* Yılmaz Varol’un söyleşisi, ilk olarak Düşler Öyküler dergisi, Sayı: 4’te, Mayıs 1997’de yayınlandı.
Isabel Allende, “Paula” adlı romanının bir yerinde, iç savaş sırasında Lübnan’dan şu çarpıcı sahneyi anlatır: “Havaalanı, ülke dışına çıkmaya uğraşan insanlarla kaynıyordu; bazıları karılarıyla kızlarını kargo olarak götürmeye yelteniyorlar, insan olarak görmediklerinden onlara da bilet alınması gereğini anlayamıyorlardı.”
Leylâ Erbil, bütün kitaplarında bu “kargo öyküsünü” anlattı bence. İnsan yerine konulmayan, aşağılanan, ezilen ve sömürülen kadını. Bütün bunları, erkeklerin okun sivri ucu kendilerine yöneldiği zaman hiç de hoşlanmayacakları bir dille yaptı üstelik: Hırçın ve kışkırtıcı!
Bu sözleri kendisi de duymak istemez ama, kendi kuşağının da, son yarım yüzyıllık edebiyat dünyasının da tutarlılık açısından ayakta kalan, sayıları bir elin parmaklarına bile ulaşmayan yazarlarından biri oldu Leylâ Erbil. Bir zamanların ödül mekanizmasına karşı çıkan yazarların toplu “hatıra fotoğrafı”nda artık bir tek onun yüzü seçilebiliyor. Hiç de önemsenmeyecek, göz ardı edilebilecek bir nitelik değil çünkü; ödül almayan tek bir yazarın bile kalmadığı günümüzde ödül almamış olmak, ödülleri reddetmiş olmak.
Ödüllere ilişkin tavrını söyleşiler için de sürdürseydi bugün bu sayfaları okumuyor olacaktınız. Uzun bir direnme döneminden sonra, kazanan ben oldum. Söyleşiyi yaptıktan sonra “iyi ki kazanmışım” dedim. İyi ki kazanmışız.
İlk kitabınız Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adamışsınız. Bu durum, bir arkadaşa vefanın mı, yoksa Türk yazınında bir geleneği, Sait Faik geleneğini sahiplenişin mi ürünü?
Keşke birinci bölümü de ona adasaymışım! Cahillik işte! Zaten o ilk kitabı kime adayacağımı şaşırmışım; Bütünü S. Beckett’e adanmıştır: “Nothing is more real then nothing” alıntısıyla. Beckett de ilk çarpıldıklarımdandır. 1954′te “Waiting for Godot”yu Küçük Sahne’de seyrettikten sonra Beckett’in peşine düştüm; Tüm oyunlarının romanlarının. Böylece 56′da Molloy’u (Grove Press) elde etmekle de büyük bir yazın sarsıntısı geçirdim. Sait Faik ise bizden bir yazardı: Daha yumuşak, sevecen, çekingendi yazını, ama sarsıcıydı. Bize daha yakındı. Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inanırım. Gözümden bir perde de o kaldırmıştır. Yerli olsun yabancı olsun başka yazarları akla getirmeyen özgün metinlerdi ortaya çıkardıkları. (Özgünlüğe hâlâ inananlardanım.) Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu.
Ben onunla tanıştığımda (53 sonu-54 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…
1959′da ilk hikâyelerim Hallaç’ta S. Faik ve Beckett etkisinde kalacağım korkusuyla epeyi bocalamışımdır. Birilerine benzemeyi, onları taklit etmeyi, kendi benliğimi bulmadan başkalarının açtığı yoldan arz-ı endam etmeyi bir çeşit hak yemek saydığımdan onların adını anmadan çıkaramazdım kitabımı. Şükran duygumu böylece belirtmiş oldum. S. Faik gene aynı yıl, 54′te beni derinden etkileyecek bir başka şair’le, Kont de Lautreamont’la tanıştırdı beni!
Evet, ayrıca vefalı bir insan sayılırım; özel ilişkilerimde ne denli talihsizliğe, saldırıya uğramış olsam da hâlâ kardeşliğe, dostluğa, dayanışmaya dönük inancım yitmedi.
Elbette anlaşılacağı gibi kaynaklarımdan biri Sait Faik’tir. Ancak S. Faik’ten önce okuduğum, etkilendiğim yazarlar da var! Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare vb… belki bunlar kadar beni etkileyen başka şeyler: mahallemizde çocukluğumda hep rastladığım bir deli kadının bağıra çağıra tekrarladığı sözler, bir magician’ın elime geçen defteri, küçükken karşılaştığım ve dayanmakta zorluk çektiğim korktuğum buyrukçu, yasakçı insanlar (bunlar daha sonra örneğin yürüyüşlerde, Sivas’ta ve mecliste seyrettiğim kana susamış adamlardı) var. Neyse ki dünyamı ısıtan şairler şairler şairler!.. Belki en önemli kaynaklarım erken karşılaştığım komünist insanlar, arkadaşlarım ve iki imza; Marx ve Freud!
Edebiyat dışı yazarlık kaynaklarınız yani…
Bir bakıma öyle ama biri olmasa berikilerin de olamayacağına inanıyorum. Soyut bir “yazar olma kaynakları” düşünemiyorum. Üstelik benim ya da bizim kuşağımız yazarlık kadar, siyaset düşünceleriyle de iç içe büyüdü. Dönem o dönemdi; bir disipline, dünya görüşüne sahip olduk, bir formasyondan geçtik. Arkadaşlarımızın çoğu Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu; olmayanlar bile A. Bezirci gibi Onat Kutlar gibi dışarıdan hep destekledi sosyalizmi. Yazarlık hayatın ta kendisi, neyin üstte neyin altta olduğunu pek bilemeyeceğimiz katmanlar içeriyor; duygusal tarihini, köklerini, yıldızlarını kestiremediğimiz.. Lise’de Nazım Hikmet’in şiirleri elden ele gizlice dolaşırdı; kimimize bir şey vermedi, kimimizi kaçırdı, korkuttu, bir kaçımızın da geleceğini çizdi…
Asıl kaynaklarınızdan biri de Nazım’dı belki?
Sanırım oydu. Bir süre edebiyata ve topluma bakışımı onun şiirleri kadar ona yapılan haksızlığa seyirci kalmanın acısı da yönetti. Giderek bu haksızlığa hepimizin maruz kaldığını gözlemledim. Bu toplumun içindeki yangını hep körükleyen bir şiddetin varlığını biliyoruz artık ama aslı nedir? Ben daha çok din kökenli olduğunu sanıyorum, sanmaktan da öte ayaklandırıcısının dinsel zemin olduğuna inanıyorum. Sorunuza döneyim, bu kaynak sorusunu netlikle yanıtlamak pek olası değil o yüzden Marx ve Freud adını andım. O dönemde, yani 25 yıl önce bu iki adı yanyana anmak tepki uyandırıyordu, hele kadınsanız bu toplumda her şey tepki uyandırır. Beckett’i anmam da öyleydi. Uzatmayayım, Gecede çıktığında (68) Cumhuriyet Gazetesine, “insanı Marxist ve Freudist açıdan ele alan” diye bir ilan verdim! Bile bile! C. Süreyya, “sen de hep düşmanlık üretiyorsun” demişti! Tabii aydınlar arasında demek istiyordu. Kaynaklarımdan biri de genç kızlığımda burnumu güzel bulmamamdı, bize aşılanmış olan “gövde ırkçılığını” unutmayalım. Ronald Barthes’ın “gövdenin çevresinde, iblisler dolaşır ve bunun birçok sinircenin kaynağı olduğu” sözüne inanıyorum. Bu burnum yüzünden epeyi acı çektim!..
Sanırım sadece Freud ve Marx adını birlikte kullanmanızın kuramsal bir çelişki olarak algılandığını, düşmanlık yarattığını kastetmiyorsunuz?
Haklısınız, sadece o değil. Çünkü biliyorsunuz nörobiyolojide bilinçdışı diye bir şey kabul edilmiyor. S. Freud klinik modellerle çalıştı ve laboratuvardan çıkma, gözlemlere dayanan sonuçların bilimsel bir değeri de pek yoktu. Ama bana tepki duyanların bunları düşünmüş olduklarını pek sanmıyorum? Yani diyalektiğin mantığını savunduklarını; her bilimsel yeniliğe açık oluşu, statik olmayışı, dolayısı ile bu yüzden Dr. Freud’un bulgularını bilimsellikten uzak bularak, reddettiklerini sanmıyorum. Böyle bir ciddi tartışma getirmedi benim kitaplarım aydınlara. (Kaldı ki o bulguların bilimsel kabulleri de mevcut bugün) Onlar daha çok kendisi de bir burjuva sayılan ve “burjuva hastalıklarını” psikanaliz yöntemiyle sağaltan adama da, o hastalıklara da, o yöntemden karınca kararınca kendi yazınında yararlanan kadın yazara da karşıydılar. Oysa daha haklı olabilecekleri savlar ileri sürebilirlerdi…
Bence o gün; yani 60′lardan başlayarak bu adımı atan bir erkek yazar olsaydı sanırım daha ciddiye alırlardı.
Daha haklı olabilecekleri savlar dediniz. Ne gibi savlar?
Ne bileyim: burası burjuvazinin varolduğu bir toplum değil, sanayi devrimi geçirmediğimize göre sınıflı olmayan bir toplumda o hastalıklar ne arasın gibi?
Sizce sınıflı bir toplum sayılmaz mıyız?
