"Her insanın kendi dağarcığında, duygu dünyasında şiir yazma arzusu vardır. Benim şiir yazma arzum ise lise döneminden sonra başladı" diyor Âşık Yeksani. "Âşıklık geleneğinde sistem yanlılığı yoktur. Bana göre âşıklar tümden sisteme ve sömürüye karşıdır. Halkın ortak taleplerini dillendirirler."
Maraş Elbistan bölgesinin yaşayan değerli bir kaynağı olan Süleyman Deprem nam-ı diğer Âşık Yeksani, aynı zamanda âşıklık geleneğinin bugünkü temsilcilerinden biri.
Âşık Yeksani, müzik literatüründe âşıklarıyla öne çıkan Maraş bölgesinin dününü ve bugününü, yaşamı içinde edindiği âşıklık ve Alevi inancındaki Dedelik kimliğini, kendi yöresinde yaşatılan Alevilik inancı ile âşıklık geleneği arasındaki ilişkiyi, kendi perspektifinden yaşamı boyunca bu iki alanda tanıklık ettiği değişimleri ve gelişen sorunları anlattı.
"Evde hangi dili konuştuğumuz takip edilirdi"
Bize kendinizden, hayatınızın dönüm noktalarından söz eder misiniz?
1952 yılında Maraş Elbistan'a bağlı Kantarma köyünde doğdum. İlkokul 3. sınıfa kadar burada ilkokula devam ettim. O dönem bizler farkında değildik ama gelen öğretmenlerin bir özelliği vardı. Bize her şeyden önce Türkçe öğretmeyi esas alırlardı. Ben Türkçe bilmiyordum, ilkokulda öğrendim. Eğitim sürecinde ilkokul 5'e kadar bütün öğrencilere zorunlu olarak Türkçe konuşma dayatılırdı. Mesela okul dışındaki zamanlarda evimizde Türkçe konuşup konuşmadığımıza dair öğretmen tarafından ajan tarzında kişiler seçilirdi. Böylece evde hangi dili konuştuğumuz takip edilmiş oluyordu. Öğretmen başka sınıflardan bilemeyeceğimiz kişiler seçerdi. Bu seçili kişiler evlerin pencere ve kapı arkalarında bizi dinler, bizse sabahleyin soluğu tahtada alır, ceza yerdik. Böyle Türkçe öğrenme sürecimiz geçti bizim.
Ben dokuz yaşındayken köyün eğitimle buluşmaya karar veren ilk ailesi olarak Elbistan'a taşındık. Elbistan'da orta öğrenim ve lise eğitimini tamamladım. Orada da şöyle ilginç bir durum vardı; ilk olarak ötelendiğimizi, yok sayıldığımızı, Kürt- Alevi olarak aşağılandığımızı orada öğrendik. Her şeyden önce sınıf arkadaşlarımız bize Kürt olduğumuz için takılırlar, bizle dalga geçerlerdi. Aleviliğimizi gizlerdik. Fakat ne kadar gizlesek de bizi bilen bilirdi, köyümüz belliydi. Bu dışlanma öğretmenlerimiz tarafından da sürdürüldü.
12 Mart
Ortaokul sürecimin ardından, özellikle 12 Mart dönemi, aktif "68 kuşağı" dediğimiz sosyalist bir yapılanma gelişti. Hemen hemen tüm Alevi gençliği olarak bizler, 68 kuşağının içerisinde yer aldık. Denizlerin, Mahirlerin o mücadele sürecini canlı yaşadık. Hatta Sinan Cemgil bölgemizde Nurhak'ta vuruldu. Denizler ve diğer yoldaşları ile irtibatımız gelişti. Örgütlenme süreci gelişti derken bu sürece tüm varlığımız ile sosyalist hareketlenmelere müdahil olduk. Tabii tüm bu süreçte imha- inkâr- asimilasyon süreci yoluyla gözaltılar, işkenceler ile 12 Mart süreci geldi. O dönemde daha yeni sempatizan durumundaydım ancak ağabeyimi götürdüler. Bireysel anlamda zarar görmüş olmasam da ağabeyim ve aile yakınlarımın, yakın dostlarımın yaşadıkları beni derinden etkiledi.
