Oslo Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Elisabeth Eide Hrant Dink Vakfı’nın Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi Projesi kapsamında düzenlediği "Ayrımcı Söylem ve Sosyal Medya" paneli için İstanbul’daydı.
bianet’in sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Eide Avrupa’da ve özellikle Norveç’te nefret söyleminin medyaya nasıl yansıdığını anlattı.
Eide 22 Temmuz 2011'de, Norveç'te Anders Behring Breivik'in saldırılarıyla 77 kişinin yaşamını yitirdiği 242 kişinin yaralandığı olayların ardından medyada nefret söyleminin değiştiğini, bu duruma yönelik farkındalık artarken aynı zamanda önceden yaygın medyada kendisine yer bulamayan sağcı aşırı grupların daha fazla yer aldığını söyledi.
Göçmen ve azınlıklara yönelik nefret söylemi üzerine çalışıyorsunuz. Norveç demokratik olarak bildiğimiz bir ülke ancak Brievik ile bir “göçmen karşıtlığına” tanık olduk. Norveç’te azınlıkların durumu nedir?
Norveç’te bizim oldukça uzun bir “ötekileştime” geçmişimiz var.
Mesela yerli halka hiç iyi davranmadık. 1970’lere kadar kendi dillerini konuşmalarına izin vermedik. Oysa dilleri Norveççeden oldukça farklı bir dildi ve bu yüzden çocuklar tek kelime Norveççe bilmeden okula başlamak zorunda kalıyorlardı.
Yahudilere’de iyi davranmadık. Hatta ilk anayasamızda Yahudilerin ülkemize girmesi yasaklanmıştı. Bu durum 1850’ye kadar devam etti.
Romanları da toplama kamplarına gönderdik, dillerini konuşmalarına izin vermedik.
Bu yüzden oldukça eski bir geçmişe dayanan bir “marjinalleştirme” tarihimiz var. Ve eğer okullarda ayrımcılığa karşı eğitim vermezsek yeni nesiller de yeni azınlıklara kötü davranmaya devam edecekler.
Gandi’nin çok önemli bir sözü vardır: Uluslar, azınlıklarına nasıl davrandığıyla ölçülür.
Bu sözün çok yerinde olduğunu düşünüyorum.
Peki azınlıklar Norveç medyasında nasıl yer buluyor?
Bir meslektaşım bir de master öğrencimle beraber, 1902-2002 arasındaki Norveç yazılı basınınıda tüm azınlıklarla, yerli halk, Romanlar ve Yahudiler’in yanı sıra yeni azınlıkların nasıl yer aldığını inceledik. Çalışmamız sonucunda dört bulguya ulaştık.
Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi toplumun kendisi azınlıklar için büyük bir problem oluşturuyor.
Gazetelerde ülkede kalmak için mücadele eden ama sınırdışı edilen azınlıklar ile ilgili haberler, bir restoranda ya da mahallede ayrımcılığa uğrayan azınlıkların haberleri yer alıyor.
Özellikle 11 Eylül’den sonra Müslüman azınlıklar daha problematik biçimde ele alınıyor. Yerel gazetelerde çok daha ayrımcı ifadeleri görmek mümkün.
Başka bir meslektaşımın 2009-2012 arası yaptığı bir incelemeden örnek vereyim: 2009’da Avrupa’da “domuz gribi” tartışması sürerken medyada azınlıklar bu gripten daha fazla yer aldı. Medyada yer alan haberlerin yüzde yetmişi ise sorunları işaret ederken çözüm önermiyor.
Birlikte yaşamaya örnek teşkil edecek hikayeler ise hikayeleştirilmiş haberlerde (feature story) ya da bazen de köşe yazılarında yer alıyor.
Bir de başarılı olan azınlık hikayeleri var. “Azınlıksın ama bak nasıl başarılısın” şeklinde yaklaşılan yazılar. “Farklı bir kültürdensen başarılı olman beklenemez” algısı var burada.
Ve “normalleştirme” yani ait olduğu etnisiteyi söylememe yaklaşımı var.
Peki bu durum azınlıkları nasıl etkiledi?
Bu durumdan en çok zarar gören Müslüman gençler oldu. İki kültürü de iki dili de bilen bu gençler etnik ya da dini kimliklerinden ötürü “tehdit” olarak algılandı.
Ancak bir yandan da bu durum Avrupa’daki aşırı İslamcı grupları da etkiledi. Mesela daha yeni 14-15 yaşlarında iki kız çocuğunun Suriye’ye savaşmak için gittiğine dair haberler yer aldı.
Asıl sorun aşırı sağ ile aşırı İslamcı grupların bu şekilde birbirini besliyor olması. Oysa bu şiddete eğilim tabanda kendisine çok da büyük bir karşılık bulamıyor.
