Nar Photos'tan Adnan Onur Acar ve Gülşin Ketenci.
Kendilerini bağımsız bir fotoğraf kolektifi olan tanımlayan Nar Photos; eşitlikçi, demokratik yaklaşımları ve özgürlükten yana çizgileriyle 2003’ten bugüne Türkiye’deki olayları farklı bir bakış açısıyla fotoğraflıyor.
Fotoğrafı dünyayı anlamak ve ifade etmek için görsel bir araç olarak kullanan ajans, Türkiye’nin farklı durumlarını ortaya koyarak, yakın geçmişe dair toplumsal bir hafıza oluşturuyor. Türkiye’nin görünmeyen, gölgede kalmış konularına daha çok odaklanan Nar Photos, izleyiciye çektiği görüntülerdeki gerçekliği bozmadan aktarmaya çalışıyor.
Bu amaç doğrultusunda kuruldukları 2003’ten bu yana geçen süreçte oluşturdukları arşivden seçtikleri 75 fotoğraf ile İstanbul Modern’de bir sergi açan Nar Photos’tan Gülşin Ketenci, Adnan Onur Acar ve Fırat Aygün’le konuştuk.
Nar Photos fotoğrafçıları nasıl bir araya gelerek bu ajansı kurdular?
Gülşin Ketenci: Ne Adnan ne Fırat ne de ben kurucu ekipten değiliz. Nar Photos 2003 yılında kuruldu ama fotoğrafçıların bir araya gelmesi 1999’da İzmit depremi zamanı başlayan bir süreç. Deprem bölgelerinde çocuklarla atölye yapan fotoğrafçılar 2004 yılında Fotoğraf Vakfı’nı kurdu. Vakıf aralarında World Press Photo atölyesinin de olduğu birtakım çalışmalar yaptı. Nar Photos, bu süreç sırasında tanışan arkadaşların bir araya gelmesiyle kuruldu. 2003 yılından itibaren ayrılan ve yeni katılan arkadaşlar oldu. Şu anda İstanbul ve Diyarbakır’da yaklaşık 20 fotoğrafçıyla çalışmalarımıza devam ediyoruz. Belgesel fotoğrafçılığı etrafında bir araya gelen kişilerin tek başına çalışmaktan ziyade birlikte işler yapmak ve ayakta durabilmek adına kurduğu bir kolektif Nar Photos.
Adnan Onur Acar: Kolektif yapımız örgütlenme ihtiyacından ortaya çıkıyor aslına bakarsanız. Bu insanlar belgesel fotoğrafçısı. Ajansın ilk kuruculardan bahsediyorum. Ben sonradan dâhil oldum. Bir araya gelip bu işi yapabilecekleri bir mecra oluşturmaya çalışmışlar o zaman. Biz bir fotoğraf ajansı olmanın ötesinde belgesel fotoğraf kolektifiyiz. Bu yapı bir taraftan gelişerek yoluna devam ediyor ve diğer taraftan da ilk kurulduğu zamanki gibi bağımsız bir mecra olarak ayakta kalmaya çalışıyoruz.
Gülşin Ketenci'nin fotoğrafı
Sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
GK: ‘’Yolda’’ sergi teklifi İstanbul Modern’den geldi. Onlarla yapılan görüşmelerden sonra arşivimizden 300 kadar fotoğraf seçtik. Bu fotoğrafları seçerken de hikâye ve konu çeşitliliğini sağlamaya çalıştık. Biz bu 10 yıl boyunca neleri merak etmişiz, nelerin peşinden koşmuşuz, neleri belgelemeye çalışmışız, onları göz önünde bulundurduk. Son edisyonu İstanbul Modern yaptı ve bu 300 fotoğraf arasından eleme yaparak 75 fotoğrafa kadar indirildi.
Bu on yıllık süreç içersinde nelere tanıklık ettiniz peki?
