımızdakilerin acısını bile duymaz oluyoruz. Başkasının acısını duymazlıktan gelip yalnızca kendisini dinleyen insan, hayat karşısında henüz gelişimini tamamlamamış varlık gibidir. Yeni bir insan ve daha iyi bir hayat arzusu, acı karşısındaki tutumumuzla da belli olur. Hallac için şöyle der Hintli Galip: “Sinede gizli olan sırdır, bir vaaz değil / Darağacında söylersin, kürsüden değil.” Hallac’ın vazgeçmeyişi, acılarla yüzleşme cesareti, benim kahramanlarımın da yüzleşmeye mecbur ve mahkum olduğu bir şeydir. Onlar bazen korkar, siner; bazen korkmaz ve sinmez. Bazen umudu azaltır, bazen çoğaltırlar. Yine de güzellik, ki kendini hem insanda hem kentte ifade eder, onlarda, kendi meşreplerince dokunulmayan, terütaze bir ilham ve gizil güçtür. Güzellik, o azalma anlarında dahi, umudun bir diğer adı olagelir. Güzellik İstanbul’dur ve İstanbul insandır. İnsanın alımlı ve yıkık hali, güçlü ve çaresiz halidir. (
* Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, Mart 2015, 228 s.