Bence deli ve tümden hasta bir toplum sayılmamız için sınıflı bir toplum olmaya da sanayi devrimi geçirmeye de hiç gereksinimiz yok! İnsanlık uygarlık tarihiyle bozulmuş, hastalanmıştır, bununla keşke uygarlaşmasak da dediğim yok elbette; uygarlaşacağız. Ayrıca bizim toplumumuz üretim ilişkilerindeki çarpıklığın dışında demin belirttiğim gibi din kökenli hastalıklarla da doludur. Sınıf sorunu tartışılabilir. O günlerde de başını Kemal Tahir’in çektiği tartışmalar vardı: Asya Tipi Üretim Tarzı üzerine… Benim görüşüme göre de “suyun merkeze bağlı” olması olmaması bir yana sömürenler olduğu sürece sömürülenler olacaktır. Sömürünün ortadan kalkmasıyla yani sosyalizmin (doğru bir biçimde) uygulanmasıyla da insanın iç ifritlerinin bıçakla kesilmişçesine ortadan kalkacağına inanmıyorum. Ancak o vakit Marx’ın belirttiği her bireyin yaratıcılığına olanak veren üretici yaşama biçimlerinin sanatın sağaltıcı rolünü ve bugünden hayal etmemiz olanaklı olmayan pek çok ilişki akla yakın gelmekte.
Savlar konusuna ekleyebileceğim bir nokta var. İstediğim düzeyde bir tartışmayı Kemal Tahir’le, Tuhaf Bir Kadın yayımlandıktan sonra yapabildik. O, “baba” bölümündeki Türkiyeli; Karadenizli bir adamın nasıl olup da ölüm yatağında Joyce’cu, Faulkner’ci ya da Freud’cu duygu tabakalarıyla boğuşup kendiyle ve toplumuyla bir hesaplaşmaya girebileceğinin açıklanmasını istemişti. Şaşkınbakkal’daki mütevazi dairesinde heyecanlı bir tartışma geçti aramızda; ikimiz de birbirimizi ikna edemedik. Bu da ayrı bir tartışma konusu, burada, Kemal Tahir’in genç yazarları ciddi bir merak ve dikkatle izlediğini, ülke ve yazın konusunu tartışmaktan büyük zevk aldığını anımsatmak yerinde olur.
Kaynaklara ve Freud’a dönersek, onun yanlışlarının vurgulandığı da biliniyor…
Bu çok doğal ve beni bağlamıyor. Psikanalist yönteme yenileri eklendi elbette, bilimin donup kalması söz konusu değil. Ancak sonradan gelenlerin bu inkâr ettikleri adamın eserleri ve öngörüleri üzerinde ilerlediklerini de unutmayalım.
Bir yazarın Freud’la Jung’la Lacan’la ilişkisi onların insanı kavramamıza kattıkları yeni bakış açılarıyla ilgilidir. “Bilinç dışı”nın kavranmasıyla yenilenen öz (burada insan) bize yeni teknikler sağladı, yeni biçimler elde etme olanaklarını verdi. Biçimin içi boş soyut marifetlerden öte bir şey olduğunu bir kez daha öğretti. Dolayısıyla bazılarının sandığı gibi, boş kağıdın önüne durup şimdi bir yeni dil kurayım da görsünler demekle dil kurulamayacağını gösterdi. Elbette Freud’dan önce de bilinç ötesini veren büyük yazarlar vardı, Sheakespeare, Oidipus saplantısını anlatmak için Freud’u beklememişti ya da Dostoyevski’nin insanları vb… Ancak bilinç akımı tekniklerinin bütün sanat kollarına egemen oluşu, bilinç dışı güçlerin varlığının kabulü, bu yolda bir çığır açılması, Freud öğretisiyle benimsendi. 60′lardan başlayarak aydınlandığım bu kaynak bugün de beni terk etmiş değil…
Virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgüllü soru gibi bilinen işaretlemelerin dışındaki işaretlere başvurmanızın da galiba psikalanizmle yakından ilgisi var…
İnsanlara bakış açım, onların tümünün sakatlanmış, yaralanmış oldukları noktasında ısrarlı olunca, (herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda -dünyada- sakat olmak “normallik” anlamına gelir) onları bilinen cümlelerle anlatmak ya da birinci tekille konuşturmak yeterli olmayabiliyor. Bunun gibi cümlenin yapısını, anlamını oynatan, başkalaştıran bir söylem klasik işaretleri de değiştirmeye zorluyor.
Dilbilgisi kuralları düzgün bir fiil ve isim cümlesi kurmayı öngörür. Türkçe cümlenin belli bir sırası, bir yapısı vardır: Özne şurda yüklem şurda olmalıdır gibi. Türkçede devrik cümleler de vardır başlangıcı Oğuz Kağan Destanı’nda, Kabusnamede vb. olan Nurullah Ataç’la canlandırılan. Ben de başka arkadaşlar da epeyi kullandık. Ancak devrik cümlelerin karşılayamadığı söylenler başka arayışlara bakmamı sağladı.
Örneklersem bir Afazi’nin kuramadığı cümleden yararlanarak ya da histeriye yatkın birinin, ya da öforik bir durumun dile getirilişinde hangi gramer kurallarının geçerli olabileceği sorusuyla karşılaşabiliriz.
Bir insanın soluk bile almadan, üst üste yinelediği bir cümle: “allah ile ermişler arasında habercidirler; durun! durun! peygamber nuha suların çekildiğini bildirmişlerdir” ne büyük harf tanıyabilir, ne küçük harf ne virgül ne nokta; o aralara benim yapıştırdığım “virgüllü nokta”dır. Bazen de onları koymadan sürdürebilirim. Soru cümle son bulsa bile üst üste düşüyorsa “virgüllü soru işareti”mi yakıştırırım.
Ya da soru düşüncesinin kurallara uymadığı durumlarda, bu soru cümle anlatıcının ağzından çıksa soluk soluğalığını koruduğu sürece ona da üç virgüllü soru ya da benzerini koyabilirim. Böylece bu açıklamaya çalıştığım son durumla anlatıcının da, anlattığı sakatlanmışlardan biri olduğunu -ya da normallerden- yazarı yani anlatıcıyı mistifiye etmediğimi belirtmiş olurum.
Kitaplarımın yayımı sırasında teknik olanakların bu işe elvermediği gerekçesiyle dizgiciler kendi bildikleri işaretlemeleri kullandılar. Böylece dikkat edilirse özellikle Mektup Aşkları’nda yerli yersiz birçok virgülle, soru işaretiyle karşılaşıldığı ortaya çıkar. Bu işaretlemelerin benim türkçe yazına getirdiğim -tek başıma- bir şey olamaz. Ancak benden sonra genç kuşak bu yolu işler ve daha da geliştirirlerse yazın kuralları giderek genişleyip zenginleşir. Bu durumda daktilo makineleri, bilgisayarlara da virgüllü ünlemler sorular, türevleri konursa, dünya yazarlarının da belli bir anlatım zenginliği kolaylığına kavuşacaklarını, okurlarının ise daha başka bir algılamaya yöneleceklerini -insana bakarken- düşünebiliriz.
Kaynaklarınız sorununu biraz daha derinden irdeleyelim istiyorum. Talat Sait Halman, sizi, Faulkner estetiğini Türkiye’de uygulayan yazarların en yetkinlerinden biri olarak niteliyor.
Şu estetik sorunu; bir bardak suda fırtına koparılmıştı! Aslı şöyle: Sayın T. S. Halman o yazıyı İngilizce olarak yazıp (World Literatüre Today. Vol. 61, Nol. Winter 1987) yayımlamıştı. Ben yazıdan bir paragrafı Karanlığın Günü adlı romanımın arka kapak yazısı olarak Erdal Öz’e verirken çıkarılmasını istediğim o yerin üzerini kırmızı kalemle çizmiştim. Ama Öz’ün dalgınlığına gelmiş, o satırları da basmış. Yoksa benim övünmemi dile getirmiyorlar. Ayrıca Halman, sadece bana değil kadın yazarlara ait bir özellik olarak ele almış bu durumu: “..some of its foremore practitioners have been women writers. One of the most accomplished among them is Leyla Erbil.” demiş. Bu kendi değerlendirmesi ve belli ki kitabın çevrilebilmesi amacına dönük. Amerikalı okura bir kolaylık, bir gözkırpma tanıtım yazısı. Tabii uygar dünyada kimse bizde olduğu gibi aşağılanmış bir yazar sonucu çıkaramaz bundan. Hele sizin bir arkadaşınızın bir dergide yaptığı gibi, “ödüllere katılmayan Leyla Erbil nasıl olur da bunu içine sindirir” diye kimse hop oturup hop kalmaz. Çünkü, Halman kitabımın özgünlüğü üzerinde de hayranlıkla duruyordu. Varoluşçu yanıma da dikkat çekiyordu, “Camus gibi o da başkaldırıyı bir yaratıcı sanat düzeyine yükseltmişti” diyordu, kitabın “yaratıcı gücün bir zaferi olduğunu”, “geleneksel olmaktan başka her şey” olduğunu vb., belirtiyordu. Faulkner ya da başka bir büyük ustanın estetiğini bilmek -eğer gerçekten biliyorsam ki bundan emin değilim- ve ondan yararlanmak bu yazarı neden o kadar telaşlandırmıştı hala anlamış değilim? Ama asıl şaştığım, bir kitap tanıtma yazısından böyle nem kapanların kimi yazarların başkalarının kitaplarından alması, çalması, esinlenmesi gibi durumlarda dut yemiş bülbül kesildikleridir. Burada iyi niyetle söyleyebileceğim şey, belki de beni en ufak bir şüpheden şaibeden bile uzak görmek isteyecekleri kadar lekesiz tek yazarları olmamdır!
Söylemeye gerek var mı bilmem, bilinç akımı teknikleri olsun, yapısalcılık, anlatımcılık vb., tüm bilgiler, estetikler bir yazarın demirbaşları kendi estetiğini kurmaları için aşmaları gerekli sıradan bilgi dağarcıkları durumundadır. Aklı başında hiç bir yazar bunları reddetmez.
Ama doğrusunu isterseniz Faulkner sevdiğim bir yazar olmasına karşın kendimi onun bir “disciple” olarak hiç görmemiştim. Gene de hoşuma gitmiştir.
Bence bu gibi yakınlıklar kurmanın nedenlerinden biri, benim deliliğe düşkünlüğümdür. Gene belirteyim. Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduklarını inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavallılıkla, delilikle ilgilidir. Sanırım Faulkner’in malzemesi de benzeridir.