Mesela, Muhammed karikatürleri yayınlandığında Afganistan’da yaklaşık bir buçuk milyon insan protestoda bulundu ancak aşırı İslamcı gruplar hala çok küçük partiler halindeler. Norveç’te de aşırı sağı destekleyen gruplar yüz bin kişi civarında. Beş milyonluk bir nüfusu düşününce bu oldukça küçük bir rakam.
Medyada nefret söylemi konusu genellikle ifade özgürlüğü ile birlikte tartışılıyor. Bu tartışmadaki sınır nedir?
Bu konu özellikle 22 Temmuz’dan sonra çok tartışıldı. Çünkü 22 Temmuz öncesinde aşırı sağcı gruplar yaygın medyada kendisine pek yer bulamıyordu. Bir öğrencim buna “düdüklü tencere” teorisiyle yaklaştı.
Yani sözlerini yayamadıkları ve kendilerini ifade edemedikleri için bu gruplar bir anda patladılar.
22 Temmuz’dan sonra da gördük ki bu grupların görüşlerinin bir kısmı toplumun bazı kesimlerinde karşılık bulabilen görüşler.
Şimdi bazı insanlar nefret söyleminin asla yer bulamaması gerektiğini savunuyor. Ancak enteresan bir şekilde 22 Temmuz’dan sonra bu gruplar yaygın medya için daha fazla görünür oldular.
İfade özgürlüğü ile basın özgürlüğü ise farklı konular. Bunun sınırı nerede başlıyor? Şiddete teşvik nefret suçu ama mesela “Müslümanlar Avrupa’dan atılmalı” diyen nasıl değerlendirilecek? Bunu şiddet kullanmadan yapmak mümkün mü? O zaman şiddete teşvik iması yok mu?
Basın özgürlüğünde ise editoryal bir sorumluluk var. Norveç’te bizim nefret ve ayrımcı söylem ile ilgili bir kanunumuz var. Bu çok nadir uygulanan bir kanun. Bazılar ifade özgürlüğü bağlamında bazılarıysa hiç kullanılmadığı için bu kuralın kaldırılması gerektiğini söylüyor. Ben kalması gerektiğini savunuyorum. Bu kuralı kaldırmanın azınlıklara yanlış mesaj vereceği kanaatindeyim.
Ama artık bu nefret söylemine karşı çıkan yeni bir nesil de var. Genç kadın ve erkekler artık itiraz ediyorlar. Parlamentoda Müslüman üyeler var. Bunlar da iyi gelişmeler.
Elizabeth Eide kimdir?
Oslo Üniversitesi’nde Gazetecilik Çalışmaları Bölümü’nde profesör olan Elisabeth Eide; aynı zamanda Bergen Üniversitesi’nde de çalışmalarını yürütüyor.
2007-2010 yılları arasında Oslo Üniversitesi’nin stratejik araştırma programı olan CULCOM’da görev yapan Eide; uluslarüstü gazetecilik, medya, marjinalleştirme ve azınlıklar gibi konular üzerine birçok akademik yayına makale yazdı ve editörlük görevini üstlendi, çeşitli antolojilerde bölümler yayınladı.
Üç yıldan fazla bir süre Hindistan ve Pakistan’da yaşayan Eide, Pakistan’da kaldığı süre içinde Peşaver’de Afgan mültecilerle çalıştı, Lahor’da Pencap Üniversitesi’nin İletişim Çalışmaları Enstitüsü’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı.
Aynı zamanda Afganistan’a birçok ziyarette bulundu. Bu ziyaretlerin ve çalışmaların kendisine verdiği ilham sayesinde 1994-2005 yılları arasında beş roman yayınladı.
Elisabeth Eide muhabir ve editör olarak da önemli bir gazetecilik deneyimine sahip. Güncel olarak göçmenlerin ve küresel iklim değişikliğinin medyadaki temsili, uluslarüstü medya etkinlikleri, gazetecilik ve toplumsal cinsiyet gibi konular üzerine çalışan Eide, bugün halen medya ve küresel iklim değişikliği üzerine çalışan 18 farklı ülkeden araştırmacıların dâhil olduğu uluslararası bir iletişim ağının eşbaşkanlığını yapıyor.
Aynı zamanda medya ve göç alanında teorik çalışma yürüten bir araştırma grubunu yönetiyor. Norveç’te 22 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleşen terör olayının ardından Norveç medyasındaki ifade özgürlüğü ve çokkültürlülük konularındaki medya temsili ve medya tartışmalarıyla ilgili çalışmaları üstlendi.
2008’de Norveç Medya Araştırmacıları Derneği İletişim Ödülü’nü aldı. Halen Norveç PEN Kulübü’nün başkan yardımcılığını yürütüyor. (EA/YY)