12 Mart sürecinden sonra yeni bir yapılanma süreci başladı. Bu yeni yapılanma aşamasında sosyalist hareket alanının TSİP koluna bağlı olarak aktif siyaset yapmaya başladım. TSİP'in Elbistan İlçe Başkanlığı ve Sosyalist Gençlik Birliği'ni yürüttüm. Bu arada Keban Barajı'na işçi olarak çalışmaya gittim. Tabii orada da baskılar oldukça devam etti. Benim oradaki Kültürel ve sosyal faaliyetlerim gerici kesimin oldukça dikkatini çekmişti. Gece saat dörtlerde yolum kesildi, camide benim hakkımda fetvalar verildi. Hareketin dışından bir dostumun haber vermesiyle oradan ayrıldım.
12 Eylül
1977 yılında Karayolları Müdürlüğü'nde işçi olarak çalışmaya başladım. Aynı zamanda Açık öğretim Fakültesi'nin Fizik-Kimya bölümünü kazandım. Bu vesileyle Antep'e işçi olarak tayinim çıktı. Antep eğitim fakültesi bizim elimizdeyken sonrasında Türk Ocakları hareketinin eline geçti. Biz okula gitmiyorduk, resmen siyasi arena türünden bir çatışma süreci başladı. Son sınıfta öğretmen olarak diplomamızı almaya bir ay kala 12 Eylül geldi. Bizi de karşı hareketin en aktif olduğu bölgeye göndermeye çalıştılar ama gitmedim.
Eğer gitmiş olsaydım başıma çok daha büyük şeyler gelmiş olabilirdi. Bu sebeple okula devam etmeyerek Karayolları'nda işçi olarak çalışmaya devam ettim. Daha sonra 12 Eylül cuntası beni gözaltına aldı. 26 gün süren işkenceden sonra çıktığımda 32 yaşındaydım ve henüz askerliğimi de yapmamıştım. Gözaltı sürecinden sonra beni sürekli alıp bırakacaklarını düşünerek bir karar verdim. O zaman askerlik yapıyorsanız gözaltına alınsanız dahi gözaltı süreci de askerlikten sayılıyordu. Askerlik süresince tekrar alınma gibi bir durum da yaşanmadı. Fakat ne yazık ki askerlikte de kimliğim ve aktif siyasi geçmişim sebebiyle de sürgünlere ve zorlamalara tabi tutuldum. Nihayetinde askerliği de bir şekilde bitirdim.
Pir-dede anlayışı
Anlattıklarınızdan yola çıkarak yirmili yaşlarınızdan bu yana süren aktif bir siyasi geçmişinizin daha ön planda olduğunu anladım. Peki, son zamanlarda Alevilik inancı ile ilgili çalışmalarınıza daha çok yoğunlaşmanızın sebebi nedir?
Özellikle 1993'te Sivas Katliamı oluncaya kadar ne sol örgütlerin ne demokratların ne de siyasi partilerin gündeminde Alevilik vardı. Aleviliği din içerisinde değerlendirerek "din afyondur" klasik mantığıyla yaklaşıp Aleviliği dillendirmeyen ve ne olduğunu araştırma ihtiyacı duymayan bir kaba örgütlenme biçimi olarak gelişti sol. Sol, gerçek anlamda sosyalist bir teori ile gelişmedi, buna sistem müsaade etmedi. Sosyalist hareketler çeşitli zaafları sebebiyle gerçek anlamda sosyalist birliği oluşturamadılar. Sivas katliamı sonrası ve Alevilerin kendilerini sorguluma sürecinden sonra Alevi dernekleri hatta partileri gibi Alevi örgütlenmeleri baş göstermeye başladı. Tabii partileşme sürecini ayrı değerlendirmek gerekir. Buradaki tek zaaf bana kalırsa, devletin izniyle kurumlaşmanın bir hata olduğunu belli bir kesimin sonradan yavaş yavaş öğrenmeye başlamış olmasıydı.
Son otuz yılda gelişen Alevi dernekleri ve federasyonları pir- dede anlayışına odaklandılar. Burada iki sınıflaşmadan bahsedebiliriz. Birincisi, sol örgütlenmeden beklentisini karşılayamayan bazı unsurların Alevilik içerisinde kendilerini var etmeye çalışmış olmasıydı. İkincisi ise pir soylu özelliklerini geçmişlerine bakmadan, Aleviliğe uygun olup olmadığına bakmadan kendilerini pir ilan edip Alevi örgütlenmelerinde kendilerini var etmeye çalışanların olmasıydı.
