Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturmada 29 Nisan'da gözaltına alındıktan sonra tutuklanan Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eşbaşkanı Dicle Müftüoğlu'nun Sincan Kadın Kapalı Cezaevi'nde kaleme aldığı mektubu yayımlıyoruz.
Amed’te evimize yapılan polis baskını sırasında büyük bir tedirginlik yaşayan Pişo’yu geride bırakıp gelmenin hüznü, tel örgüleri aşıp bizlere göğün mavisini taşıyan kuşların kanadıyla hafifledi. Amed’te düzenlenen operasyonda 5 gazeteci tutuklandı. 2 gün boyunca Diyarbakır Adliyesi’nde bekledik. Arkadaşlarımızın ve bizim savunmalarımızı yapan avukatımız Resul Temur’un bırakılmasını, basın ve ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasını talep ettik. Adliye koridorlarında kriminalize edilenin arkadaşlarımız değil, ‘hakikat’ olduğunu biliyorduk.
Yargılanmak istenenin gazetecilik ve Özgür Basın olduğunu da biliyorduk. Özgür Basın emekçilerini 11 aydır tutsak ederek, kalemimizi kırmak istiyorlardı. Biz dışarda kalanlar hem arkadaşlarımızın serbest bırakılması, hem de özgür bir ortamda gazetecilik yapmak için mücadele ediyorduk. 27 Nisan’da 5 arkadaşımızı kelepçeleyerek hapse gönderdiler. 28 Nisan’da ise avukatımız ve diğer arkadaşlarımızın o cendere içerisinde çıkmalarının mutluluğuyla evlerimize döndük. Yüzümüzdeki tebessüm uzun sürmedi ve ‘cellat uyandı uykusundan’ diyen Apê Musa’nın kulaklarımızı çınlatan sesi.
Yüreğimizde onun nameleri yankılanırken, kapıyı kırarcasına yumruklayan, tüm apartmanın inleten ses polisin yumruk sesiydi. Her gün haberlerini yaptığımız, toplumdan duyduğumuz, kimi zaman da yaşadığımız bu durumun kaçıncı tekrarını yaşadığımı bilmiyordum. Ev tarumar edildi. Tüm dijital materyallerime el konuldu. Kitaplıktan aldıkları kitaplar büyük bir coşkuyla delil torbasına yerleştirildi. 15 yıldır aralıksız yaptığım güzelliklerden biri olan cezaevi mektuplaşmaları da, onlar için ‘suç şüphesiydi.’ Mektupların büyük bir bölümü bir amir tarafından okundu. Bunlar her Kürt’ün, muhalifin yaşadığı genel durumların devamı gibiydi.
15 saat süren kelepçeli yolculuğumuz, emniyette yaşadıklarımız, ‘prodüksiyon’ amaçlı çekilen görüntüler, polisin savcının odasını basarak karara müdahalesi, bizim yüzümüzü dahi görmeden tutuklamaya sevk eden savcı savunma yaparken hakimin ‘anladık ünlü gazetecisin’ diyerek konuşmamızı bölmesi ve verdiği tutuklama kararıyla, Sincan Kadın Cezaevi’ne getirilmem… Tüm bunlar vereceğimiz mücadeleyle yıkacağımız düzenin bize uyguladığı rutin şiddet. Tam da burada, bu rutini bozacak bir öykü anlatmak istiyorum. Ev arkadaşım Pişo’yu.
Öncelikle onunla tanışma öykümle başlayayım. Yıllardır evimde büyüttüğüm çiçeklerle ilgileniyordum. Günün tüm yorgunluğunu çiçeklerle konuşarak atlatmaya çalışıyordum. Onların su ve güneşle buluşma hallerindeki dansları bir başkaydı. Her yeni bir filiz, bir başka etkiliyordu. Pişo ile tanışmadan 6 ay önceden bir kediyi sahiplenme kararı aldım. Tabi vakit hala asıl sahiplenenin karşı taraf olduğundan bihaberdim.
Bir sabah ajansa gittiğimde çalışma arkadaşlarımı takip edip içeri giren bir kedi beni karşıladı. Koltuk üzerine çıkmış, göğsü bembeyaz sırtı ise kahverengi ve sarı tüylerle kaplı, gözleri bal sarısı güzeller güzeli bir kedi. Tavrı, duruşu, asilliği ile tüm ajans çalışanlarını etkilemişti. Ben de sevgisini göstermeyi seven bir kadın olarak, kedinin etrafında pervaneye dönmüştüm. İşte Pişo ile anladım ki hayvanlar özellikle de ‘nankör’ denilen kediler kendilerine gösterilen sevgiyi hissediyor ve buna karşılık veriyordu.