Hallaç’tan başlayarak Joyce’un denemelerini anımsatan uzun cümleleri hep sürdürdünüz. Bu yüzden, Joyce’u kaynaklarınızdan biri olarak açıklamak daha mantıklı görünüyor bana.
Joyce’u 957′de İzmir’deyken bir İngiliz öğretmenin kitaplığını bana bırakmasına borçluyum. Françeska Bakeos! bir edebiyat çılgınıydı, bilmediği yoktu; sıradan bir öğretmen! Ancak J. Joyce’u okuyup da anladığımı söyleyemem, hâlâ da anlamış değilim. Ancak yazış sitilini, ne yapmak istediğini sezdim. Bunun bana ne katkısı oldu tam bilemem, olmuştur mutlaka.
Demir Özlü, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Erdal Öz, Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru ve daha birçoğu, aşağı yukarı sizinle aynı dönemde öyküler yazıp yayınlattılar. Bir kısmı daha sonraları “bunaltı edebiyatı”, “a dergisi kuşağı” gibi adlarla nitelendirilen bu yazarların edebi ürünleriyle sizin yazdıklarınız arasında bugün nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Onlarla kendinizi aynı kuşaktan sayıyor musunuz?
Saydığınız yazarlarla bir kuşak oluşumuzun bence bir sakıncası yok? Bunu kendilerine de sormalısınız? Ben onlardan birkaç yaş büyüğüm. Ancak yazmaya başladığımız tarihler, kaynaklarımız (az önce belirttiğim az çok farklarla da olsa) dünya görüşlerimiz, amaçlarımız ve yazını o günkü yerinden oynatma çabamızdaki ortaklıklarımız bir kuşak olarak anılmamızı sağlayabilir. Özellikle ilk kitaplarımızda üzerinde yoğunlaştığımız temalar: yabancılaşma, hiçlik, suç, bağsız olma durumu… Asım Bezirci Hallaç’ın kişisi için şöyle demiş: “Ferit Edgü, Demir Özlü’nün, Orhan Duru’nun kişileri gibi… Bağsız sıkıntılı, umutsuz ve yalnız… Bir yabancı bir sürgün gibi… Varoluşçu yazarlardan (Sözgelimi Sartre’dan, Kafka’dan) oldukça etkilendiği göze çarpıyor.” Kendi adıma sürrealistlerden de etkilendiğimi bugün daha iyi görebiliyorum. Belki kadın yazar olmam dolayısıyla çarpışmak zorunda kaldığım cinsel tabuları da ayrıca değerlendirmek gerekir.
Demin sözünü ettiğimiz yazarlardan özellikle Ferit Edgü ve Demir Özlü Kafka’yı çok önemseyen, yer yer ondan etkilenen yazarlar oldular. Sizde ise bir Kafka pek etkisi çarpmıyor göze.
Kendisine hayranlık duymamış tek yazar düşünemiyorum. Ben de öyle. Belki bir Kafka uzmanı yazınımda kendisine borçlu olduklarımı çözebilir. Kafka kendi çalışmalarında da öyle hemen kendini ele vermez. Sanıyorum var olan karamsarlığımın artarak yoğunlaşmasında onunla bir paralellik kurulabilir. Tabii insanın kendi yazarlığı üzerine böyle yorumlar yapması biraz abes ama ben yazarların neyi nasıl kotardıklarını çok düşünürüm, cümleyi neden kurduklarını, neye özendiklerini, neyi yinelediklerini ve neyi ne kadar “kendi” kıldıklarını… F. Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlettir. Size işkence etmesine gerek bile yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ama bir adım ilerleme olmuş mudur?
F. Kafka’nın babası hepimizin babasıdır: sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korkusuyla delice geberten baba.
Uzun ve kısa cümle konusu üzerinde durmak istiyorum biraz. Sizinle aynı yıllarda öykü yazanların önemli bir kısmı, örneğin Demir Özlü ve Ferit Edgü kısa cümlelerle yazmayı seçti. Yalın anlatımı önemsemenin doğal bir sonucuydu bu belki ama işin galiba Cumhuriyetle birlikte oluşturulan Öztürkçe dil anlayışıyla da yakından bir ilgisi var. Sanırım Orhan Pamuk bir söyleşisinde dikkat çekmişti, okullardaki edebiyat öğretmenleri hala Tükçe ile kısa cümle arasında bir özdeşlik kuruyorlar. Öğrencilerden kısa cümleler kurmaları isteniyor…
Uzun ve kısa cümleler konusu derin. Edgü’nün ve Özlü’nün kısa cümleler kurmasının Cumhuriyetle, Öztürkçe dil anlayışıyla ne derece ilgisi olabilir? Sizin sorunuzda Öztürkçeciliğin Türk milliyetçiliğiyle bağlantılı olduğu savı da yatıyor sanıyorum. Oysa bildiğiniz gibi bizim kuşak o söylenlere hep muhalif kalmıştır. Ama devraldığımız klişeleşmiş dili kırmak, Osmanlıca’dan arınmak, Farsça’dan uzak durmak gibi titizlikler taşıdık. Ben ilk kitabım Hallaç‘ta öztürkçeciden de daha öztürkçeci olmaya sıvandım. Arapçadır diye “şey” yerine “nen” kullanıyordum. Bu tavrımızda Ataç’ın temiz ve berrak bir düşünce ifadesinin kaygısı vardı. Ancak giderek dili zorlamak, Hallaç’taki irkiltici sesleri çıkarmak yanlış gibi geldi bana. Şiire olan düşkünlüğümle düz yazıda da kulağa müziğe, şiire doğru bir yatak açabilmenin yollarını aradım. Özünde kurulu düzenin her organını demistifiye edecek bir hedef taşıyan sanatımın estetiğini azıcık kolaya kaçarak kurmaya çabalamaktı belki de yaptığım. Edgü ve Özlü’nün daha kararlı olduklarını belki de daha zoru başardıklarını düşünebiliriz.
Cumhuriyete gelince, Arap-İslam dünyası içinde erimiş bir kültürün ve tarihin, artık bağımsızlık savaşının ardından kendi edebiyatını ve kendi dilini kurma hevesini anlamak gerekir. Tıpkı bugün Kürt halkının kendi dillerini ve kimliklerini araması gibi. Elbette bir kargaşa yaşanmış, her kafadan bir ses çıkmış, pek çok saçmalıklar oluşmuş.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya’sında o günlerin özeleştirisi açıkça dile getirir. Osmanlıca can çekişiyordu zaten, öyle olmasaydı Mustafa Kemal zaten dili değiştirmezdi der. Der ki: Türkçe yeni bir kadere doğru çığırından çıkmıştı: psikolojinin karşılığı Ziya Gökalp’te “ruhiyat”, Abdulllah Cevdet’te “psikoloçya” idi. A. Cevdet bilimsel terimlerde Latince kaynak alınsın istermiş, “mefkure” de Z. Gökalp’ın uydurmasıymış. Dilde sağcılar ve özleştirmeci solcular oluşmuş. Yunus Nadi, bütün yabancı kelimelerin asıllarını Tarama Dergisi’nden bulup koyun, bulamadıklarınızı atın diyormuş. Bütün bunlar Atatürk’ün dürtüklemesiyleymiş. O, ifratı deneyerek gerçeği bulma çabasındaymış. 935′te Ankara’da yatağında rahatsız yatarken bir etüd ortaya atmış. Viyanalı Doktor Kvırgiç tarafından yazılmış, ilk düşünüş biçimlerinin güneşle ilgili olduğuna dair bir etüd. Atay bu son dil çalışmalarının Atatürk’ün sağduyusuna hiç uymayan hastalık buhranları olduğunu itiraf eder. Ancak asıl amacının zengin, güzel, milli bir dille halkın gururunu yüceltmek olduğunu da belirtir.
Mustafa Kemal’e o dönemde, “bu da bizim Hitler” diyenler çıkmış, yarı şaka yarı ciddi. Bu sözü hak ettiği davranışları da vardır ancak onun aydınlanmaya olan tutkusunu, yazı devrimini, kılık kıyafet devrimini, kadın haklarını toplumsal dönüşümdeki olumla yanları toptan inkar etmek aklımın ucundan bile geçmez. Onu eleştirebilmemiz bile bir damla da olsa geldiğimiz demokratik yer yüzündendir. Hele bugün burun buruna geldiğimiz şeriatın dalavereci, hunhar yüzüne tanıkken!
Uzun kısa cümlelere dönersek, dil sonsuz bir alandır, üzerinde kesinlemeler yapılamaz. Uzun ya da kısa cümlelerle yazmak başka nedenlerin yanı sıra yazarın kendi doğasıyla, genleriyle de ilgili bir durumdur. Bir manik depresifin rahatlıkla uzun ve soluksuz cümleler çıkaracağını biliyoruz ya da bir megolomani’nin tekrarlar ve dönmelerle karmaşık obsesyonlara imza atabileceğini. Ben yazarları da, bütün insanları da hasta kabul ettiğimden bu düşüncemi öne sürüyorum. S. Beckett, yer yer kısa yer yer çok uzun cümlelerle yazar ama sık sık o uzun cümlelerin içinde kısa kısa bir kaç cümle yattığını görürüz. Demin sözünü ettiğim Demir Özlü kısacık cümlelerden kendine bir üslup yaratmıştır. Türk edebiyatında S. Faik de dahil pek çok iyi yazar örneği vardır kısa cümlelerin.
Ama, kimi yazarlar kendi durumlarını yüceltmek için böyle yasalar uyduruveriyorlar, inanmayın! Önemli olan kendi bahçenizi yeşertmektir. O. Pamuk’un Türkçe öğretmenleri üzerine olan saptamasını pek anlamadım. Doğru bir saptama mı acaba? “Türkçe ile kısa cümle arasında özdeşlik kuran öğretmenler” kim? Pamuk’un öyle öğretmenleri mi olmuş? Göndermeyi doğru anlıyorsam; kısa cümleyle gerici, faşist falan olunmaz; uzun cümleyle ilerici olunmayacağı gibi.
