Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden Yrd. Doç. Dr. Eyüp Volkan Çidam’ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 24. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Bireysel hak ve özgürlükleri temel alan demokratik bir toplum düzeninde, kaynağı ne olursa olsun şiddetin yerininolmadığına dair inancım sebebiyle dava konusu olan Barış Bildirisini imzaladım. Özü itibariyle metin, vatandaşlık bağıyla bağlı olduğum Türkiye Cumhuriyeti’ne, Anayasanın 25. ve 26. maddeleri ve uluslararası antlaşmalarla korunanifade özgürlüğü hakkı çerçevesinde, barış (“çözüm”) sürecine geri dönme çağrısında bulunmuş ve sivil halkın zarar görmesine neden olabilecek, ağır silahlarla sürdürülenoperasyonların son bulmasını talep etmiştir. Demokratik toplumlarda sorunlar müzakere yoluyla çözülür. Bunu hatırlatmak her vatandaşın hakkı ve aynı zamanda görevidir.
7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra, Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli illerinde tırmanan şiddet ve hukuka uygunluğu son derece tartışmalı haftalarca süren sokağa çıkma yasakları, aralarında çocukların da bulunduğu yüzlerce insanın ölümüne, kentsel yıkıma ve binlerce vatandaşın evlerini terk etmesine yol açmış, tüm bu olanlar ulusal ve uluslararası basına yansımıştır.
Uzmanlığını Siyaseti Felsefesi alanında yapmış bir akademisyen olarak, modern devletin en temel ödevinin “yaşam hakkını” korumak olduğunu biliyorum. Liberal devlet kuramının öncülü olarak kabul edilebilecek, ancak vardığı sonuç itibariyle devletin mutlak iradesine meşruiyet kazandıran Thomas Hobbes bile, ‘yaşam hakkının korunmasını’ devletin ve dolayısıyla adaletin varlığının gerekçesi olarak tanımlamaktan çekinmemiştir. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin öncelikli amacının kamuoyuna devletin temel ödevinin yaşam hakkını korumak olduğunu hatırlatmak ve uluslararası insan hakları örgütlerince de belgelenen insan hakları ihlallerinin önüne geçmek olduğunu düşünüyorum.
İddianamede öne sürülen savlar hukuki dayanaktan yoksun, adeta engizisyon mahkemelerini çağrıştıran akıl yürütmelere ve niyet okumalarına dayanmakta, söylenmeyen sözlerden ötürü suç üretmeyi hedeflemektedir. Bugüne kadar hiçbir şekilde şiddeti övmedim, şiddetten yana tavır almadım. Bir siyaset bilimci olarak çalışmalarımdan, şiddetin baş gösterdiği yerde siyasetin son bulacağını öğrendim ve öğrettim. Metinde de şiddet övgüsü değil, açık bir şekilde şiddeti durdurma çağrısı vardır.
Yasadışı hiçbir örgütün propagandasını yapmadığım gibi, anayasa ile bağlı olduğum devlet dışında hiçbir örgüt de muhatabım değildir. Bu nedenle savcının iddianamesinde barış sürecine geri dönülmesine dair taleplerin tek taraflı olarak sadece devlete yöneltildiği yönündeki serzenişine anlam veremiyorum.
Metinde kullanılan bazı ifadelerin, hükümet yetkilileri ve / veya toplumun çeşitli kesimleri tarafından rahatsız edici bulunabileceğini kabul etmekle beraber, bu rahatsız edici ifadelerin de düşünce özgürlüğü kapsamında anayasal güvence altında olduğunu hatırlatmak isterim. Doğrudan ya da - ırkçılıkta olduğu gibi - dolaylı olarak şiddeti özendirmediği sürece düşünce özgürlüğü demokratik bir hukuk devletinin tanıdığı en temel haktır. Çünkü düşünce özgürlüğünün korunmadığı bir devlet düzeninde, hiç bir bireysel hak ve özgürlük de garanti altına alınamaz. Bu temel hak aynı zamanda vatandaşların aralarındaki sorunları müzakere yoluyla çözmesine temel oluşturduğundan, demokrasinin de ön koşuludur. Düşünce özgürlüğünün önemine inanan bir birey olarak kimseden emir almam, başkalarının fikrini kendi fikrim olarak sunmam. Her sene Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesini en az iki kez okutan bir hoca olarak,başkalarının aklıyla kamusal alanda kendime yer edinmeyi ne kişisel vicdanıma, ne de mesleki ahlakıma sığdırabilirim. Tam da bu nedenle iddianamede yer alan, imzacıların, ismini ilk kez bu yargı sürecinde duyduğum birinden – Bese Hozat’tan – emir aldığına dair suçlamayı bir hakaret olarak görüyor, kendi aklıyla düşünemeyenlere iade ediyorum.
İddianamedeki içeriğe dair ve teknik diğer tutarsızlıklar için Sayın Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun 36. Ağır Ceza Mahkemesinde 21 Aralık 2017’de verdiği beyanın savunmama eklenmesini talep ediyorum.