Zamanla Pişo yanımdan ayrılmaz hale gelmişti. Arada mavi boncuk dağıttığı diğer dairelere gidişi ve ajansta Pişo’yı istemeyen arkadaşlarımın kapıyı açarak dışarı salmasını saymazsak, yaklaşık 10 gün ajansta bizlerle birlikte yaşadı. Çalışma ortamında başka bir canlıya bakma hali etrafındakiler tüyler ve kediye dokunamayan arkadaşlarımın varlığı beni bir karar vermeye zorladı. Bu kadar kısa sürede bağlandığım ve adını Pişo koyduğum kedi ile ev arkadaşı olacaktık.
Açıkçası Pişo’nun, o toplumda beni sahiplenmesi bu kararı vermemde etkili olmuştu. Aşıların yapılması veteriner kontrolü ardından 5 Ocak tarihinde itibaren Pişo ile ev arkadaşlığımız başlamıştı. Kediler öyle tahmin edildiği gibi bir iki mıncıklayıp, mama verip, köşeye atacağımız varlıklar değil. Bunu bizzat yaşayarak gördüm. Bu canlı sizin ev arkadaşınız ve yaşamınızın ortağı haline geliyor.
Dışarıyı izlemeyi sevdiği için birkaç odanın pencereleri mutlaka açık bırakılır. Sabahları uykumuzu bölen alarm sesinden nefret eder. Gücü yetmese de patisi ile kapatmaya çalışır. Onunla ilgilenmeniz gereken saatlerde telefonla uğraşıyorsanız, gelip göğsünüze oturur ve telefona bakmanızı engeller. Kitap okuyorsanız kitabı patisi ile devirir. Eve geleceğiniz saati bilir ve o saatte ya kapıda ya da camda bekler.
Bir işinizden kaynaklı geç gittiyseniz küser ve yüzünüze bakmaz, etrafınızda dolansa bile miyavlamaz. Evde yaş mama varsa gönlünü alabilirsiniz. Aksi halde kendisini ihmal ettiğiniz için sizi cezalandırır. Onunla doğal bir yaşam kurmaya çalışırsınız, sahip, sahiplik, özne, nesne ilişkisi doğru olmayan bir ilişki kurmanıza neden olur. Zamanla ortak bir yol tutturur ve birbirinizi seslerinizden ve bakışlarınızdan tanırsınız. Bu uyumlu arkadaşlık ilişkisine bir sabah baskını ara verdi.
Kapılar vurulduğunda ilk olarak Pişo uyandı, tedirgince gelen sesin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Benden önce kapı eşiğine giderek dışarıyı dinleyip gelen felaketi anlamaya çalıştı. Kapı açılır açılmaz da fırlayan içeriyi işgal eden polislerden kaçmaya çalıştı. Tüm arama boyunca odadan odaya kaçışan Pişo, kötülüklerini gördüğü polislerin yanından miyavlayarak tedirginliği anlattı.
Polislerin avukatım ve arkadaşlarıma haber vermeme izin vermemesi nedeniyle anahtarımı gözlemci olarak getirilen komşuma vererek Pişo’yu ona emanet ettim. Şu ana kadar ki tüm süreçlerde de aklım bir taraftan iş yükü artan arkadaşlarımda, bir taraftan da ev arkadaşım can yoldaşım Pişo’daydı. Hala da öyle.
Sabaha karşı getirildiğim bu cezaevinde tam da beklediğim gibi, doğadan soyutlamış beton ve demirden oluşan bir alana kapatıldım. Defalarca kez talep ettikten sonra küçük bir su verildi. Geçici odanın ardından 5 tutsağın olduğu odaya getirildim. İlk şok halini arkadaşlarımın dokunması ile atlattım. Sonra havalandırmaya çıktım. Bir kaç insan boyunu aşan telli duvarlar üstüne sıralanan sizin göğe temasınızı engellemeye çalışan dikenli teller…
Yaşama dair her şeyin yok edilmek istendiği bir anda, bir serçe tel örgüler üzerinde beliriyor. Ardından tutukluların kendi yemeklerinden ayırarak ona ayırdığı yemeklere geliyor. Öyle ki yemekte makarna varsa az yiyip, kalanı yıkayıp, onlara sunuyorlar.
İdarenin verdiği yemeği pay eden günün nöbetçisi, ‘Heso’nun payını da unutmayayım’ diyor. Daha sonra yaşamlarının bir parçası olan tel örgüleri aşıp kendileri ile buluşmaya hevesli her bir kuşun adı ‘Heso’ oluyor. Burada, yaşamdan, doğadan kopartılmak istenen bu kadın tutsaklar, bulutlara kimi zaman Amed Surları’na, kimi zaman Gri Dağı Yaylaları’na yol alıyor. Onların bu eşsiz özgürlük tutkusu bana bir gün tüm insanların Heso’nun kanatlarında göğe maviye kanatlanacağını anlatıyor. Bu düzen değişecek. Heso’lar tel örgülere takılmadan uçacak. Pişolar, sabah polis baskını tedirginliğini yaşamadığı güzel günlere ulaşacak.
(DM/HA)