AOA: Bizim yaptığımız sosyal belgesel fotoğraf olarak adlandırılabilir. Sosyal belgesel dediğimizde, bizim aklımıza bu coğrafyada ve bizim ulaşabildiğimiz yerlerde olup biteni, insanı ilgilendiren olayları fotoğraflamak geliyor. Yani bu sadece eylem fotoğrafı çekmek değil bizim için. Aynı zamanda fotoğrafçılar kendi kafalarında önemli olduğunu düşündüğü ve üzerine çalışmak istediği hikâyeleri ardından giderek, bunun üzerine uzun soluklu projeler yaptı ve bunlar birer foto röportaj olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla burada durum fotoğrafçının dikkatini neyin çektiğiyle alakalı bir taraftan da. Fotoğrafları seçerken ülkenin son 10 yılına dair genel bir çerçeve belirledik. Bu coğrafyada olup biten her şeyi belgeledik ve son on yılın hikayesi bu 75 fotoğraftan ibarettir diye bir iddiamız yok. Daha ziyade bu sergi, Nar Photos fotoğrafçılarının mühim olarak gördüğü ve kayıtsız kalamadığı konularda kaydettiği binlerce fotoğrafın arasından seçilmiş 75 fotoğraftan oluşuyor denilebilir.
Fırat Aygün'ün fotoğrafı
Yaptığınız bu işten para kazanabiliyor musunuz?
GK: Kolektif bünyesinde, birincil amacımız hiçbir zaman para olmadı. Öyle olsaydı hepimiz başka yerlere kayabilirdik. Ama sonuçta hayatın bazı gerçekleri var. Kira ödemek, elektrik ve telefon faturaları gibi temel dertleriniz, ihtiyaçlarınız var. Şu an bunu dayanışmayla çözüyoruz. Tek geçim kaynağımız bu değil elbet. Bazı arkadaşlarımız öğretmenlik yapıyor. Onun dışında ben belgesel yapımlarda çalışıyorum. Yurtiçi, yurtdışında yayınlanan dergilere çalışan arkadaşlarımız var. Mesela Adnan avukat aynı zamanda. Kısacası hayatımızı sadece bu işe bağlı devam ettirmiyoruz. Yanında ana mesleklerimizi ya da ek işlerimizi yapıyoruz.
Fırat Aygün: Bizim için fotoğraf amacımızdan ziyade aracımız. Bir şeyleri anlatabilme derdiyle fotoğrafı bir araç olarak kullanıyoruz. İnsana dair hikâyeler, küçük küçük de olsa gözümüzün gördüğü, ilgimizi çeken, çevremizde olup bitenleri başkalarının da görebileceği bir şekilde, belirli bir anlayışla insanlara aktarmak. Bu nedenle paraya pek önem vermiyoruz. Aslında başka işler yaparak kazandığımız parayı da buna aktarıyoruz.
AOA: Buradaki insanlar başkalarına aktarmak istedikleri şeyleri yazarak da, resim çizerek de yapabilirlerdi. Bu şekilde anlatabilirlerdi dertlerini. Zaten fotoğraf denilen şeyi teknik anlamıyla vesanat içerisindeki yeriyle hiçbir zaman çok yüksek bir mertebeye koymadık kafamızda. Aynı şekilde ‘sanat’ ve ‘sanatçı’ olma kavramını da yüceltmedik. Anlamak, anlatmak ve göstermek istediklerimiz vardı ve bunun için fotoğraf makinelerimizi kullandık.
Türkiye’nin on yıllık sürecinize tanıklık ettiğiniz neler yapmaya çalıştınız? Amacınız neydi?
AOA: Tarihe baktığımızda insanlık sürekli ciddi bir değişim içersinde ve bizim yapmaya çalıştığımız ise bu değişime tanıklık etmek. Öncelikli amacımız geleceğe yönelik bir arşiv oluşturmak. Olaylara ve olgulara tanıklık etmek ve o tanıklıklar bundan 20 sene 30 sene sonra insanların aslında bu dönemde ne olup bittiğini daha geniş bir bakış açısıyla anlamasını sağlamak için. Belgesel fotoğraf aslında anlamını burada buluyor.
