Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, son yayınlanan kitabı “Efsun”u t24’ten Murat Sabuncu’ya anlattı.
Türkiye siyaseti, kadın hareketi ve Başak Demirtaş'ın cumhurbaşkanlığına adaylığı konusundaki soruları da yanıtlayan Demirtaş,
"Kibirli, kasıntı, kıskanç, doyumsuz, vicdansız ve duyarsız hallerimizin omuzlarımıza yüklediği ağır külfetten kurtulmadan ne özgür yaşamayı ne de özgür düşünmeyi öğrenebiliriz. Yani özetle, kendini dünyanın merkezine koyarak abartılı bir kişilik gibi gerinmeye gerek yok kardeşim" dedi.
“Siyasal bakımdan kendimi asla yalnız hissetmedim”
Daha önce yazdığınız kitaplarınızdan Seher'den şöyle bir cümleyi not etmişim:
"Bazen en kalabalık ortamlarda bile kendinizi yalnız hissettiğiniz olur. Bütün evrende sizin varlığınızdan haberdar olan tek kişi yine sizmişsiniz gibi."
Efsun'da 'sokakta görse insanın sarılası gelecek' Caner isimli karakter karar vereceği önemli bir konu olduğunda 'kalabalığa' karışıyor. 'Ben öyle sakin kafayla tek başıma düşünemiyorum. Mühim bir konu olunca kendimi ya kalabalıkların içine atarım ya da motorumla yoğun trafiğe dalar, öyle düşünürüm. Otobüsteki herkesin fikrini alıyormuş gibi…'
4 Kasım'da tutukluluğunuzun 5. yılı doluyor. Fiilen siyaset yaparken hep kalabalıkların içindeydiniz. Uzun süredir, her ne kadar size dışarıdan ulaşan çok sayıda mesaj, mektup olsa da tecritin getirdiği bir yalnızlık var. Burada hücre arkadaşınız Abdullah Zeydan'a haksızlık yapmayayım. Pandemi yasakları hemen her yerde kalkmış olsa da aile görüşleri de azaltıldı. Sorum şu: Kalabalık ve yalnızlık…Nasıl tarif edersiniz?
Selahattin Demirtaş: Sanırım kalabalık ve yalnızlık, her zaman için birbirlerinin zıttı durumlar değiller. İnsan bazen kalabalıklar içinde yapayalnız olabilir. Bazen de yapayalnızken kalabalıklar içindeymiş gibi hissedebilir. İçinde bulunduğumuz koşullara, ruh haline ya da zamana göre değişiklik gösterebilir bu durumlar. Benim en çok hissettiğim duygu, kalabalıklar içindeki yalnızlık.
Siyasal bakımdan kendimi asla yalnız hissetmedim. Beş yıllık hapislik sürecimde de siyaseten hep çok kalabalık hissettim. Bununla birlikte, insan olarak yalnız hissettiğim zamanlar da oldu. Bu çoğu zaman, anlaşılmamaktan kaynaklı öznel bir yalnızlıktı. Halen bu duyguyu zaman zaman hissettiğim anlar oluyor.
Yalnızlık duygusunun yol açtığı en şeker duygu, melankolidir. Böylesi durumlarda melankolinin tadından yenmez. Ama ben melankoli lüksüne bile sahip değilim ne yazık ki. Kişisel yalnızlığımı yine siyasal kalabalıklara sığınarak telafi ediyorum çoğu zaman. Ve elbette kişisel yalnızlık duygusundan beni en hızlı ve gerçekçi şekilde çekip çıkaran sevdiklerim var bir de. Başak, kızlarımız ve diğer tüm sevdiklerim. Beni sadece siyasi bir özne olarak görmüyor, güçlü ve zayıf yönlerimle bir insan olduğumu bilerek yalnızlığıma ortak oluyorlar. Sonra da Özdemir Asaf'ın kadim tespiti devreye giriyor, "Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Evet, ben de duygu ve düşüncelerimi tıpkı Caner gibi, çoğu zaman kalabalıklar içinde olgunlaştırdım. Kalabalıkları dinledim, onlardan öğrendim ve bir siyasetçi olarak, hapisteyken bile beni yalnız bırakmayan kalabalıklara sığındım hep.