Şunu da eklemeliyim: Uzun cümleleri ben de severim ama, içi, Proust’ta olduğu gibi, yazarın kendi hakikatıyla dolu olursa. Yoksa kısa cümleyi yokuşa sürmek olur.
Benim uzun cümle yapılarıma gelince, doğrusu ben onları uzun tutayım diye bir ön niyetim olmuyor, ancak ele aldığım insanlar, o deliler öyle yazdırıyorlar bana, başkası elimden gelmiyor.
Zaten bir dilin nasıl ve neden öyle kurulduğunu anlatmak çok zordur, hep eksik kalır.
Haddim değil ama Marx, Engels’e “ben Marksist değilim….” demişti.
1950′li yılların öykücüleriyle aranızda oldukça önemli bir benzerlik var. Orhan Koçak bir yazısında işaret etmişti. Vüsat O. Bener’den size, Bilge Karasu’ya kadar birçok yazar özellikle eğlencelik yazmadı. Merak, polisiye unsuru gibi olgular yer almadı ürünlerinizde…
Vüsat Bener de, Karasu da edebiyatımızda önemli yerleri olan, sevdiğim yazarlar. Öte yandan, biliyorsunuz, bizim yazarlık geleneğimizde siyasi olma, bir misyon yüklenme özelliği vardır. Osmanlılıktan bu yana yazarlar siyasetle iç içedir; kimileri devlet ihsanlarıyla da görevlendirilmiştir. Yahya Kemal, M. Ş. Esendal gibi… Ancak cumhuriyet kuşağının özellikle orta sınıftan gelenlerin kendiliğinden kurtarıcı rolü seçtiği de bir gerçektir. Yetişirken insandan sorumlu olduğumuz öğretildi bize. Bu duygu içimize işlemiştir.
Öte yandan, cumhuriyetle, dilden, geçmişten, köklerden kopup yeni bir dünyaya çıkmanın da ikilemi yaşanıyordu. Bir yarılma. Ben buradan bu inanç toplumunun; dünyanın en despot, en buyurgan, erkek egemen toplumunun bağrından çıkıp o yeni sorumluluklarla öylece yola düştüm. Hem dedelerimizle hem batıyla sorunlu olarak. Biz doğmadan alınmış kararlarla seçilmiş bu yer, bu ortam böylece bizi bağlamıştı. Bir yandan da bir entelektüel olarak bütün bağlardan kurtulmak özgür bir yazın alanında at koşturmak istiyordum. Türkçe yazınsal örnek miras kısıtlıydı; erkek egemen dilin içinden sıyrılıp o özgür yeni dili kurmak!.. Aşk, cinsel kategoriler dokunulmazlıklarını sürdürüyorlardı, her alan gerçeğinden kaydırılmış bir biçimdeydi. Örneğin aşk; en iyi yazarlarımızdan biri olan Tanpınar’da yaşadığı tarihle uyumlu olarak hicabla kapanmış; sadece soyut bir “sevmek” durumuna indirgenmiş; adı konmamış, utangaç, önü tıkalıydı. İşte oralardan bir dilin ucundan tutmaya başladım. Demin de değindiğim gibi, insan yaralıdır! Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayandırarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek. Orada meraklandırmak, polisiyeye kaçmak gibi okuru tutacak öğeler hiç aklıma gelmedi. Az çok düşünsel, felsefi (alışılmışın dışında) bir alana yatkınım. Psikanalizin özgürleştirici yöntemleriyle yardımlaştım, bu arada ironi, absürt, kara mizahı bireyin bilincinde gölge bir yansıma olarak kullandım. Bu da bir eğlence sayılır, gerekliyse!
Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metni yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim. Evet bu yüzden de okurum az olabilir. Ama bir kitabın okur sayısının ne kadar olduğunu, ancak başka yazarlarla eşit koşullarda yayımlandığında anlayabiliriz. Bu da mümkün değil.
Bu tarz yazmanız okuyucuyla aranızda ciddi bir sorunun oluşmasına yol açmadı mı? Okuyucu eğlencelik olmayan, içinde merak, polisiye unsurlar barındırmayan metinlere “rağbet” göstermiyor pek.
Okuyucuyla sorunu ben değil yayınevlerim yaşamıştır. Kitaplarımın pek sattığı söylenemez. Kitabı yazdıktan sonra piyasa işlerini piyasa işlerini kıvırmayı bilmem, oradan oraya boy göstermeyi, kendimi satmayı bilmem. Örneğin Can Yayınevi, Erdal Öz kitaplarımın satmadığını, depoda beklediğini kafama kakıp duruyor. Ancak yeni kitap getirirsem ötekileri de sattırırmış. İyi de ben yeni kitap verdiğimde ötekileri neden sattırmamış! Burada benim aklımın ermediği bir şeyler var. Yayınevleri isterikçe yeni istiyor; ilk ağızda çok kar ediyorlar ardından parmağını oynatmadan koy depoya. Ya da yazar bir yolunu bulup tezgahının ardına düşsün. Bence yayıncılar yazarın karşısına eşitlikçi, ve saygılı bir biçimde çıkmasını öğrenmeliler. Sonuçta varlıkları bize bağlı. Öyle best seller yazarı bulunca, “istiyorsan al kitaplarını depoda yatıyor” demekle olmaz… Bütün bu ve başka nedenlerle de yazın dünyasına yabancılaştım. Yedi yıldır birkaç bin kitabımı satamayan yayınevinin hiç mi sorumluluğu yok bu işte.
Yayınevleri modernleşmeli, yazarlarına belli standartlar sağlamalı, bandrolü kabul etmeliler ki korsan olup olmadıkları belli olsun; yoksa şaibeden kurtulamayacaklar. Öyle olmayanlara zaten bir diyeceğim yok.
Oluşturduğunuz tarzla en azından bu açıdan bir gerilim yaşadınız mı? Bilge Karasu, bundan mıdır bilinmez, “Kılavuz” ve “Gece” adlı yapıtlarında yapmadığı bir şeyi yaparak işin içine polisiyeyi karıştırdı…
Bilge Karasu’nun okur sayısını göz önüne alarak polisiye öğeler içeren roman yazacak bir yazar olduğunu düşünemem. Ancak yazar kimi vakit kendini toplumsal ortama göre yenilemek isteyebilir. Kimi vakit de kendisine daha değişik yazın ve yaratım olanakları sağlayacak denemelere girebilir. Karasu’nunki bu ikincisidir sanırım. Şu da var. Polisiye yazmak her zaman okur avlamak anlamına da gelmez. İşte Karasu’nunkiler kaç satmışlar ki? Bir de ‘Morg Sokağı Cinayeti’ tüm yazarların bilinçaltında uyukluyordur! Acemilik dönemimde bir hikayemde -Konuşmaklardan Bıkan- bir adamı iki satırda öldürüvermiştim!
Sizin öykü yazıp yayınlatmaya başladığınız yıllarda şiirde de önemli gelişmeler yaşandı… İkinci Yeniciler ilk ürünlerini yayınlatmaya başladılar. İkinci Yeni ile içinde sizin de yer aldığınız 1950′li yılların yazarları arasında bence vurgulanması gerekli bir ilişki var. İkinci Yeniciler şiirde, sizlerse öyküde yeni bir alan açtınız… O yıllarda İkinci Yenicilerin şiirde yaptıklarından haberli miydiniz? Ya da onlar sizin ne yaptığınızı biliyorlar mıydı?
İkinci Yeni’yle elbette birbirimizden haberliydik. Ortak noktalarımız da var. Yazarlığımda adını andıklarımın dışında Feyyaz Fergal’in (Kayacan) diline de bakmışımdır. Feyyaz Fergal ayrıca İkinci Yeni’nin kaynaklarından biridir. Şimdilerde unutulur gibi oluyor ama o günlerde birçok şairi etkilemiştir. İkinci Yeni’den bana benden oraya bir geçiş oldu mu olmuştur. İlhan Berk, Cansever, Ayhan, Oktay, Süreyya arkadaşlarımdı. Eloğlu, Yücel de öyle ama ben bu akıma girmeyen şairleri şiirleri de izlemişimdir. Şiirler her vakit ezberimdeydi. Her vakit şiire düşkünüm…
Tomris Uyar, bu yıl gerçekleştirilen Edip Cansever’i anma gecesinde, Edip Cansever’in şiirinin kaynaklarının özellikle kadın yazarlara, Sevim Burak’a ve size uzandığını söyledi…
Tomris’in sözlerini bir teveccüh olarak alıyorum. Cansever yakın ve sevgili bir arkadaşımdı, belki bir kaç şiirinde silik bir “vingette” olarak dolaşmışımdır. Zaten bizim etkilenmekten anladığımız, şimdilerde moda olduğu gibi bir yazarın bir başka yazarın temalarını, imajlarını, konularını alıp içini boşaltasıya emmesi, yutması “canibalism” değildir. Sevgili dostlarımın bazılarının damarının akışında olmam beni sevindirirdi; ama kimilerinin paldır küldür sizi alıp kendinin yapmaya kalkmasındaki kabalık tepki uyandırmıyor desem yalan olur…
Buradan ödül konusuna geçmek istiyorum izin verirseniz. Kitaplarınızda “Bu kitap hiç bir yarışmaya katılmamıştır” ibaresi yer alıyor. Ne yatıyor bu ibarenin altında? Ayrıca, dikkatimi çeken başka bir olgu: Gecede adlı ikinci öykü kitabınızda aynı ibare yer almıyor…
Evet katılmıyorum ödüllere… Doğrusunu isterseniz bu soruyu istemeden yanıtlayacağım. Hoşlanmadığım bir konu. Tanıklıktan kaçıyor olmamak için. Şöyle: tarih 1968.
