Fotoğraf: HDP Basın
“Dünyanın size adil davranmasını beklemeyin.
Hatta merhametlice davranmasını bile beklemeyin”
Joyce Carol Oates.
Selahattin Demirtaş dünyanın kendisine adil davranmasını, o günün gelmesini oturup beklemeyenlerden... Elinden bir dünya alındıysa binbir dünya kuruyor. Açıkçası onun yazdıklarını okurken her defasında ne yazdığından çok bu yeni “dünyalar kurma” meselesi ilgimi çekti.
İkinci romanı Efsun’da kurduğu dünyalar düz anlamıyla politik hayatlara da tekabül etmiyor. Bir baba oğul, bir ana oğul, bir ana kız... Birçok sıradan karakterin esasen sıradan hayatı. Sıradanlığı bozan büyük entrika pekala günümüz dizilerinin birçoğunda yer alabilecek entrikalara oldukça benzer aslında.
Ana karakterin babası sandığı kişinin aslında biyolojik babası olmaması. Nesep karışıklığı. İktidarsız bir baba... İktidarsızlığını gizlemek için işlediği günahın yükü sonraki kuşakların omzuna biniyor. Bütün ezme ezilme ilişkilerinin metaforik ya da düz anlamıyla temel meselesi, büyük mesele bu...
Tarih boyunca güç istemenin ve bir türlü dilediğince “muktedir” olamamanın yol açtığı onca yıkım düşünüldüğünde Efsun’un politik bir sözü olmadığını kim söyleyebilir? Politik söz ortada değil tıpkı bütün sıradan hayatlarda yaşanan, maruz kalınan ve yeniden üretilen bir politiklik... Dipten dipten işliyor.
Şunu hatırlatmama izin verin. Kurmaca yazarlığı muhakkak ki çok zordur. Romanları ve öyküleri biz su gibi okuyoruz diye onlar da su gibi yazılıyor sanmayalım.
Bundan da öte her kurmaca eserin su gibi okunduğu da söylenemez ve okunması da gerekmez zaten. Kurmaca adı üstünde “dünyalar kuracak” bir ufuk ve odaklanma gerektirir.
Başka başka dünyalar hem de... Selahattin Demirtaş da bir başkasıyla paylaştığı küçük hücrede kocaman dünyalar kurmuş yine.
Fakat bir yandan da yazmanın hareket halinde olmakla ilişkisi üzerine yazılanları düşündüğümüzde kurmaca yazmak gibi zaten zor olan bir işin o küçücük hücrelerde nasıl daha da zorlaştığını tahayyül edebiliriz.
Joyce Carol Oates bu yazının en başında epigraf olarak yer verdiğim satırlarının da yer aldığı Bir Yazarın İnancı: Yaşam, Zanaat, Sanat başlıklı kitabında, yazmanın koşmakla, koşmanın düş kurmakla ve esas olarak yazarlığın hareket halinde olmak ve yürümekle ilişkisini uzun uzun ve örneklerle anlatıyor. Londra’dayken yaptığı koşu ve yürüyüşlerden söz ediyor. Şöyle;
“Amerika’ya ve Detroit’e duyduğum özlem beni öylesine üzüyordu ki, tutkuyla koşardım; yazmanın yoğunluğuna bir ara vermek için değil, yazmanın bir işlevini yerine getirmek için. Çünkü koştuğumda Detroit'te koşuyordum; kentin parklarını, sokaklarını, caddelerini ve otoyollarını zihnimde öylesine net bir berraklıkla canlandırıyordum ki, eve döndüğümde yalnızca yazıya dökmek kalıyordu (...) ne tuhaf bir deneyim! Koştuğum zamanlar olmasaydı, bu romanı yazmış olabileceğime inanmıyorum...”
Koştuğu zamanlar olmasaydı o romanı yazmış olmayacağını söyleyen bir yazarla, cezaevinde olmasaydı bunları yazamayacağını söylediğim Demirtaş...
Değil koşmak beş yıldır aynı yönde ve kesintisiz yüz metre bile ilerleyemiyor. Yine de bunların birbiriyle çeliştiğini söyleyemiyoruz. Çünkü yazmak efsunludur...