TIKLAYIN - Prof. Kaboğlu’nun 44 Sayfalık Savunması
Bu metni imzalayan diğer akademisyenler gibi, vermiş olduğum imzayla ben de, metnin yayınlanmasından bir sene öncesine kadar AKP hükümeti ve hükümet sözcülerinin de“Analar ağlamasın” sözleriyle ifade ettikleri öz-düşünceye sadık kalarak can kayıplarının durmasını talep ediyordum. Bu talep, barış talebi, ilkesel bir taleptir. Birbirinden çok farklı siyasi düşünce ve yaklaşımlara sahip olmamıza rağmen, artık kamuoyunda “imzacı akademisyenler” olarak tanınmamızı esasen bu dava sürecine borçluyuz. Tüm imzacı akademisyenleri kapsayan tek bir özellikten söz edecek olursak, bu ancak, siyasete ilke temelli yaklaşıyor oluşumuzdur. Bir başka deyişle bizi birleştiren, Kantçı ahlak felsefesine de dayandırılabilecek bir siyaset anlayışı gereği,siyasal konjenktür değişse bile barış talebimizden vazgeçmememizdir. Tam da bu nedenle yargılanıyor olmamız davaların siyasi niteliğini gözler önüne seriyor. Bunu eleştiri amaçlı söylemiyorum; sadece bir tespitte bulunuyorum. Şöyle ki:
Siyasal davaların tarihi neredeyse hukukun tarihi kadar eskidir.Heyetinizin sabrını zorlamamak için meselenin Sokratile başlayan tarihçesini özetlemeye çalışmayacağım. Siyasi davaların belirleyici özelliği toplumların siyasal kültür ve pratiklerine katkıda bulunmaya aday, kamuoyunu dönüştürücü nitelikte davalar olmalarıdır. Modern demokrasilere baktığımızda çok farklı niteliklere sahip siyasal davaların siyasal kriz dönemlerine işaret ettiklerini, toplumsal kutuplaşmalardan beslendiklerini ve küçük bir gruba atfedilen şeytani bir sözde kudrete karşı kamuoyunda ilan edilen milli seferberliğin bir sonucu olduklarını görürüz. Yüzlerce farklı örnek arasında, bu tür davaların paradigmasını Dreyfus davasının belirlediğini düşünüyorum. Bu davanın ayırıcı özelliğini antisemitizm ve antisemitizm ile aynı yapısal özellikleri paylaştığı görülen aydın-düşmanlığı oluşturur. Nedir bu yapısal özellikler? Nefretin nesnesi olan her iki gruba da toplumun çoğunluğunu oluşturanların yaşam biçimlerine aykırı, yabancı bir takım özellikler atfedilir: Ne Yahudi ne de aydınlar yerli ve milli değil, kozmopolittirler. Toplumda çok küçük bir azınlığı oluşturmalarına ve her an yok edilebilecek kadar güçsüz olmalarına rağmen, sahip oldukları varsayılan uluslararası bağlantılar nedeniyle tahayyül edilemeyecek bir gücü ellerinde bulundurdukları farz edilir. Dreyfus davasının sonucunda gerek antisemitizm, gerekse aydın-düşmanlığı uzun süren hukuki ve kamusal bir mücadeleyle önemli bir yenilgiye uğratılmıştır. Bugün dahi eşit yurttaşlık hakları ve aydınların kamusal sorumluluğu tartışma konusu edildiğinde akla Émile Zola’nın Dreyfus davasına ilişkin olarak Fransız Devletine karşı yazdığı sert metin gelir: Ünlü “Suçluyorum” metni. Özetle Dreyfus’un uğradığı haksızlığa karşı tavır alan aydınların mücadelesi günümüz demokrasisinin önemli kaynaklarından birini oluşturmuştur.
Kamusal alanın ve tartışma kültürünün kurumsallaştığı ileri demokrasilerde aydınların kamusal tartışmalarda belirleyici bir rol oynadığı düşünülebilir. Ancak aydınlar asla yekpare bir bütün oluşturmazlar. Bir grup aydının yanıldığı düşünülüyorsa –ki her insan gibi aydınlar da yanılabilirler– bu grubun karşısına başka bir grup aydın çıkar, tartışırlar. Kamusal tartışmanın kendisidir belirleyici olan, şu ya da bu aydının otoritesi değil. Ancak ne yazık ki ülkemizde kamusal alan ve tartışma kültürü kurumsallaşamamıştır. Bu nedenle aydınların kamusal alanda oynadığı rol son derece kısıtlıdır. Tam da bu nedenle sorulması gereken esas soru neden imza metninin yayınlanmasını takip eden günlerde bu davaya zemin hazırlayacak bir şekilde medya kurumları aracılığıyla imzacıaydınlara karşı sistematik bir linç kampanyasının başlatıldığıdır. Hatta bu kampanyaya bir mafya lideri şiddet içerikli fantezileriyle katkı sağlamıştır. Özellikle taşrada yaşayan imzacı arkadaşlarımızın hayatları tehlike altına sokulmuştur. Neden? Neden sorusuna etik çerçevede cevap vermek mümkün değil. Ancak az önce belirttiğim gibi, davaya konu olan suçlamaların toplumsal kutuplaşmalardan beslendiklerini gözlemlemek zor olmayacaktır. Küçük bir gruba yönelik ötekileştirici / düşmanlaştırıcı söylemin aykırı düşüncelere tahammülü olmayan bir çoğunluk üretmeyi amaçlaması da bilinen siyasal stratejiler arasındadır. Ben böyle bir stratejinin uzun vadede başarıya ulaşamayacağını düşünüyor, bu davanın da sonucu ne olursa olsun demokrasi kültürümüze katkı sağlamasını temenni ediyorum.
Bana istinat edilen suçlamayı reddediyor ve beraatımı talep ediyorum. (EVÇ/TP)