Gecede’nin benim yazarlığımda olduğu kadar edebiyatımızda da bir yeri olduğuna, bir yol açıcı kitap olduğuna inanırım. Kitap yayınlandıktan sonra F. Akatlı gibi, D. Özlü, N. Gürsel, S. İleri, H. İ. Dinamo gibi her kesimden yazarlar da kitabın öneminde, bir ‘mihenk taşı’ olduğunda birleşen yazılar yazmışlardı. Yani bu, güvencimde haksız sayılmam. Ancak yazarların ve eleştirmenlerin bir bölümünü böylesine çeken Gecede asıl o günün köşe başlarını tutmuş, jüri üyeliği de yapan belli egemen kesim tarafından (ki ben onlara “gang of four” adını takmıştım) ya görmezliğe gelinmiş ya da “takbih” edilmiştir.
Ben Gecede’nin Türk yazınına bir yıldırım gibi düşeceğini dost düşman tüm ilgililerin hayranlığını çekeceğini sanmıştım. Bence Türk edebiyatının böyle bir metne gereksinimi vardı. Zamanında kavranmasını ve onaylanmasını istiyordum. Ve ödüle göndermeye karar verdim. Oysa hiç öyle olmadı. Belki modernitenin henüz sırası gelmemişti belki ben biraz fazla önden koşmuştum.
Ancak içeride ödül jürisindeki kimi yargıcıların metnin edebiyata ne getirip ne götürdüğü yerine, yazarının Sait Faik’i öldürüp öldürmediği, ateşli mi soğuk mu, eşcinsel mi fahişe mi, olduğuyla eğlendiklerini öğrendikten sonra, ilk tavrımın doğruluğuna yeniden karar verdim. Bugün o durumun sadece bir dedikodu olduğuna inanmak isterdim ama daha sonra yaşadığım olaylar yer yer bu dedikoduları doğrular biçimde gelişmiştir. Doğrusu bu durumu o günlerde bir tiksinti olarak yaşadığımı itiraf etmeliyim.
“Tiksinti” derken de korkuyorum. Ucu “hasete” dayanan netameli bir sözcüktür (!) Gerçi şimdilerde -içinde benim de payım olan mücadeleler sonunda- insanın uçkuruyla uğraşan kadınlar, adamlar pek kalmadı ama, (gerçekten de kalmadı mı dersiniz?) bu kez de bilgiçlikleriyle yazarı suçlayan ve yargısız infaza dalan yeni aydınlar türedi. Bunun bir örneğine yakınlarda tanık oldum: psikanalist Melanie Klein’in kitabını okuduktan sonra -okumadan önce değil- “haset yazar” avına çıkmıştı! Kırk küsur yıldır düşünce ve ifade, özgürlüğünün -yaşama özgürlüğünün- karşısındaki bu yasakçı kafalarla aynı zamanda sosyalist mücadelenin içinde birlikte yer almamız; komik ile ürkütücünün bu içiçeliği de Türkiyeli olmamızın -batıcı-islâm olmamızın- bir cilvesi olsa gerek!
Neyse işte Gecede’nin macerası buydu. Bu yüzden ondan önceki Hallaç’ta olduğu gibi ardından gelen kitaplarımda da, “bu kitap hiç bir ödüle katılmamıştır” ibaresi yer aldı.
Sizin de belirttiğiniz gibi, ya bu olay bir dedikodudan ibaretse? Sırf dedikodu yüzünden bir şeyler kaçırmış olmaz mısınız? Örneğin sizden sonra size bakarak yazanların daha çok ünlenmesi, önünüze geçmesi hatta toplumda daha saygın bir yer elde etmesi gibi?..
Olabilir ama olsun, bakın işte sizler varsınız, başkaları da var olanları izleyen, görenler, bilenler. Sonunda tarihe bakmasını da öğrenecek bu insanlar! Zaten bir insan yaşamında herşeyi düzeltip göremez ki. Yapılan ufacık bir katkıdır dile; önemli olan o katkının size ait olmasıdır. Öte yandan insanın en önemli erdemi kendisine duyduğu saygıdır. Bu başkasına duyulan saygı anlamına da gelir. Ama açıkgözler önüme geçip beni silecekler diye ödüllere sarılamazdım, yapamazdım! Tıpkı bir ara ödüllere girmediğinde, S. İleri’ye yaptıkları gibi bana da “gel, gir sana verelim” diyen de oldu?
Zaten sadece bu olaya bağlı değil ki ödüllere girmeyişim. Bu bir bilinç işi. Bakınız “yargıcılar” diyoruz. Korkunç değil mi Yargıcı olmak! Kafka’nın yargıçlarını anımsatıyor (!) Kendi elinizle -şimdi değişti ama eskiden öyleydi- kitabınızı bir takım adamlara götürüp beni yargılayın iyi miyim kötü mü söyleyin, toplum da beni sizin sözlerinize güvenerek kabul etsin demek, ters ve tuhaf değil mi?
Ödüllere karşı oluşumun nedenleri arasında insanın -yargıcıların da- özünde duygusal bir varlık oluşu, tarafsız, kayırmacasız olamayacağı inancı da var. Jürilerde davranışlarını –ahlakını - edebiyata bakışını onaylamadığınız bir kişi bile olsa yeter.
Ödül alma kaygısının yazarların yaratım özgürlüklerine özellikle genç yaşlardayken ket vuracağı da doğrudur, yapay bir “iyi yazar” tasnifini resmileştirdiği de…
En önemlisi de o seçkinci tavrın kökünde insan onuruyla ilgili bir olumsuzluk taşıdığı vb… Allahaşkına Sartre’ların, Beckett’lerin soyundan gelen insanlar da olmaz mı bu dünyada!.. S.Faik, N.Hikmet ödülle mi yazar oldular?
Bir de şöyle bir durum var: Yarışmalara katılmama tutumunuzu “ödül-yarışma” mekanizmalarına bir karşı çıkış olarak algıladığım için sizin bazı ödüllerin (Onat Kutlar-Varlık) jürisinde yer almanızı yadırgıyorum doğrusu.
Evet haklısınız, bütün bu görüşleri belirttikten sonra, “ne arıyorum Varlık Jürisi’nde”? Elbette bu gerçek bir çelişki, bazı açıklamalar getireceğim, ama aslında orada olmamam gerekir. Nedenlerden biri duygusal kaynaklı, hatırını kıramadığım, sevdiğim bir insanın ricası.
Bir başka neden Varlık’a katılacak adayların henüz hiç bir yerde kitap yayınlamamış olmaları onları yazış biçimlerinden tanımamızı bile olası kılmıyor. Ayrıca rumuz kullanılıyor ve olması gereken en tarafsız seçim yapılabiliyor. Jüri arkadaşlarım da önemli her biri en az benim kadar hak yemeyecek güvendiğim yazarlar. Bir de ne de olsa yapılacak bir yarışmada adımını yeni edebiyata atmış genç insanları kurda kuşa yedirmeme dürtüm olabilir!
Bildiğiniz gibi biz taa 69′larda ödüllere girmeme eylemi başlatmıştık. Sait Faik’in mezarı başında toplanmaya karar verdik. Ama çağrılı olanlar ve bize katılacağını mutlaka umduğumuz beklediğimiz arkadaşlar, Bilge Karasu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Füruzan (Ağaoğlu o yıllarda henüz düz yazıya geçmemişti) her biri başka mazeretlerle toplantıya gelemediler, gelmediler. Biz de Sait Faik’in mezarı başında, Hayati Asılyazıcı, Demir Özlü, Selim İleri, Naci Çelik, Fikret Ürgüp ve bir kaç adını anımsayamadığım arkadaşla kaldık. Başaramadık yani. Sonunda sanıyorum bugün benden başka kimse kalmadı ödüle girmeyen. O günlerde sağken bir de Ayhan Bozfırat katılmazdı. Tabii tek başına bu eylemi sürdürmenin pek anlamı yok biliyorum azıcık kahramanlık taslamak gibi bir şey de oldu ama ben de böyleyim işte!
Bir kez de Onat Kutlar anlatı ödülü jürisinde yer aldım öldürüldüğü yıl. Evet ama o biricik benzersiz arkadaşımı yitirdiğimizde ne yaptığımı, ne düşündüğümü bilemeden kendimi onun adını unutturmayacak bir kararın içinde buldum. Ama bakın başka jürilerde de bu yıl verilecek olan gene Onat Kutlar Senaryo Jürisinde de, sevgili dostum Şükran Kurdakul’u kırma pahasına yer almadım!
Aydın Doğan Vakfı bu yıl 6 milyarlık roman ödülü koydu… Herhalde bugüne dek verilen astarı yüzünden en pahalı ödül bu…
“Altı milyarlık ödül”e gelince, şimdi bakın bu gazete patronu yıllarca tüm olanaklarına karşın sanata yazara ne denli bir yaklaşımda bulunmuş, yazarlık dünyasıyla nasıl bir yakınlık kurmuş da şimdi böyle bir parayla ortaya çıkıyor? Buna kendi kendisini duayen ilan etmek denir?
Bir yandan bu para şimdiye kadar verilenlerden çok büyük bir meblağ ama öte yandan bu insanın televizyon kanallarındaki spikerlere ya da sunuculara bunun onlarca mislini ödediğini düşünürseniz bir roman emeğine, yazara neden kıyamadığını da sormak durumunda olmalısınız? Toplumun en bilinçli kesimi olan yazarlar da herhalde soruyorlardır bu soruyu kendilerine!
Elbette yazarlar ille de çile çekmek için gelmediler bu dünyaya. Böyle bir servete sırt çevirmek de kolay değil biliyorum. Üstelik sanatın metalaştığı, pazarlanan, kar getiren bir nesneye dönüştüğü bir dünyada değiştiremeyeceğiniz bir gerçeğe karşı gelmenin de anlamsızlığını kabul etmek gerekir? Gerekebilir mi gerekmez mi noktasına gelindiğini de sanıyorum doğrusu.
Gene de söyleyeceğim, yazarın bu kez alacağı paranın alt yüzünde de üst yüzünde de barbar kapitalizmin, eli kanlı düzenin suretinin yattığının bilincinde olmak gerektiği. Anlaşılan yavaş yavaş Sait Faik ödülü de, Orhan Kemal ödülü de bir tarihe, mitosa dönüşüyor!
Burada eleştirel söylem kültürünün karşısına dikilen güçlerle olan mücadelemi Sisyphus kayasına benzetebilirim.