Ben Sosyalist düşüncemden taviz vermiş değilim. Ancak pir soylu oluşumdan dolayı bu tür yanlışların da önüne geçebilmek amacıyla pir soylu özelliğimi kullanarak Aleviliğin yanlışa yönelmesinin önünde kendi dağarcığımla ve var gücümle durmak amacıyla bu yolu seçtim. Çünkü Alevi Dedeliği, Alevilerin başında oturup emir- talimat verme kurumu değildir. Pirlik, gerektiğinde cezaevinde, eylemde, savaşta olsun talibinin başucunda olması gereken kişidir. Pirlik, topluma karşı ahkâm kesme makamı değil halkın hizmetinde hizmetkâr olabilmektir. Pir Sultan, Hallacı Mansur bunun en iyi örnekleridir.
Aleviliğe yoğunlaşmamın ikinci sebebi ise Aleviliğin temel ilkelerinden birinin komünal yaşama dayanmasıdır. Pir olarak camii- cem evi projesinde Aleviliği yozlaştırmaya çalışanlar da oldu. Ancak Aleviliğin gerek ortak bir paylaşım gerek rızalık üzerine bir varlık gerekse ikrar üzerine bir örgütlenme olduğunu bilmek gerekir. Aleviliğin kendi zeminde örgütlenmesini de beyan etmiş biri olarak bu doğrultuda bir çaba ve yönelim içerisinde oldum.
"Mahsuni'nin itibarı halk zeminindedir"
Âşıklık sizce nedir, sizin için neyi ifade eder?
Âşıklık, Aleviliğin toplumsal ifade olarak temel yapısı olan ışık taifesi söyleminden türemiş bir sözcüktür. Işık, aydınlık; âşık, aydın; aşk, bilgeliktir. Işık taifesinin söylemleri üzerine yazılı kaynakların imha edilmesinden sonra âşık geleneği ile bu felsefe günümüze kadar taşınmıştır. Dolayısıyla âşıklık geleneği alevi bilgeliğinin topluma aktarılma özelliğidir. Tüm âşıklar Aleviliğin felsefesini aruz ve hece vezni ile günümüze kadar taşımışlardır. Divân edebiyatına aruz, halk edebiyatına hece vezniyle girmiştir. Aşkın ifadesi iki biçimde topluma yansıtılmıştır. Güzele olan aşk ve yola- erkâna olan aşk. Yol- erkân âşıkları yola olan ikrarlarını, yaşam felsefelerini ve tanık oldukları haksızlıkları ve toplumsal sorunları çalıp söyleme geleneği ile ifade etmişlerdir.
Sizce âşıkların toplumsal yapısı nasıldır?
Âşıklık geleneğinde sistem yanlılığı yoktur. Bana göre âşıklar tümden sisteme ve sömürüye karşıdır. Halkın ortak taleplerini dillendirirler. Bu özellikleri ile de muhalif toplumda önemli bir saygı uyandırmışlardır. Çoğunun bu konuda öncü rolü ortaya çıkmıştır. Doğayı, insanı, gurbeti, ayrılığı, hasreti işleyen de çok değerlidir elbette. Fakat toplumsal mücadeleyi de işleyenler daha çok öne çıkmıştır. O yüzden Mahsuni toplumsal tabanda popüler ama resmi ideolojide sürekli geri tutulan isimlerden birisi olmuştur. Bir sözü bu durumu çok iyi anlatır:
"Bizim elin radyosunda eşek zırlasa da bey olur."
Mahsuni'nin ülke ve dünya siyasetine karşı hicivleri ve taşlamaları ülke iktidarını rahatsız ettiği için egemen ideoloji ve yönetim tarafından itibar görmez. Onun itibarı halk zeminindedir.
"Popüler müzik türlerini pek dinleyemiyordum"
Köy yaşamınızda tanık olduğunuz âşıklık geleneği nasıldı? Bu geleneğin içinden biri olarak siz kimlerden etkilendiniz?