“Şu anda hayatımızın en gereksiz şeyi AKP”
Durkheim'a göre temelde yapılan seçimler bireyin dışında olup, toplumsaldır. Kişilerin nasıl düşünüp nasıl davranacaklarına karar veren şey normatif düzen ve toplumsal kabullerdir. Caner'in kalabalık bir otobüste ya da pazar yerinde aradığı 'bir nevi kabul mü?'
S.D.: Durkheim'ın tespitinden yola çıkarak Caner de kalabalıklardan bir çeşit kabul mü arıyor, doğrusu pek emin değilim. Sanki Caner kalabalığa rağmen özgün düşünebileceğini, bu esnada da sanki onların da görüşlerini alıyormuşçasına kolektif bir karar süreci işletmiş gibi davranmayı seviyor.
Yani kalabalıklardan kabul değil, destek istiyor. Kendine güveniyor çünkü. Hızlı düşünmeyi, hızlı yaşamayı, hızlı karar almayı ve aldığı kararları hızla uygulamayı seçmiş bir karakter olarak yalnız düşünürken kendisini yavaşlamış gibi hissediyor. Oysa kalabalıklar içinde kendi tarzına uygun bir hıza erişebiliyor. Yine de yorum ve değerlendirme okurundur. Ben ancak saygı duyarım.
Soruyu detaylı yazacaktım ama 'gerek yok'… Okuyanlar, okuyacaklar anlayacaktır. Neye 'gerek var' neye 'gerek yok' hayatta, özellikle memlekette?
S.D.: Bir "gerek yok" listesi hazırlamaya kalksak yüzlerce maddeyi sıralamamız gerekir sanırım. O kadar çok gereksiz şey var ki hayatımızda, belki çoğunun farkında bile değiliz. Onlar hayatımızda olmadan yaşamaya devam edemeyiz gibi düşündüğümüz tüm gereksiz şeyler bizi sınırlayan, nefessiz bırakan ağır yüklere dönüşmüş durumda. Onlardan bi' kurtulabilsek hafifleyeceğiz de nerede o cesaret.
Şu anda hayatımızın en gereksiz şeyi AKP'dir herhalde. Onu bir tarafa bırakalım, kendi kişisel yüklerimize ve zindanlarımıza bi' bakalım bence. Kibirli, kasıntı, kıskanç, doyumsuz, vicdansız ve duyarsız hallerimizin omuzlarımıza yüklediği ağır külfetten kurtulmadan ne özgür yaşamayı ne de özgür düşünmeyi öğrenebiliriz. Yani özetle, kendini dünyanın merkezine koyarak abartılı bir kişilik gibi gerinmeye gerek yok kardeşim. Kendini bi' rahat bırakıp salıversen sen, sen olacaksın, kuş gibi hafifleyeceksin ama bundan haberin yok. O nedenle, biraz relaks lütfen. Kasmaya gerek yok. Emin ol, öyle çok daha güzelsin.
Bir diğer kitabınız 'Devran'ı okuduğumda 'bu kitabı okumak; bir hapishanenin demir parmaklıklarından dışarıya uzatılan bir eli tutmak gibi. Tuttuğunuz el sizi; Diyarbakır'dan Erzurum'a, Bodrum'dan Datça'ya bazen utandıran bazen düşündüren kimi zaman gülümseten pek çok hayata konuk ediyor' diye yazmıştım. 'Dışarıya dair' detaylar da çarpıcıydı. Hayallerinizin hapsolmadığını göstermesi açısından:
İlerideki yamaçlardaki sık ormanlığın yerini çalılar ve küçük ağaçlar alır olmuştu. Karın tamamen örttüğü ağaçlar sarp araziye küçük beyaz tümsekler gibi serpilmişti sanki…"
Bu kitapta ben uzun süredir görmediğim ama okuduğumda yüzümü gülümseten 'teneke içinde çiçeklere' takıldım. (genelde vita yağ tenekesi). Tecrübeyle sabit tek bir yeşilin-çiçeğin girmesinin 'yasak olduğu' bir alanda yaşıyorsunuz çünkü. Kitaptan öğreniyoruz ki 'Efsun' pandemi yüzünden az gördüğünüz eşiniz ve kızlarınızla daha sık mektuplaşma, çocukluğunuzdan kısa öyküler yazılıp gönderilmesiyle' çatısı çatılmış. Hikayelerin çoğunu Beyrut'tan Gümüşhane'ye gitmediğiniz yerlerden seçtiniz. Hatta buraları evlatlarınız internetten araştırıp size yolladı? Bunun nedeni ne?