GK: On yıllık zaman içerisinde başka fotoğraf sergisi çalışmalarımız da oldu.İstanbullu ve Erivanlı on fotoğrafçının, 2006 yılında bir araya gelerek ortak bir çalışma yapmaya karar vermesi sonucu oluşturduğumuz ‘’Merhabarev’’ ilk sergimizdi. Hareket noktamız, her iki toplumun birbirini yeterince tanımadığıydı. Erivanlı fotoğrafçılar İstanbul’u, İstanbullu fotoğrafçılar Erivan’ı fotoğrafladı. Karşılıklı olarak günlük hayatı fotoğaflamak, benzerlikleri ve farklılıkları görmek, birbirimizi tanımak adına önemli bir adımdı. Bu sergideki fotoğraflar, 2012-2013 yılları arasında İstanbul’un çevre semtlerinde ne türden bir kentsel-sosyal manzaranın oluştuğunu gösteren fotoğraflardı. Fotoğraflar aynı zamanda, çeşitli yazarların yazıları ile beraber Milyonluk Manzara – Kentsel Dönüşümün Resimleri adı altında Mayıs 2013’te İletişim Yayınları’ndan çıkan kitapta basıldı.
Tolga Sezgin'in fotoğrafı
İşinizi yapmanın zorlukları neler?
GK: Ben çatışmalı ortamlarda fotoğraf çekemiyorum. Çünkü ilk refleksim fotoğraf makinesine sarılmak olmuyor. Kendimin ve etrafımdakilerin güvenliğini sağlamak gibi bir kaygım oluyor. Dolayısıyla Gezi sürecinde, çatışmalı ortamlarda kendimi fotoğraf çekmek için zorlamadım. Hani yalnız olsam belki kendimi zorlardım ama kolektif olmanın, birlikte iş üretmenin avantajı da bu.
AOA: Gezi döneminde biz beş altı kişi fotoğraf çekiyorduk. Çatışmanın olduğu günlerde Gülşin ofisteydi ve fotoğraf servis ediyordu. Daha sonrada park işgal altındayken Gülşin dışarı çıktı ve fotoğraf çekmeye başladı. Fotoğrafları bizimkilerden daha iyiydi. Çünkü sakindi bizim kadar algısı kirlenmemişti. Yani yaptığımız iş algı kirliliğine neden olabiliyor bir süre sonra. Mesela ben kendimi o açıdan eleştirebiliyorum. Oradaki sakin durumun fotoğraflanması konusunda eksik kaldım mesela. Fotoğraflarıma baktığımda bu çok net anlaşılabiliyor. Ama ajansın arşivine baktığımda hikâyeyi neredeyse tamamına yakın şekilde anlatacak fotoğraflar var. Neticede bir sürü arkadaşım oradaydı ve olayları değişik boyutlarıyla fotoğraflama imkânı bulduk.
Şiddet ortamında bulunmak iki açıdan zor. Senin yaralanma ve bununla baş etme durumun. Birçoğumuzun sosyal güvencesi yok, arkasını yaslayabileceği bir yer yok. Bu ciddi bir sıkıntı. Özellikle bizim gibi çalışan fotoğrafçılar açısından. İkinci sıkıntı ise o şiddet ortamı içersinde bulunma durumunun psikolojinde bıraktığı izler. Savaş ortamında çalışmış foto muhabirleri için, deneyimli gazeteciler için bu sıradan bir durum olabilir fakat bizim algımız kirlenebiliyor ve bu bizi çok fazla yoruyor. Şiddet durumu çok alışkın olduğumuz ve alışmak istediğmiz bir şey değil.