Bizim yörede lebdeğmez ya da irticalen yürütülen âşık atışmaları olmazdı. Bu daha çok Serhad bölgesinde yaygın olarak gözlemlediğimiz geleneklerdir. Özellikle bizim köyde dede- talip ilişkisi içinde cemlerde Harabi, Nesimi, Fuzuli gibi kadim alevi yol önderlerinin; Daimi, Güfrani, Hüdai gibi ozanların felsefik deyişleri okunurdu. Bu arada bazı pirler ve bu yola giren talipler kendi özgün görüşlerini ve duygularını söze ve saza dökerek aşka gelirlerdi. Böylece âşıklık geleneği toplumumuzda boy gösterirdi. Elbistan yöresinde ağırlıklı olarak Alxas ve Kaşanlı aşiretinde âşıklık daha çok gelişmiştir. Erdem Baba, Perişan Güzel, Ali Haki Edna gibi tarihe mâl olmuş kişilikler son yüzyıl içerisinde bu geleneğe eklenmişlerdir. Ben ağırlıklı olarak Alevilik kültürüyle geçmişi bir olmuş, çağdaş ozanlardan Mahzuni, Mahrumi, Meluli, Mücrimi, Meçhuli, Erdem Baba ve Âşık Veysel gibi âşıkların deyişlerini dinleyerek büyüdüm. Bu daha tarihimi ve kültürümü yansıttığı için bana daha etkileyici geliyordu. Bunların dışında popüler müzik dediğimiz müzik türlerini pek dinleyemiyordum.
Mahsuni ile görüşmedim ama onun saz hocası Mahrumi ile çeşitli irfan toplantılarında bir araya geldik. Şiirler ve deyişler söyleyip muhabbetler ettik. Bu arada şiirlerimi mahlas kullanmadan yazıyordum. Bir muhabbette Mahrumi Baba, senin adın Yeksani olsun dedi. Öylece Yeksani olarak devam ettim. Benden önce de başka bir Yeksani olduğunu biliyorum, kendisiyle ilgili çok kaynağa ulaşamasam da ayrıca bağlamada Yeksani ismi bir düzen olarak da karşımıza çıkmaktadır.
"Babamın sazını çala çala farklı makamlar buldum"
Kaç yaşınızda saz çalmaya, şiir yazmaya başladınız?
Her insanın kendi dağarcığında, duygu dünyasında şiir yazma arzusu vardır. Benim şiir yazma arzum ise lise döneminden sonra başladı. Seksenli yıllarda cezaevi sürecinde yazmış olduğum pek çok şiir kayıp. Bugüne kalanlar ise serbest ve hece vezniyle yazmaya çalıştığım şiirler oldu. Kendimi bir şair, âşık olarak görmüyorum ama hâlâ bir deneme gayreti içerisindeyim. Mahrumi Baba'nın verdiği Yeksani Mahlasını bir muhabbette aldık kabul ettik. Ondan beridir de eksik tamam Yeksani mahlası ile yazmaya devam ettim.
Babam cura çalardı, biz yörede yaygın olarak çalınan, ortalama 60 cm boyutunda tekneye sahip bu saza ruzba deriz. Babam Rıza Deprem (Rıza Dede) Sinemilli Ocağının değerli pirlerinden biriydi. Curasıyla deyişler çalıp söyler, cemler bağlardı. Buradaki Alevi pirleri ses, söz, kulak ve yürek bütünlüğü içerisinde çalıp söylerlerdi. Bölgede Sinemilli tarzı bir deyiş söyleme biçimi (makamı) de vardır. Ben saz çalmayı babamdan öğrenmedim fakat onun sazını çala çala farklı makamlar buldum. İlkokul 4'ten bu yana da saz çalıyorum.
"Türkiye dışında iki yıl önce Irak bölgesinde yaşayan Kakailer ile bir iletişimim oldu. İkisi kadın olmak üzere içinde öğretim üyeleri, doktor ve gazetecilerin de olduğu on kişilik bir ekip Türkiye'ye gelmişti. Kendilerini Ankara'da karşıladıktan sonra önce Hacı Bektaş Veli'yi makamında ziyaret ettik. Ardından Elbistan'a Sinemilli Ocağının merkezi olan Kantarma köyüne geldik."
Şiirlerinizde işlediğiniz konular nelerdir?
Kendi duygularımı, yaşam felsefemi hem taşlama yoluyla hem Alevi inanç sisteminin temel taşı olan Enel Hak inanışının doğrultusunda kavradıklarımı şiirsel olarak sazla bazense ezgisiz aktardım. Bazı şiirlerimde, yaşadığım tecrübelerden yola çıkarak, devrimci geleneği serbest şiir formuyla dile getirmeye çalıştım.