S.D.: Aslında Efsun, benim ilk ciddi edebiyat denemem. Seher, Devran ve Leylan'da az ya da çok vardım ben. Sesim de rengim de şu veya bu düzeyde vardı. Bundan kaçamazdım, kaçmaya da çalışmadım. Siyasetçi kimliğimi tümden görünmez kılan bir tarzda edebiyat yapmak benim için mümkün değildi ama Efsun'da bunu denemenin zamanı geldi diye düşündüm. Bu nedenle, Efsun'un tamamını kurgusal bir roman olarak ele aldım.
Efsun'daki hiçbir karakter ya da olayla gerçek hayatta karşılaşmadım. Tamamını kendi hayal dünyamda yarattım. Ancak yazmaya başlayınca, romandaki mekanları da hayal dünyamda tümüyle kurgulayamamam halinde, karakterleri tam olarak var edemeyeceğimi anladım. Eğer mekan olarak Diyarbakır, İzmir, Ankara, İstanbul ya da Hakkari'yi seçseydim iyi bildiğim ve havalarını çokça teneffüs ettiğim bu kentlerin sokaklarının ruhuma sinmiş nefesleri karakterlere de yansıyacaktı kesinlikle. Ve böylece, yazar olarak kendimi gizlemem mümkün olamayacaktı. Onun için, romandaki mekanları hiç gitmediğim şehirlerden seçtim. Bu aşamada da kızlarım devreye girdiler ve hayal dünyamı zenginleştirecek katkıyı sundular bana. Ne kadar başarabildim bilemiyorum ama tek bir satırı bile hayatımdan bir iz taşımayan, kurgusal bir roman yazmaya çalıştım.
Karakterlerin her biri kendi içinde güçlü. Her biri kendi 'sınıfsal-kültürel' dünyasını kendi diliyle ifade ediyor. Ama 'baş karakterler kadar' beni çarpan diğerleri de önemli…Anneler mesela. Hem Caner'in hem Efsun'un annesi… Dokunacakmışsın gibi sahici karakterler. Hayatımızdaki annelerden, komşunun annesinden pek muhtemel kendi annenizden izler…Anneler ve evlatlar…O bağ…annelerin sevgisi, sahip çıkışı, acılara zorluk gerişi memleketi değiştirecek muhtemel. Annelerden ve annenizden bahseder misiniz? Bu sorunun devamını şöyle getireyim. Kitapta kadın karakterlerin gücü de çok çarpıcı verilmiş. Daha önceki kitaplarınızdan da biliyorum ki 'kadın hareketinden yana' bir kaleminiz var. Eşiniz de dışarıda hem sizin hem özgürlüğünü kaybetmiş siyasetçilerin hakkını savunmak için mücadele ediyor. Zaman zaman hedefe de konuyor. İki sorum var. Birincisi Türkiye'deki kadın hareketinin toplumu dönüştürme yolunda nasıl bir misyonu yerine getirdiğini düşünüyorsunuz? İkincisi eşiniz hedef haline getirildiğinde ne hissettiniz? Ya da Cumhurbaşkanı adayı olarak tartışıldığında?
S.D.: Romanda anneleri yazarken elbette annelik deneyiminden yola çıkarak inşa etmedim karakterleri. Benimkisi evlatlık deneyimleriydi. Bu nedenle, daha çok annemi ve annemden öğrendiğim şeyleri hayal dünyamda işleyerek inşa ettim karakterleri.