Demirtaş Efsun’da bu kez cezaevinin dört duvarını aşmayı da aşan bir şey yapıyor. Bambaşka dünyaların, bambaşka karakterlerin, ilgi duymasını beklemeyeceğimiz hayatların içinden geçiyor.
Terzi Kibar’ın, Ressam Mercan’ın, çiçeği burnunda gazetecilik bölümü mezunu Efsun’un ve moto-kurye Caner’in hayatı... Ana rolleri üstlenen birkaç karakter daha var. Garip bir iş teklifiyle başlayan hikaye, arkasından bu isimleri ve hikayelerini de sürüklüyor.
Edremit’te bir çiftlik, Lapseki yakınlarında bir köy, Gümüşhane, İstanbul, Beyrut ve Girit hikayelerin coğrafyasını oluşturuyor. Romanın sonundaki notlardan anlıyoruz ki Selahattin Demirtaş bahsi geçen çoğu yeri hiç görmemiş.
Pandemi döneminin uzun tecrit günleri boyunca hem görüşemediği kızlarıyla arasındaki duvarları aşan bir bağ kurma ve birlikte bir şey yapma hem Edirne Cezaevi’ndeki küçük odanın kilidini kırma çabası bu kitabı ortaya çıkarmış. Romanı kızları Delal, Dılda ve eşi Başak’la birlikte yazdığını söylüyor bu nedenle.
Efsun büyük bir aşk hikayesi anlatıyor desem doğru olmaz bence. Romana adını veren Efsun ve Caner’in aşkı tam da kendi yaş kuşaklarında olması gerektiği türden bir aşk, ne büyük bir aşk diyebilirsiniz ne de küçümseyebilirsiniz. Zaten bu aşk hikayenin tümüne değil ancak sınırlı bir kesimine yayılıyor.
Öyle ki romanın adının Efsun olmasını bile garipseyebilir insan. Fakat sanırım Efsun adı da bu aşkın dışına taşan başka şeyleri işaret eden bir boyuta sahip. Esas olarak hikayeyi bir uçtan bir uca ustaca kuşatan entrikada gizemli, hatta belki efsunlu bir şeyler görebilirsiniz.
Olay örgüsü o kadar sıkı ilmeklerle örülmüş ki, sık sık bir soluklanıp kim kimdi, kim nerede ne yapmıştı, bu ne şimdi diye tüm dokuyu yeniden canlandırmanız gerekiyor. Kitaba sihir ve sürükleyicilik katan bir şey...
Başka aşklar da var, kesişen aşklar romanı Efsun... Ama dediğim gibi tek ve “büyük” bir aşkı boş yere aramayın... Büyük bir aşk yok, çok sayıda ana karakterin hayatının yönünü değiştiren yaşanmamış bir aşk var. Belki de bir takıntı...
Zalim ve iktidarsız babanın hiçbir yere “yerleşemeyen” oğlu Kenan, Efsun ve Caner’in yollarını kesiştirip, yaşayamadığı bir aşkı sonraki kuşakta yeniden canlandırmaya ve gerçekleştirmeye çalışıyor. Mercan’a duyduğu yaşanmamış aşk bütün hikayeyi rehin alıyor mu desem acaba? Kimsenin yolunun kendi akışında akmasına izin vermiyor.
Hikaye tüm ana karakterlerin kendi bakış açısından sunuluyor. Bazen aynı olay yeniden ve yeniden karşınıza geliyor. Bir Yeşilçam melodramı gibi başlayan ve giderek trajikleşen klasik bir hikayeye daha yenilikçi bir anlatım katan da bu çoklu bakış açılarının tercih edilmesi olmuş.
Farklı bakış açılarıyla aynı hikayeyi yeniden anlatmanın romanda da sinemada da çok eski örnekleri var. Fakat yine de bu bakış açısı tercihinin klasik akışı kıran etkisi bir yenilik hissi yaratma kabiliyetine de sahip. Romanla ilişkili olarak yazdıkları güzel değerlendirmelerde Mahmut Temizyürek ve Behçet Çelik bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştu, o yazıları da okumanızı öneririm.
Onların da bir şekilde belirttiği gibi hakikat hiçbir zaman tümüyle tüketilemeyen katmanlara sahiptir. O katmanları herkes başka türlü anlamlandırır. Efsun’un derdi önemli ölçüde hakikatle zaten. Başkasının hakikatiyle.
