Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden iktisatçı Dr. Gaye Yılmaz’ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Hayatımda ilk defa sanık sıfatıyla bir mahkemeye katılıyorum. Bana göre bir barış talebi olan, fakat Savcılık iddianamesine göre, şiddet ve çatışmayı davet eden 11 Ocak 2016 tarihli “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye internette rastladım. Metni okuduktan sonra bir kadın, bir akademisyen ve bir yaşam hakları savunucusu olarak imzalamam gerektiğine karar verdim.
Bildiride aktarılan mağduriyetlerin hiçbiri daha önce duymadığım ve bilmediğim olaylar değildi. Tüm Türkiye gibi ben de, çocuğunun cenazesini sokağa çıkma yasağı yüzünden defnedemeyen annenin bu minik bedeni günlerce buzdolabında saklamak zorunda kaldığını duymuştum. Sözü edilen dönemde aralarında çocukların ve yaşlıların da bulunduğu pek çok sivilin hayatını kaybettiği de herkesin malumuydu ve yaygın olarak yerli ve uluslararası insan hakları izleme raporlarında yer alıyordu.
Dolayısıyla, Bildirinin giriş bölümünde yer alan ifadeler, Savcılık makamının iddia ettiği gibi Devlet, Hükümet ve Emniyet Güçlerine karşı bir “karalama” çabası değil; ulusal ve uluslararası resmi raporlarda yer almış, gözlemcilerin tespitlerine ve verilere dayandırılmış olgulardır. Bu ifadeler hem Türkiye’de medyada yaygın olarak yer almış görsellerle belgelenmiş olduğu ve hem de dünya izleme raporlarında 11 Ocak 2016’dan çok önce yayınlanmış olduğu için Bildiri’nin Savcılık Makamının iddia ettiği gibi bir “propaganda” amacı taşımadığı da açıktır.
Bildiride yer verilen mağduriyetlerin “katliam” ve “kasıtlı ve planlı kıyım” gibi, isnat edilen suçun gerekçelendirmesinde de kullanılan sözcükler için emek süreçlerinden bir hatırlatma yapmak isterim. İş Kazası diye bilinen ve ölümle sonlanmış durumlar, biz bilim insanları açısından birer “iş cinayeti”dir. Çünkü bizim görevimiz, failleri, yani maliyet kaygısıyla gerekli önlemleri almaktan kaçınanları görünür kılmak ve bu ölümlerin son bulması için fikir üretmektir. Bizim için Soma’da 301 işçinin hayatına mal olan olay da bir katliamdır. Eğer bu olaylara biz bilim insanları da genelde yapıldığı gibi “kaza” demiş olsaydık, ölümlerin üzerinin örtülmesine katkı sağlamış olurduk.
Aslında Devlet de zaman zaman bilim insanlarının izlediği yolu izlemekte, kamu spotlarıyla, örneğin trafik kazaları demek yerine, “trafik canavarı olmayın” çağrısı yapmaktadır. Böylelikle toplum, trafik canavarlarıyla trafikte kurallara uyarak seyredenleri birbirinden ayırt edebilmekte ve kendisi için dersler çıkarabilmektedir. Benzer şekilde, bilim insanları için savaşlar da yalnızca sayılardan ibaret değildir ve sivillerin de öldüğü, yaralandığı ve yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakıldığı durumları genel geçer sözcüklerle ifade etmek bilimsel araştırmayı bir ihtiyaç olmaktan çıkarır. Çünkü bu homojenleştirici açıklamalar medyada zaten en geniş şekilde yer almaktadır. Buna karşın bilimin işi, bilineni tekrar etmek değil, bilinmeyeni, farklı olanı bilinir hale getirmektir. Savcılık iddianamesinde tek bir sivilin bile, yanlışlıkla olsun öldürüldüğünden bahsedilmiyor olması bilimin sesinin kısılmasının sonuçlarına dair tespitimin haklılığını ortaya koymaktadır.
Biz akademisyenler yıllardan beri pek çok kavramı analiz ettiğimiz gibi devlet kavramını da derinlemesine incelemekteyiz. Elde ettiğimiz bulgular bize bir toplumun en donanımlı, en örgütlü ve en güçlü organının Devlet olduğunu göstermektedir. Fakat Devlet sadece savaşma konusunda değil, diyalog ve müzakere süreçlerini başlatma ve sürdürme açısından da en üst güce sahiptir. Bildiri, Devletin bu gücüne rağmen, savaşmayı seçip, kendi vatandaşlarına sivilleri gözetmeden ağır silahlarla saldırmasını eleştirmekte ve barışçı çözüm yollarını işaret etmektedir.
O kadar ki Devlet, bildiride açıkça muhatap alınmış, ihlallerin sorumlularının tespit edilip, cezalandırılması; maddi ve manevi zararların tazmini ve yerli ve yabancı gözlemcilerin raporlamasına izin verilmesi gibi sadece devletlerden istenebilecek taleplere yer verilmiştir. Şiddet çağrısı yapan bir bildirinin Devleti muhatap alması ve Devletten meşru, her biri temel hak niteliğinde olan taleplerde bulunması mümkün olabilir mi?
Sayın Hakim ve Heyet Üyeleri.
Son olarak bilim ve hukuk sistemi arasındaki iletişim uyumsuzluğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu güne kadar izlediğim duruşmalardan süzülen izlenimlerime göre, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun bir başka çelişkisi de bu davalarda ortaya çıkmıştır. Kapitalist sistem, kendi birikim hızını arttırabilmek için ısrarla yenilikçilik, buluşçuluk ve innovasyon çağrısı yapmaktadır. Bu çağrının kendisi, bilimsel özgürlükler önündeki sınırlamaların kaldırılmasını, özgür düşüncenin teşvik edilmesini gerektirir. Oysa aynı sistem, bilimsel çalışmaların hukuksal normların verili şablonuna yerleştirilerek değerlendirilmesini bekler. Bence böyle bir değerlendirmenin, bir sıvının ağırlığını ölçmek için uzunluk ölçü birimi kullanmaktan bir farkı yoktur. Tam da bu nedenle, ben ve diğer pek çok arkadaşım savunmalarımızı kendi bilimsel uzmanlık alanımızdan hareketle yaptığımız halde, sözlerimiz mahkeme heyetlerinde ya hiç karşılık bulamamış, ya da bilim ve hukuk arasında çok sınırlı bir iletişim gerçekleşebilmiştir.
28. Ağır Ceza Mahkemenizdeki bu barış akademisyenleri duruşmasında, var olan iletişimsizliğin ve sistemik çelişkinin aşılacağına inanıyorum. Yukarıda işaret ettiğim hususlardan ötürü, imzaladığım metin çatışma ve savaşları desteklemek şöyle dursun, tersine bir diyalog ve barış çağrısı olduğu ve anayasa ile güvence altına alınmış olan düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği için derhal beraatimi talep ediyorum. (GY/TP)