Annelerin yüzde 99'u gibi benim annemin de hayatı ezilmekle, yoksunluklarla veya yoksulluklarla geçmiş ancak yine de ayakta kalmayı başarmış, bununla da yetinmeyip çocuklarını geleceğe hazırlayabilmiş fedakâr bir emekçiden başka biri değil.
Neredeyse etrafımdaki bütün anneler böyle. Bunu Başak'ta da gördüm, onun annesinde de. Annelerdeki kararlılığı, fedakarlığı ve yavruları için göze alabildiklerini dikkatlice gözlemlerseniz en büyük değişim, azim ve motivasyonun orada yattığını anlayabilirsiniz. O inanılmaz gücü bulunduğunuz alana aktarmak sizin yeteneğinize veya cesaretinize kalmıştır artık. Annelerin doğadaki duruşları bize güçlü olma mesajını yeterince veriyor. Fakat sanırım, biz bunu duygusal bir bağın ötesinde değerlendirmiyoruz. O nedenle, annelerin ama genel olarak kadınların değiştirici gücüne saygı duyup onları desteklemek yerine ezmeye, durdurmaya çalışıyoruz. Romanda özellikle biyolojik annelik dışında kadın kimliğine vurgu yapmamın nedeni budur. Çünkü mesele sadece annelik değil kadınlık meselesidir.
Eşim de hem bir anne hem bir kadın olarak çok değerli bir mücadele yürütüyor. Mücadelesi hem otoriter rejime hem köleliğe hem eril zihniyete hem de yeri geldiğinde bana karşıdır. Eril iktidarların en korktuğu şey, özgür ruhlu kadınlardır. Başak'a ve birçok özgür ruhlu kadına aşağılıkça saldırmalarının nedeni budur. Çünkü özgür kadın, pespaye erkekliğin tel tel dökülmesine, kepaze hale gelmesine yol açıyor. Kof erkekliğini ve bununla sağladığı iktidar konforunu yitirmek istemeyen her erkek, özgür ruhlu kadını tehdit olarak görür.
Türkiye'deki kadın hareketi inanılmaz bir şeyi başarıyor ve hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin kabına sığmayacak şekilde genişleyerek belki de tek hakiki toplumsal harekete dönüşüyor. Bu yönüyle, demokratik dönüşümün lokomotifi artık kadın hareketidir diyebiliriz. Ben şahsen bundan dolayı çok heyecanlı ve mutluyum. Çünkü hepimizi özgür ve eşit kılacak şey; hiyerarşiye, egemenliğe, sömürüye ve tahakküme dayalı eril zihniyetin yıkılmasıdır. Ve kadınlar bunu kafamıza vura vura yapıyorlar. Vallahi ne yalan söyleyeyim, elleri dert görmesin diyorum.
Şunu da belirteyim, Başak'ın isminin cumhurbaşkanı adayı olarak tartışılmasından onun hayat arkadaşı olarak çok gurur duydum. Bununla birlikte, bu konu ne kendi aramızda ne de partimizde hiçbir şekilde gündem olmadı. Böyle bir gündemimiz yok. Tümüyle bizim dışımızda tartışılıyor. Ancak bu ülkeyi layıkıyla yönetebilecek milyonlarca kadın varken erkek siyasetçilerin öne çıkmaları da büyük talihsizlik.
Tabii, Başak'ın aktif siyasete girip girmeyeceğine herkesten önce kendisi karar verir. Kararı ne olursa olsun, ben tüm gücümle yanında olur, onu desteklerim. Zaten Başak, benim gönlümün seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu için ben gayet memnumum. Siz de onu veya bir kadını cumhurbaşkanı yapmak istiyorsanız bu hiç de zor değil. Seçmenlerin yüzde 50 + 1'i kadın zaten. Kadınlar kadın adaya oy verse erkek adaylar nal toplar. Yeter ki kadın dayanışması güçlü olsun ve kadın kadının kurdu değil, yurdu olsun. Başak dahil, milyonlarca yürekli kadının içinden illa ki ülkeyi yönetecek pırıl pırıl adaylar çıkar.
TIKLAYIN - Söyleşinin tamamını okuyun
TIKLAYIN - Çünkü yazmak Efsun'ludur...
(EMK)