Bir başka konuya geçelim isterseniz: Yanılmıyorsam, Soyut dergisince gerçekleştirilen bir soruşturmaya verdiğiniz yanıtta “kadın yazar” olarak anılmaktan hoşlanmadığınızı, soruşturmaya sert bir tepki verdiğinizi anımsıyorum. Kadın yazar tabirini bakışınız özgülünde biraz açsak.
Haklısınız işin başında, “kadın yazar” olmaya tepki duyuyor, sadece, “iyi yazar kötü yazar” vardır gibi pek mantiki görünen bir doğruyla bağlıyordum kendimi. Tepkimin bir nedeninin de, bir “erkek eleştirmenin” hemen hemen fanatik bir duyguyla adımı vermeden “dişi yazar” diye alay etmesiydi benimle. Oysa kendisinin yakınlığını, yardımını esirgemediği bir “dişi yazar”ı olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu ayrı bir konu; benim tarafımdan, maruz kaldığım daha da beterleriyle birlikte aşılmış durumda. Konuya değinmem sorunuza sahih bir yanıt verme kaygısından doğdu. Öte yandan o vakitler, insanın daha özgür bir dünya yaratma amacını içeren sosyalist mücadelenin herşeye yeterli olduğunu ve sosyalizmin iktidara geldiğinde, benim de ta 59′dan (Hallaç) bu yana odak noktası kadın sayılabilecek çalışmalarımın öngördüğü sorunların tümünün çözüleceğine inanıyordum. Bugün o düşüncede değilim. Feminist hareket de o yıllarda yılan uykusındaydı. 68′de Gecede, 70′lerde Tuhaf Bir Kadın yayınlandıktan sonra, feminist hareketin ayrışması, güçlenmesi ve kitaplarıma sahip çıkmalarıyla sosyalizmi bekleme düşüncesinin saçmalığı ortaya çıktı. Kadının, kadın yazarın içine düştüğü ve orada yüzdüğü dilin erkeklerce kurulmuş ve yazılmış bir tarihin dili olduğu, tüm belleğimizin taraflı bir biçim aldığı olgusunu hayretle izledim. Evet yazarlık gövdeyle değil beyinle yazılıyordu ama erkeklerce örülmüş ve kadınlık durumlarına gerçek yerin verilmemiş olduğu erkek egemen bir dildi miras aldığımız. Biz orada, o noktada sanki onların yoğurduğu gerçeklerin sürüp gitmesini sağlayan eklemeler yapmaktaydık. Elbette ki bir olgunun bilincine varmak, hemen onu yenmek anlamına gelmiyor. Ancak görmeden de değiştirme çabasına giremezsiniz. İşte, sadece iyi yazar vardır gibi bir kabul bu tek taraflı dilin riskini gözardı etmek anlamına da gelir.
Öyleyse siz epeyi geç olarak bu bilince varmış olduğunuzu söylüyorsunuz, tabii böyle bir bilinç ne ölçüde gerçeğe yaslanıyorsa?
Evet, geç sayılabilir. Ama Türk yazınında benden önceki yazarlarda böyle bir tavra, yani gelişmiş bir yazın estetiği taşıması kaydı ile- pek de rastlamış değilim. Belki görmemiş olduklarım vardır. Ancak, bu anlattıklarım, feminist kavrayışa ermeden önceki yazınımı değiştirmedi. Yani 970′lerden sonra yazdığım metinlerde eş izlekler, eş düşünsellik sürdü. Zaten bir yazarın doğruyu keşfetmesi için ille de bilimsel bir bulguyu, bir araştırmayı beklemesi düşünülemez. Elbette Osmanlı’da olsun daha öncesinde olsun kadın hareketleri var. Fatma Aliye ve kardeşi Emine Semiye’ler, Nigar Bint-i Osman, Leyla Saz, Nezihe Muhittin, Gülistan İsmet gibi pek çok yazar, şair, araştırmacı, romancı var. 1977′de ilk basımı yapılan eski narilerle yapılan, Zafer Hanım’ın, Aşk-ı Vatan’ı var, yenilerde Oğlak Yayınlarınca çıktı. Ama bunlar beni besleyen tümüne ulaşabildiğim metinler değildi.
Doğrudur sanırım, Fatma Aliye Hanımın bir yazısında belirttiği nokta: “kadın oldukları halde kendi tarihlerinden habersiz olma” durumu gibi bir şey yazmıştı doğru anımsıyorsam.
İşte şimdi de hala böyle bir durumun yaşanmakta ya da bize yaşatılmakta olduğunu söylemek istiyorum.
Sizin “böyle bir bilinç ne ölçüde gerçeğe yaslanıyorsa” şüpheniz üzerinde de biraz durmama izin verin. Bakın bugün tarih, binlerce yıllık anasoylu düzen (ataerkillikten önceki düzen) es geçilerek verilmiştir belleklerimize. Oysa üzerinde yaşadığımız şu toprakların, Küçük-Asya’nın anaerkilliğin beşiği olduğu biliniyor.
Neden bu toprakların doğru tarihi anlatılmamış bize? Araştırmalara, mitoslara göre: “Önce tanrıçalar vardı, kraliçeler, rahibeler vardı. Toplumların yönetimi kadınların elindeydi eski çağda. Kadınlar eşlerini gönlünce seçer, çocuklar analarının adlarını alırdı.
Tanrılar, rahipler, krallar çok sonra, anasoylu toplumun bağrında verilen uzun zorlu savaşlardan sonra çıkabildiler tarih sahnesine… Geçmişin üzerine sünger çekildi, tarih çarpıtıldı. O kadar ki, dillerde bile kelimeler tersine üretildi. Tanrıdan tanrıça türetildi, -bin yıllık ana tanrıça Athena’nın tanrı Zeus’un kafasından yeniden doğumlusu gibi, tıpkı Adem’in kaburga kemiğinden kadının, rahipten rahibe yaratılması gibi… “Homme” (erkek)= insan oldu. “droits de l’homme” (erkek hakları)=insan hakları, “humanite”, “fraternite” vb… Böylece erkeğin birinci, “egemen cins”, kadının ise “tali” cins olduğu dillerle de pekişti…”
Daha sonrasını hep birlikte biliyoruz. Ataerkil toplum düzeninde emeği çalınan insanın tek tanrılı dinlerce öteki dünyaya umut bağlamasını vb…
İşin bir de şöyle bir yanı yok mu? Kadınlar özellikle, toplumsal, cinsiyet rollerinin dışında, kamusal alanlarda yok sayılıyor. Kadın yazarlık nitelemesini bu yoksayışa karşı bir varlık ifadesi olarak görmek gerekmez mi? Kadın yazarların sayısı erkek yazarlara göre oldukça az, yazar olmaz demeye dilleri varmıyor nedense ama kadın şair olmaz gibi safsatalar ciddi ciddi dikkate alınıyor bu toplumda.
Evet, bu konuda sizinle eş düşüncedeyim, kadın yazar nitelemesini çekinmeden bastırarak göstermek durumundayız.
Kadın hareketi Türkiye’de hayranlık uyandırıcı bir hızla çalışıyor, düşüncelere berraklık getiriyor; kadın rolünün ne olduğunu, tarihin neden bu rolü bize biçtiğini açığa çıkarıyor. Yazık ki İslâm; din ögesi, kadınların güçlü bir biçimde ortak bir bilinçte buluşmasını engelleyecek kertede yükseldi. Böylece bir kaç yüzyıl daha geri kalacağımızı düşünüyorum. Çünkü asıl toplumu yükseltecek olan basamakların kadınların o dinci kadere başkaldırmalarından geçerek, kadın ve erkeğin uyum içinde birer insan olarak yaşamı kavramalarına bağlı.
Şiir ise birçok dalda olduğu gibi, şiirde de kadınlar şiirin öznesi değil nesnesi durumunda kalmış. Yazılmamış değil şiir, yazılmış da kadınlar kendi iç dünyalarını, duygularını aktardıklarında erkeklerce aşağılanmış, alay edilmiş. Nigar Hanım’ın böyle örnekleri vardır. Demin kendim için verdiğim örnek gibi, kafa o kafa, demek ki erkek egemen dışlıyor! Edebiyat tarihleri de kadınlar tarafından değil erkekler tarafından yazılıyor. Judanov’un Anna Ahmetova’yı nasıl küçümsediğini bilirsiniz: “fahişeyle rahibe arasında bir şey” diyordu, öyle bir şey yumurtlamıştı bu büyük şair için!..
Bugün cumhuriyetle erkeklerle eş noktadan eşit koşullarda işe başlayan hikâye ve roman yazarlarının olduğu gibi, erkek şairlere göre şiir yazan kadınların da bir eksik yanı olduğunu sanmıyorum! Ancak sorun bununla tükenmiyor. Sorun dediğim gibi, tarihi doğru olarak yeniden yazmak ve geleceği tek taraflı yalanın yanlışın üzerine değil, içinde kadının da gerçek yerini aldığı bir zemine oturtmak. Yoksa işte en iyimser görüşle yüzde sekseni birey olamamış bir kadın ve erkek toplumunun geleceğinden ne hayır çıkabilir? Bütün bunları feminist olmasam da feministler insanlığın geleceğine yararlı işler yapmaktalar anlamında söylüyorum.
Elbette sadece kadın hareketi ile tüm hakların elde edileceği savını da ileri sürüyor değilim.
Demokrasi gazetesinde yayımlanan “Özgün bir Türk Edebiyatı Var mı ? Üzerine Düşünceler” başlıklı yazınızda, Türk edebiyatının bir kopukluk (kopuş da diyebiliriz herhalde) edebiyat olmak zorunda olduğunu belirtirken, şöyle bir saptamada bulunuyorsunuz: “Gene de laik cumhuriyetle, yozlaşmış bir islam kültürünün tutucu yanlarından -özellikle kadınlar açısından- kurtulmaya bir adım atılması edebiyatımızın bir başka ivme kazanmasını hazırlamıştır” Bu saptamanızı biraz açmanızı rica etsem….
