Marksizm, tarih ve bellek çalışmalarıyla tanınan İtalyalı tarihçi Enzo Traverso'nun başta "Solun Melankolisi" ve "Geçmişi Kullanma Kılavuzu" olmak üzere Türkçede pek çok kitabı bulunuyor.
Yıllarca Fransa'da siyaset bilimi dersleri veren Traverso, hâlâ Cornell University'de çalışıyor.
Enzo Traverso'ya göre devrimci deneyim bir nesilden diğerine tam da yenilgiler aracılığıyla aktarılıyor. Büyük hayal kırıklıklarından doğan ve tüm bir nesli etkileyen melankoli, hem yas tutmanın hem de yeni bir başlangıç için hazırlanmanın zorunlu bir öncülü haline geliyor.
Bu yenilgilerin hatırası, devrimci mücadelenin tarihini ve Auguste Blanqui'den Gustave Courbet'ye, Rosa Luxemburg'dan Walter Benjamin'e, birbirinden çok farklı suretlerde ortaya çıkan sol kültürü bir yeraltı akıntısı gibi besliyor.
Traverso'nun Türkçeye çevrilen ve "Gerçeğin Günlüğü" sitesinde yer alan söyleşisinden bir bölümü paylaşıyoruz.
Kitabınızda, "Devrimler, tarihin nefesidir" diye yazıyorsunuz. Ancak, on yıllardır gerçek devrimler görmüyoruz. Bu, tarihin nefesinin tükendiği anlamına mı geliyor?
Bence devrimlere siyasi durumsallık açısından değil, tarihsel bir perspektiften bakmalıyız. Devrimlerin tarihin nefesi olduğunu yazdığımda, genel olarak moderniteden bahsediyorum. Bunun hem 19. hem de 20. yüzyıllar için doğru olduğunu düşünüyorum. Ancak 21. yüzyılda, 10 yıl önce Arap dünyasında gerçek devrimler yaşadık, sadece bir ülkede değil, tüm bölgeyi etkileyen bir devrim dalgasıydı bu ve bir yıl önce İran'da solmuş, bastırılmış ya da batmış bir devrimden bahsedebileceğimizi düşünüyorum. Ayrıca, bu cümleyi yazarken genel bir kavram olarak devrime atıfta bulunduğumu düşünüyorum.
Bu anlamda, devrimin bir 20. yüzyıl deneyimi ve artık "kapanmış" bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Ama ne oldu? Üç yıl önce, 2019'da Şili'yi düşünün. Genç bir solcu başkanın seçilmesiyle sonuçlanan güçlü bir toplumsal ve siyasi hareket ya da sekiz yıl önceki Yunanistan'ı düşünün. Bu vakalar, 1958'de Küba'da ya da 1917'de Rusya'da olduğu gibi bir devrim değildi. Ancak çok güçlü birer toplumsal ve siyasi hareketti ve bana göre bu hareketler, Avrupa'da yerleşik ekonomik sınıfa karşı bir isyanın ön koşuluydu. Bu bahar Fransa'yı düşünün. Dolayısıyla Fransa'da meydana gelen toplumsal ve siyasi çatışmalar, liberal demokrasinin alışılagelmiş diyalektiği değildi.
Kitabınızda, komünizm ve nasyonal sosyalizmde –tarihsel ve ideolojik çıkış noktalarındaki tüm büyük farklılıklara rağmen– ortak bir eğilimi, Rusya Devrimi liderlerinin siyasi tercihlerini de etkileyen bir teknoloji kültünü ve dönemin pozitivizmini vurguluyorsunuz. Bu, pratiğe nasıl yansıdı?
Öncelikle, bu teknoloji tapınmasının, teknolojinin bu şekilde fetişleştirilmesinin kesinlikle faşizme ve sosyalizme özgü bir durum olmadığını, teknolojinin bu şekilde idealize edilmesinin liberal demokrasi de dâhil olmak üzere modern kültürün karakteristik bir özelliği olduğunu söyleyebilirim. Herbert Marcuse gibi bir filozof bunu, yani geç kapitalizmdeki bu teknoloji mitini çok iyi analiz etmiştir ve bence Sovyet Rusya'da, faşist İtalya'da ya da Nazi Almanyası'nda yaşananlar teknolojiyi idealize etme yönündeki daha büyük bir eğilimin parçasıdır: Yani teknolojinin her türlü sorunun çözümü olduğuna inanmak.
Bu yanılsamaların 21. yüzyılın başlarındaki toplumlarımızda derin kökleri olduğunu düşünün. İnsanların kaç kez "Evet, ekoloji ve politik ekoloji gerçek sorunlar teşkil ediyor, ancak teknoloji bunlara bir çözüm bulacaktır" dediğini duyuyoruz?
Tarihsel revizyonistlerin temel argümanlarından biri, nerede ve ne zaman bir devrim olmuşsa, bunun "terörizme" ve totalitarizme yol açtığıdır. Bu ne kadar doğru ve karşı argüman nedir?
Totalitarizmin, sadece devrimlerin bir sonucu olarak açıklanabileceğini düşünmüyorum. Elbette Stalinizm Rusya Devrimi'nin, Maoizm Çin Devrimi'nin ve Kamboçya trajedisi de devrime dönüşen bir iç savaşın ürünüydü. Ancak aynı şekilde totalitarizmin karşı devrimin bir ürünü olduğunu ve İtalya'da yaşananların, yani Mussolini'nin iktidara gelişinin, 1919-1920 ayaklanmalarından sonra saf bir karşı devrim olduğunu söyleyebiliriz.
Almanya'da yaşananlar, Bolşevik devrimi tehdidine karşı tüm Almanya elitleri tarafından desteklenen bir tür önleyici karşı-devrimdir. Fransa'da, İspanya'da iç savaş sırasında yaşananlar, karşı devrim tarafından kurulan bir tür totaliter rejimdi. Örneğin Latin Amerika'yı ya da Şili'yi de göz önünde bulundurun.
Devrimin mirasını savunuyorsunuz ama yeri geldiğinde hem Marksizm'in klasiklerini hem de Rusya Devrimi'nin liderlerini eleştirmekten de çekinmiyorsunuz. Bu, solda pek sık rastlanan bir durum değil. Solun kendini yeniden keşfetmeye ihtiyacı var mı?
Evet, solun kendini yeniden keşfetmesi gerektiği benim için çok açık, bu yüzden benim kaygım ve kitabımın amacı kesinlikle solun mirasını savunmak değil. Bence 20. yüzyıl, devrimin tarihi bir yenilgisiyle sona erdi ve bu yenilgi aynı zamanda sola dair pek çok yanlış anlamanın ve sınırlamanın da ürünüdür.
Solun kesinlikle kendini yeniden keşfetmesi gerekiyor, sadece eski reçeteleri başarısız olduğu için değil, aynı zamanda 21. yüzyılda eski solun kültürüyle, komünizmle, sosyalizmle, anarşizmle ya da komünizmin çeşitli sapmış akımlarıyla kesinlikle ele alınamayacak bir dizi sorunla karşı karşıya olduğumuz için. Buna, 20. yüzyıl solunun tamamı da dâhildir. Eski solu geri getirmemeliyiz.
Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın.
(TY)