GK: Bir kere olaylara yabancılaşamıyorsun. Kürdistan için de aynı durum. İstanbul’da sokağında oluyor olaylar. Nasıl yabancılaşabilirsin? Orada insanlar şiddet görürken sen çok rahat bir şekilde gidip fotoğraf çekemiyorsun, içindesin olayların. Nereye kadar fotoğraf çekeceksin? Nerede duracaksın? Bunlar bizim için hep sorgulama sebebi.
FA: İnsanlarla temas kurma ve onlarla ilişkiye geçip onları fotoğraflamak, görüntülemek de aslında bizim için birer zorluk. Özellikle Kürdistan’da bir köye gidip, ben geldim deyip derdini anlatıp, fotoğraf çekicem dediğiniz zaman insanlar size tereddütle yaklaşıyor. Çünkü geçmişte o kadar büyük acılar yaşamış ki insanlar, o kadar büyük zararlar görmüş ki tereddüt etmemek elde değil. Bu kim, nerden geldi, neden bu işi yapıyor diye soruyorlar. Derdini anlatabilmek ve onlara bu güveni sağlayabilmekte çok zor. Biz orada yaşayan Kürtler olarak o insanlarla ilişki kurma ve onları görüntüleyebilme açısından biraz daha şanslıyız. Aynı dili konuşuyoruz ve aynı kültüre sahibiz çünkü. Nerede nasıl açıklamalarda bulunabileceğimizi biliyoruz. Ama yabancı bir fotoğrafçı için çok zor.
AOA: Mesela ben buradan Diyarbakır’a gittiğimde, orada bir hikâye çekeceksem ilk önce oradaki durumu anlamam gerekiyor. Önce karşındakini anlayacaksın ki sonra anlatabilesin. İnsanlarla iletişimde bana göre orada daha zor. Burada daha rahat davranırken orada davranamayabilirim, oradakil durumu anlamayabilir, kavrayamayabilirim. Anlayamadığımız zaman da anlatma konusunda sıkıntı yaşanır ve tartışmalar yaşabiliriz. Foto röportajın en zor taraflarından bir tanesi de olaya yaklaşırken fotoğrafının ana unsuru çoğunlukla insan olacak olması. İnsanın olay içersinde bir unsur haline geliyor olması, fotoğrafın ögesi haline geliyor olması başlı başına bir tartışma konusu ve önce bizim bunu kafamızda halledip öyle harekete geçmemiz gerekli.
Fotoğraf etiği hakkında ne düşünüyorsunuz?
AOA: Her şeyden önce dikkat ettiğimiz şey insanı aşağılamamak. Bu bizim için her şeyin üzerinde kalıyor. İnsan fotoğrafı çekiyorsak, çekerken onu aşağılamamak, yukarıdan bakmamak, kim olursa olsun bunu yapmamak adına bunu ön plana koyuyoruz. Etik açısından böyle bir şey var. Onun dışında insanı fotoğraflarken zaten az önce bahsettiğimiz gibi insanı nesneleştirme durumu, onu fotoğrafın bir ögesi haline getirme durumu var. Bu da tartışmalı bir konu ve bununla ilgili kesin kurallar yok. Örneğin insanları cezai yaptırımla karşı karşıya getirecek fotoğraflar hakkında daha dikkatli olmaya çalışıyoruz.
GK: Fotoğraf çekerken ve yayınlarken dikkat edilecek çok temel bir soru esas alınabilinir. Siz kendinizin nasıl fotoğrafını çekilmesini ve hangi fotoğrafınızın paylaşılmasını istersiniz? Bu soru fotoğraf çekerken ve çektiğim fotoğrafı seçerken aklımın bir köşesinde hep duruyor. Unutulmaması gereken diğer bir konuda; fotoğrafçı olarak, her aşamadan sorumlu olmamız. Basılı yayınlarda veya internet haberciliğinde fotoğrafların altına fotoğrafçının isminin yazılması da bu açıdan önemli. Böylece bir soru ya da sorunla karşılaşıldığında fotoğrafın kaynağına ulaşılabilinir.
Mehmet Kaçmaz'ın fotoğrafı
Geziden sonra hayatınızda, mesleğinizde neler değişti?