Şimdi bu açık bir şey, bundan 1500 kadar yıl önce arap yarımadasında, o coğrafyada, o iklimde, o insanların bulundukları belli koşullarda Muhammed’in yaptığı bir takım düzenlemelerle -ki onların bazıları o günün insanları için ilerici sayılabilir- bugünü yönetmeye kalkmanın abesliği bir yana, islamın içinde taşıdığı etik bozuklukları görmezden gelerek onu yeni cumhuriyete de musallat etmek pek akıl kârı olmasa gerekti. Özellikle kadınlar açısından diyorum. Ayrıntı bolluğuna gerek yok yukarda anlatmaya çalıştım, tek tanrılı dinlerde kadının durumunu. Üstelik en ufak bir yenileştirilmeye uğratılmadan sürdürülen sünni İslam’ın, en despot, en yasakçı ve en şedid olarak kadının karşısına çıkışını. İşte hemen sağımızda solumuzdaki ülke kadınlarının durumlarından da kendi durumumuzdan da her gün seyrettiğimiz, geri bıraktırılmış, köleleştirilmiş müslüman kadın; sadece erkeği için, onu desteklemek onu mutlu kılmak için dünyaya geldiğine inandırılmış kadın! Erkek için de pek ayrımı yok aslında; herkes adına düşünülmüş bir düzen var, kaderimizi çoktan belirlemiş bir ‘Levh-ı Mahfuz’ tepede! Sorumluluk merkeze aitse, bağımlıların da boyun eğmekten başka yapacakları şey pek yoktur. Akla ne kadar gerek var? Bilime gerek var mı?.. Kadından durmadan huylanan elini sıkmayan Muhammed, kadın eli sıkanın avucuna ateş konacağını söyleyerek huylanmayan adamı da provoke etmiş olmalı. (Bu arada anlamadığım şey, bizim tesettürdeki hanımların, hadi saçlarından günaha girecekleri ve kapattıkları; ya yüzleri,? ağızdan, gözden, dudaktan, yanaktan huylanmıyor mu islâmın erkekleri,? günaha girmiyorlar mı? ya kadınlar! Onlarda erkeğe karşı cinsel dürtü yok mu? Erkekler de çarşafa girmeli bence!)
Edebiyatımızın kazandığı ivme derken herkesin birleştiği bir düşünceyi, cumhuriyet sonrası kadın yazarların yazın dünyasına getirdiği dinamikleri dile getirmek istedim. Bunları yok sayabilir miyiz?
Cumhuriyet’in kadınlara yaklaşımının olumlu olmadığını söylemek mümkün değil ama, işin içinde şöyle bir yan da var gibime geliyor. Şirin Tekeli, “Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat” adlı kitabında, Cumhuriyet döneminde kadınlara siyasal hakkın, fiilen kullanılmak için değil, “demokrasiyi simgelemesi” için verildiğini, Atatürk’ün kendisine batı dünyasında yöneltilmekte olan diktatörlük suçlamalarından da bu sayede kurtulmaya çalıştığını yazıyor. Yani açıkçası, genç Cumhuriyet, kadınlara bir takım hakları sunarken, onların bu hakları kullanamayacaklarının bilincindeydi. Bu haklar toplumun tümüne yönelik bir program içinde verilmedi, söz gelimi aynı haklar işçilere, Kürtlere tanınmadı, çünkü onların bu hakları kullanabileceğinden korkuluyordu. Yani cumhuriyetin kadınlara verdiği haklar, onların bu hakları kullanamayacağı bilinerek verilmiş, göstermelik, vitrinlik haklardı…
Bir yenilikçi olan, modernite tutkunu olan M.Kemal’i eleştirebiliriz ama herhalde kadınlara sunduğu olanakları hiç yabana atamayız. Sanırım, o olanaklar -evet kabul ediyorum- biz istemeden henüz o bilince ermeden verilmiştir bizlere (bu neyi değiştirir? Bir ülkenin yerleşmiş yasaları doğmamış çocuklarına bir hediye değil midir?), tepeden inmedir belki de. Sevgili Şirin Tekeli’nin dediği gibi simgeseldir ama o biçimsel olan simgesel olanı yorumlamak, içini doldurmak iradesi de bize bırakılmıştır. O simgesel olan bize verilmemiş olsaydı ben yazabilir, beriki çizebilir, yontabilir, öğretebilir miydi?
Sevgili Yılmaz Varol. Ben bu hakların sizin dediğiniz gibi kullanılmayacağından emin olunan vitrinlik haklar olduğuna da inanmıyorum. Kadın haklarına da kadınların sahip çıkacağına güvenmiştir M. Kemal. O İnsanları da insanlığı da çok iyi tanıyordu. Kadının ister İslâm olsun ister Hıristiyan, ateist olsun aslında güzel olmak isteyeceğini, güzel görünmek, güzel giyinmek isteyeceği kadar güzel yazmak isteyeceğini biliyordu. Belki insanın içinde yatan “teşhirciliğin” ayrımındaydı. Kendisi dillerden düşmeyen hoş giyimini “Lebon pastanesi”ne giderken ve her yerde olduğu gibi- kadınlarda da görmek istemesi çok normaldi. Geçen yıl çıktığım bir gezide karşılaştığım tesettürlü bir kadınla eşi hepimizde şaşkınlık uyandırmıştı. Kadın tesettürlüydü ama düpedüz saydamdı giysileri. Güneş vurduğunda iç çamaşırına kadar belli oluyordu. Bu durumun ayırdında ve hoşnuttu. Ben ondan daha tesettürlüydüm! Demek istediğim; Cumhuriyetin, ümmet toplumundan akla, bilime dayalı modern bir topluma geçişte bir bütünlük aradığını bunu da biçimsel de olsa -zaten öyle olmak zorundaydı- kadına da geçirmek istediğine inanıyorum.
Bir de aynı hakları işçilere ve Kürtlere tanımadı diyorsunuz. Sadece onlara mı? Solculara tanıdı mı? Hayır. Şimdi, Kürtlere tanımamasının nedenini bir ırkçı, etnik görüşe bağlıyorsanız ben ona da inanmıyorum. Öyle bir etnik kimlik kurmak istediği yargısında bulunamam. Ancak onun modernite projesi karşısında güneydoğunun feodal ilişkilerinin, ağalık kurumunun dirençli, kemikleşmiş yapısının onun sökebileceği ve Kürtleri de modernitenin içine alacağı kolay bir yapılanmanın halen bile mevcut olduğunu sanmıyorum. Yöre insanının baş talihsizliğinin o coğrafyadan, o üretim ilişkilerinden, o kültürel yapışmadan da doğabileceği düşüncesindeyim. Bu da ayrı bir bakış.
Elbette bununla genç cumhuriyetin karşısında gördüğü muhalefeti nasıl bastırdığını görmezlikten gelmiyorum. 25′teki Takrir-i Sükun Kanunu sadece isyanları değil solu da temizliyor. Daha da öncesi var: yükselen işçi hareketlerini ve yayılan solu denetime alabilmek amacıyla kurdurulan resmi Komünist Fırkası, Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının öldürülmesi, “Türkiye Halk İştirakiyun Partisi”nin kapatılması, 22′de 300 komünist ve sendika yöneticisinin tutuklanması, Milletlerarası İşçi Birliği’nin kapatılması, Şefik Hüsnü’nün, Nazım Hikmet’in, Sadrettin Celal’in giderek yüzlerce, binlerce, onbinlerce insanımızın başına gelenler.
Ama geçmişe, tarihe nasıl bakmamız gerektiğini konuşmamız gerekebilir: Bir bağımsızlık mücadelesini, bir devrimi gerçekleştirmenin bir bedeli elbette vardır.
Kürtlere ve işçilere verilmeyen haklara dönersem. M. Kemal’in bir toprak reformu gerçekleştirmek istediği ve bunu Kürt ağalarına beylerine meclisteki milletvekillerine danıştığı bilinir. Ama eşraf dayanışmasıyla ayakta duran rejim ağaları kaybetmeyi göze alamazdı. İzmir İktisat Kongresi ve kimi araştırmacılara göre daha da öncesi İttihat ve Terakki’den kalma miraslar da cumhuriyetin sınıfsal karakterini veriyor. Gemi dalgalarla boğuşa boğuşa limana sokuluyor ama karanlık bir kader de onu bekliyor. Zira, bir süre önce bir dergiye de yazdığım gibi toplumu dönüştürmedeki yöntemler yarım kalıyor.
M. Kemal’in sağlığına da bağlı olarak yarım kalıyor. Hemen eklemeliyim bu dönüşümde herkes elden geldiğince hümanist davranmaya çalışıyor, kimse boş yere kardeş kanı dökmek istemiyor. M. Kemal de öyle. Bütün o imparatorluğun içinden yeni bir düzen çıkarırken bile bugünkü kadar gaddarca davranılmıyor? Ardından gelen iktidarlar doymak bilmez çıkarcı küçük hesaplarıyla, şiddeti içkinleştirerek bugüne taşıyor. İşgalcilere karşı büyük bir savaşım vermiş, bağımsızlığı kazanmış bu insanın üstün kalitesi karşısında hele bugünkülere bakarak insan saygı duymadan edemiyor.
M. Kemal’e ve cumhuriyete bakışım böyle; Tarih’in hep böyle ilerlediğini görüyorum. Yabancı boyunduruğundan insanları kurtarmak üzere sahne alan bir kahraman, hemen hemen sıfırdan başlayarak insanları bir hanedan pençesinden kurtarıp ulus-devlete dönüşmenin ilk adımlarını atıyor. Ama bu kez de yurttaşlar yurttaş olmadan kendilerini o ulus devletin boyunduruğundan kurtarmak durumuna düşüyorlar! Bence M. Kemal’in tamamlamak fırsatını bulamadığı -bulsaydı çok daha olumlu bir yerlere götürebileceği- bu proje tam da karşıta, bağnazlığın, orta çağ kuyusunun dibine düştü. Gördüğüm kadarıyla bu kafalar iktidarı bütünüyle ele geçirirlerse, bir süre sonra bu aynı insanlar (bu yeni ümmet) kendilerini bu kez de şeriatın boyunduruğundan kurtaracak zorlu savaşlar vermek zorunda kalacaklar. Bunun sadece Türkiye’de değil tüm dünyada da yaşanacağından kaygı duyuyorum.