Demirtaş her karakterin bakış açısını ayrı ayrı ve ustalıkla tahayyül ediyor ve ettiriyor. Kimsenin hakikati kendi koşullarının dışından kavranmıyor. Bu etkileyici bir şey.
Bir yandan da romanın ilk kısmında “ama bu da hiç gerçekçi değil ya da bu da böyle olamaz ki” dediğiniz şeylerin ikinci yarıda başka birinin perspektifinden bakıldığında gerçeğe yaklaşması ve rayına oturması söz konusu.
Karakterlerin kendilerine söylediği yalanlar da, üstünkörü değerlendirmeler ve empati yoksunlukları da bakış açılarına nüfuz ediyor. Kitabın bir yerinde Mercan’ın ağzından empati de şöyle tarif ediliyor:
“Empati, kendini başkasının yerine koymak değildir bence. Kendini asla başkasının yerine koyamayacağının farkında olmaktır. Ateşin düştüğü yeri yaktığını bilmektir, herkesin hikâyesinin özgün ve değerli olduğuna inanmaktır. Ben de empati yaptım o an, böylece aramızdaki yabancılık bitiverdi. Kalktım, koluna girip bahçeye çıkardım, bir banka oturttum. Gidip su ve kahve aldım, avucuna su döktüm, yüzünü yıkadı, gözleri ışıldadı, yıkılmış özgüvenini, incinmiş gururunu bir kenara bırakıp içten gülümsedi. Kahvelerimizi içerken havadan sudan konuşup gülüştük, durumu normale döndürmeye çalıştık.”
Leylan hakkında yazarken de söylemiştim. Roman bir edebi tür olarak cezaevlerinde başladı desek yeridir. Kör kapıları ve pencereleri aşmanın, hayata ve yeniden sokaklara, kentlere, başkalarına, başkalarının dünyalarına derinlikli biçimde bağlanmanın bir yolu olarak öyküden ve romandan daha iyi bir araç olmadığından sanırım. Okuyarak ve yazarak tutsaklıklar aşıldı...
Selahattin Demirtaş’ın dört yıla sığdırdığı iki öykü kitabı (Seher, Devran) ve iki romanını (Leylan, Efsun) cezaevi deneyiminden ayırmak mümkün değil. Muhtemelen cezaevinde olmasaydı bu kitaplar yazılamayacaktı.
Bir siyaset insanının politika alanında yıldızının en parladığı anlarda köşesine çekilip hikaye ya da roman yazmaya imkan bulabileceğini sanmıyorum. Yazma yeteneği hep ertelenmek durumunda kalacaktı.
Tabii ki Demirtaş özgür olsaydı da roman ya da öyküler yazmasaydı diyenler de olacaktır. Açıkçası ben de bunu söylemeye çok yakın hissediyorum. Ama bir yandan da Demirtaş’ın hikayeleri onun çoğumuzdan çok daha özgür olduğunu da söylüyor.
Çevrenize bir bakın, insanların ne kadar küçücük hırsların, takıntıların ve akıl dışı düşüncelerin tutsağı olduğunu göreceksiniz. Yerinden kıpırdamaktan, bir yerden bir yere gitmekten veya bir şeyi değiştirmekten ödü kopan ne çok insan var.
Bu korkuları nasıl allayıp pulladıklarını ve nasıl meşrulaştırdıklarını da göreceksiniz. Bundan büyük tutsaklık var mı?
Kısacası, daha da sadeleşen diliyle ve sürükleyiciliğiyle güzel ve yine hafifleten bir roman okuru bekliyor. Efsun’daki kadınlara da dikkat ederek okuyun. En güçsüzü bile kendi kaderine en güçlü erkekten daha çok hakim olma derdinde. Mücadeleci ve vazgeçmeyen kadınlar...
Bir sonraki romanını evinde, göğün ve güneşin altında yazsın. #Demirtaş’aÖzgürlük. (SÇ/APK)
* Selahattin Demirtaş, Efsun, editör: İbrahim Yıldız, kapak: Suat Aysu, düzelti: Alaz Can, Dipnot Yayınları, Eylül 2021, Ankara, 244 s.