AOA: Ben Gezi’den ajansa hemen önce girdiğim için bu değişimi biraz daha net görebiliyorum. Gezi’yle birlikte daha fazla insan bizi takip etmeye ve fotoğraflarımızı görmeye başladı. Fakat bu bizim çektiğimiz çatışma fotoğrafların, toplumsal olaylarda çektiğimiz fotoğrafların görünürlüğünden, öneminden ziyade kaydettiğimiz hikâyelerin görünürlüğü bakımından daha mühim. Çünkü olayları bir foto muhabiri ordusu zaten takip ediyor. Biz kendi perspektifimizle kendi bakış açımızla olayları bir bütün olarak aktarmaya çalışıyoruz, bir seriyle anlatmaya çalışıyoruz. Ama bununla beraber kolektifte yer aln fotoğrafçıların çektiği tamamen gündem dışı olan, anaakım medyada yer almayan hikâyelerinde artık daha fazla görünür hale gelmesi bizim açımızdan çok daha önemli.
Fotomuhabirlerinden ne gibi bir farkınız var?
AOA: Ajanstaki fotoğrafçılar arasında da bu bir tartışma konusu. Kimileri kendini fotoğrafçı olarak tanımlarken, kimisi foto muhabiri olarak tanımlıyor. Bu bir problem değil; çünkü kelimenin köküne baktığımızda foto muhabiri fotoğrafla haber veren, fotoğrafla haber aktaran kişidir. Baktığınızda da hepimiz bir şekilde foto muhabirliği yapıyoruz. Benim anlayışıma göre bu böyle. Fakat büyük ajanslara ya da dergilere çalışan foto muhabirlerinden farklı olarak biz biraz daha özgür ve bağımsız olarak çalışabiliyor ve kendi seçkimizi ortaya koyabiliyoruz. Bir foto muhabiri için çekmesi gereken bir fotoğraf vardır, ondan o olayla ilgili kaydetmesi istenilen bir fotoğraf vardır. Ama ben şunu yapabilirim. Bu şiddet bana çok fazla geldi ben buradan ayrılıyorum diyebilirim. Bağımsız çalışmanın getirdiği böyle bir imkan var. Ya da az önce dediğimiz gibi bir fotoğraf çok iyi, çok etkileyici olsa bile ama fotoğrafta eylemciyi cezai yaptırımla karşı karşıya bırakacak bir durum söz konusu ise bu fotoğrafı yayınlamamayı tercih edebiliriz.
GK: Eylemler ya da toplumsal olaylarda fotoğraf çekerken tek fotoğrafın yada en ‘sıcak’ anın peşinden gitmiyoruz. Bir seri fotoğrafla konuyu anlatmanın peşindeyiz. Diğer bir konu da fotoğrafları arşivlemek. Bağımsız bir yapı olarak ulaşılabilinir bir arşiv oluşturmak önceliğimiz.
Peki ya sosyal medya hayatınızda nasıl bir yer tutuyor?
AOA: Anaakım medya zaten bizim yaptığımız işlere pek yer vermiyor. Hatta foto röportajın nasıl bir şey olduğu hakkında fikirleri olduğunu da sanmıyorum. Hikâyelerimizi, fotoğraflarımızı insanlara ulaştırmak bakımından, sosyal medya bir avantaj. Ama bunun yanına şunu mutlaka koymak lazım. Sosyal medya binlerce görüntünün saniyeler için aktığı ve bu görüntülerin anında tüketildiği bir mecra. Bu da algı ve bilgi kirliliğine sebep oluyor. Biz bu mecrada olabildiğince sade yayın yapmayı tercih ediyoruz. Görüntünün insanlar tarafından ilk algılandığı anda bıraktığı andaki etki kadar, kalıcı olması ve sonraki nesillere aktarılması da mühim. O yüzden bir taraftan da bu dengeyi de kurmaya çalışıyoruz. (HA/YY)