Ölümün kaçınılmazlığı, insanın bu evrensel korkusunu karşılayamayan sistemler; yani onları aldatmaya yanaşmayan onurlu eleştirel akıl her vakit durup durup mistisizmin kucağına düşüyor. Zayıf ve sakatlanmış olan insanın bu zaafı yüzünden kurtuluşu da erteleniyor. Sovyetler Birliği’nin parçalanışıyla, halkların akın akın kiliseleri doldurmaları da bunun bir örneğiydi. Bence günümüz edebiyatı da bu gerçekten payını almaktadır.
Bunu biraz açar mısınız?
Yukarıda belirttiğim insanlığın pençesinde olduğu o evrensel ölüm korkusu akılcı, eleştirel sistemlerle karşılanamayınca insanlar kendilerini, avutacak bir şeyler icat etmek zorunda kalıyor. Dinler bu yüzden yok olmuyor. Mistiklere her vakit bir yer var böyle adaletsiz bir dünyada. Esrarlar, sırlar, gizemler, mucizeler, fallar, tarot’lar, yıldızlar… elbette edebiyat da oraya doğru yöneliyor. Bir yazarın bir toplumun kör bir susuzlukla atıldığı yönden o toplumun bireylerini koruması, önce kendini korumasıyla mümkün olur. Oysa bugün en revaçta olan edebiyat ve yazarlar bu tutucu ortama boyun eğmiş, açıkça olmasa da, bu iki dünya arasında, iki seçim arasında oynamayı seçenler. Bilmem özne saymak gerekir mi?
Şöyle bir genelleme de yapabilir miyiz? Sizin ve sizden sonraki kadın yazarları saymazsak, kadın hep l- şeytani, baştan çıkarıcı, ihanetçi, 2- özellikle toplumcu-gerçekçi edebiyat ürünlerinde ana-bacı,fedakar olarak ele alındı. İlkinde kadının cinselliği kötü olarak yorumlanıyor, ikincisinde ise yoksayılıyor.
Evet özellikle erkek romanlarında, öykülerinde kadına biçilen en önemli rol erkeğin ona aşık olmasıdır! Yani aşık olunacak bir nesne oluşudur. Ana-bacı rolü de bir iltifattır! İhanet eden, kötücül şeytan kadına ben razıyım. O yüzden Peyami Sefa’nın romanlarını yabana atmam. Ama düşünün ki hala cinselliği erkeğin de kadının da sorun olarak yaşadığı bir toplum, kadının yeniden kapatılmasını isteyen bir toplum ve isteyerek kapanan kadınların toplumunda neyi tartışıp neyi aşacağız?
Bu sorunları bizden yüzlerce yıl önce çözmüş olan batı romanıyla bizimkinin arasında Şerif Mardin’in öne sürdüğü fark -demonic- olanın kavranması, bilinmesi olayı…
İşin tuhafı, bu edebiyat sadece erkek yazarlarca değil kadın yazarlarca da öylece kabul edilmiş ve beslenmiştir. Gene de kadın iyiliğini, gizli gözyaşlarını anlatan ağlatıcı edebiyatı Mükerrem Kamil, Muazzez Tahsin gibi yazarları anmalıyım. Daha üst düzeyde ise H.Edip’in kadın tiplerinin ne denli iffet düşkünü olduğunun üzerinde durabiliriz. Çünkü bu ‘iffet’ islam toplumunun sizden istediği uyumdur. Oradan sonra fay kırılır gibi olur 950′lerde başlayan Peride Celal’le, Nezihe Meriç’le, giderek benim, Sevgi Soysal’ın gözü pek atılımımızla ve Tomris Uyar’ın, Afet Muhteremoğlu’nun, Pınar Kür’ün, İnci Aral’ın ve günümüz daha genç kadın yazarlarının sürdürdüğü değişik duyarlılıklarla.. İşte size sözünü ettiğim kadın yazarların edebiyata getirdiği ivme böyle bir şey. Çalıkuşu’nun Feride’sinin olsun, başka kadın tiplerinin olsun cinselliği yaşamaktan kaçan, hastalıklı “iffetperestler” durumuna getirilmeleri, bu saptırma, bir dönem ‘teverrüm edebiyatı’ kapsamında sürdürülen çizgi hep böyle yalan bir dünyanın bize önerilmesini içerir. Bu yüzden, kendimi ateşe atarcasına aile kurumuna olduğunca, cinsel tabulara yüklenmekte, aşk romantizmini demistifiye etmekte gösterdiğim atılımın herşeye karşın doğruluğuna inanıyorum.
Adı söyleşide sıkça geçtiği için. Kemal Tahir’e bir de bu açıdan yaklaşalım istiyorum. Kemal Tahir’in kadın düşmanı olarak nitelendirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sevgili Yılmaz, “Kemal Tahir gibi kadın düşmanı” deniyor. Deniyor da ne ölçüde yerinde bir tanım. Böyle ciddi bir çalışma okumadım. Olsa okusam belki ikna olurum. Ben öylelerini tanıdım ki K. Tahir eli öpülesi kalırdı! Üstelik hümanist falan da geçinmezdi. Kadınlarla ilişkilerinde modern düşünceli, efendi, çelebi bir insandı. Eşi Semiha ablaya da sevgi, şefkat ve saygı doluydu.
Kitaplarından söz edersek?
Biliyorum siz kitaplarından söz ediyorsunuz ama yazar ve ürünleri birbirinin tamamlayıcısıdır bence. K. Tahir’in kitaplarında yer alan kadınlar Türk toplumunu doğru yansıtmak anlayışının bir sonucu olmalıdır. Bu toplum, kırsal kesim kadınına da, kent kadınına da mal olarak bakar. Devlet Ana da ise geri planda kalan ama erkeği bir ölçüde güden kadınla karşılaşırız. Elbette K. Tahir’in gerçekçilik anlayışının, tarih anlayışının ayrıca tartışılması gerekir. Bir yazarın ideolojisine karşı çıkmak doğaldır da bu ideoloji bizimkine uymadığı gerekçesiyle adamı “homonglos” ilan etmek tuhaftır.
Onun Mustafa Kemal’e “sarı paşa, ingiliz casusu” dedirtmesi, Köy Enstitülerine karşı gelişi, toprak reformu yorumu haklı olarak bazı tepkilere yol açmış olabilir. Ancak biz bugün yazarların düşüncelerini özgürce ifade etmeleri mücadelesini verirken, Y. Kemal’i, Ç. Altan’ı, İ. Beşikçi’yi, Ş. Yurdatapan’ı ve daha yüzlerce insanımızı suçlayıp yargılayanlarla eş paralele düşmemeliyiz. Galiba demokratik düşünceye de böyle böyle içinde yaşadığımız sistemden bir bir dayak yiyerek alışacağız!
Burada K. Tahir’le bu konuda ilgili bir tanıklığımı da dile getirmeliyim. Aydınlarımızca dışlanmasından duyduğu esefi pek dile getirmezdi. Sanırım 13 yıl düşüncelerinden ötürü hapis yattıktan sonra bu durumu bir onur sorunu saymıştır. Yanlış anlaşıldığını örtülü bir biçimde dile getirdiği bir konuşmasında, “…öyle söylüyorlar ama, sırası geldiğinde, Atatürk’ü koruyacak ilk yazar gene ben olurum!” demişti.
Eski Sevgili’den sonra öykü kitabı yayımlatmadınız. Ondan sonra çıkan iki kitabınız da roman. Artık öykü yazmıyor musunuz?
Efendim öyküler de yazdım, şiirler de bitiremediğim bir romanım da var… Sanıyorum, Türkiye başka bir yana ben başka bir yana savrulduk. Benimkisi kayıtsızlık sözcüğüyle açıklanabilir mi bilemem. Müthiş bir değişim, bir alt üst oluş bir yeni tarih yaşıyoruz. Homojen bir toplum yok. Bu toplumsal değişime bu hızı sökemeden yapılanlar boşa gider kaygısını taşıyorum. Bir de çoğaltan durumuna düşmek istemem. Biraz da “Melami”leşme yaşına girdim. “Elli yaşında ölebilirdim” diye bir cümle de hep kafamda. Ölümler gördüm: dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı! En iyisi, “ne desem yalan” demek! Gene de duramadım yazdım. Evet, öyküler, şiirler ve roman…
Biraz da küskünlük var, biraz da yazdıklarımı kıskanıyorum, okuyacaklar da ne olacak diyorum; okumasınlar diyorum. Goriot babanın altınlarla oynamasını anlıyorum. Biraz da çekiniyorum. Has metinlerin yamyamların eline düşmesinden, biraz da benden mahrum kalsınlar diyorum, biraz da…
Konuşmamız epeyi uzadı, okurlar sıkılacak, ama er geç bu tanıklıkları dile getirmem gerekecekti. Çok zor geldi bana biliyorsunuz!.. “Elli yaşında ölmüş olabilecek birisi”nin dayanamayıp gene de kendinden söz etmesi -dünyevi sözler- de cabası!
Bu arada “Adam Sanat Dergisi” yönetmeni değerli eleştirmen Semih Gümüş’ten özür dilemem gerek. Adam Sanat’ın ilk sayısı için benimle konuşma isteğini geri çevirmiştim. İlkelerim doğrultusunda ne TV’ye çıkmayı kabul ediyor, ne gazete dergilerin konuşma isteğini yerine getiriyordum yedi yıldır. Sizin ısrarlı ve sabırlı bekleyişiniz olmasa gene de yazmayacağımı itiraf etmeliyim. Gümüş’ün ve öteki değer bilir arkadaşların beni anlayacağını umuyorum.
Sizin de özellikle, tanıklığıma duyduğunuz güvene ve özene şükranlarımı sunuyorum. (YV/AS)