Anadiliniz olan Kürtçe diliyle yazılmış şiirleriniz de var? Hangi dilde daha rahat ifade ediyorsunuz kendinizi?
Siyasi mücadele sürecimde öğrenme anlamında anadilimi daha iyi kavradım. Çünkü yazı dilini unutmuştuk. Zaten yasaklı olduğu için öğrenme şansımız da yoktu. Siyasi mücadele sürecinde bu olanağı yakaladım. Bu sürecin etkisiyle birlikte deyiş ve ağıtları da Kürtçe yazmaya başladım.
"Dem û Devran" ismiyle yayınlanan şiir kitabım dışında son dönemlerde yazıp yayınlanmamış Kürtçe şiirlerim de var.
GULBANG
Werin em li hew niyaz bin, Bi hewra çerx û pervaz bin. Cem bibin yek awaz bin. Mirad ê me ji şahê Merdan.
Ji dil rakin xem û kederê Deng ê xwe bişînin her derê. Dar û dîdar li ve derê. Mirad ê me ji şahê Merdan.
Gurûh û Nacî dewr-û dem a me. Mirin û mayin ne gam a me ye. Ji bo mirovatî ev cem a me. Mirad ê me ji şahê Merdan.
YEKSANÎ bêje En el Heq. Şewq a çeraxa ji bo Heq. Em riya nizanin dilê me ê pak. Miradê me ji şahê Merdan.
Kadın âşıklar
Maraş yöresi âşıklık kültürü bakımından oldukça zengin bir bölge olma özelliğine sahip. Özellikle son yüz yıla baktığımızda bunun yoğun etkisini görmek daha mümkün. Fakat kadın âşıklara daha az rastlıyoruz bunun nedeni sizce nedir?
Dediğin gibi bölgemizde âşıklık geleneği hayli gelişmiştir. Bölge olarak bahsedersek Kayseri'de Sarız, Maraş'ta Pazarcık ve Afşin, Malatya'da Kürecik ve Arguvan bölgelerinde ağırlıklı olarak ön plana çıktığını görebiliriz. Belli bir dönemde okuma yazma oranının düşük olması âşıklık geleneğinin öne çıkmasına katkıda bulunmuştur. Şimdi daha farklı bir durum söz konusu, Bütün Alevi felsefesi âşıkların sözcüklerinde dile gelmiştir. Bu bölgede kadın âşıklara az rastlanmasının birinci sebebi, Aleviliğin asırlardan bu yana asimilasyondan dolayı yozlaşmanın getirdiği bu süreçte kadının istemeden de olsa ikinci plana itilmesidir. İkincisi, kadınlarda okuma oranı az olduğu için yazma geleneği çok gelişmemiştir.
Peki, yöreniz müziğinde kadının konumu, etkinliği ve üretkenliği için neler söylemek istersiniz?
Çok önemli bir özellik vardır. Kadınlar bilhassa Hakk'a yürüme erkânlarında, cenazelerde ya da mezar başlarında irticalen dile getirdikleri oldukça nitelikli ağıtların hepsi birer ozan tarzı söylemlerdir. Burada önemli mesajlar vardır. Fakat anında, irticalen söylendiği için yazıya dökülmemiştir. Tüm bu ağıtlar özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Bir örnek sunayım, 70'li yıllarda köyümüze merhum Ruhi Su gelmişti. Ruhi Su literatüre katkı sunan "Ağıtlar" albümünde, bu köyde söylenen kadın ağıtlarına da yer vermiştir. Özellikle kadın araştırmacılarımızın bu konuya yoğunlaşarak cenazelerde, aile içinde ya da mezar başlarında kadınlarımızın söylediği bu Kürtçe ağıtları kayda alıp çalışmasını çok isterim. Bu konuda hali hazırda çalışma yapan sanırım çok az kişi var. Kadınlarımız toplumsal anlamda alan bulamadıkları için bu tarz sorunlar yaşanmaktadır.
Yeni süreci hızla anlamınızı ve adapte olmanızı sağlayacak film önerileri
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor aslında. Bu zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
1990’lardan bu yana (bu yazıda öyle başlatayım) (2013-2015 sürecini bir kenara koyarsak) iktidarların sürekli hedef haline getirdiği bir halk var: Kürtler.
"Benim de Kürt arkadaşlarım var." "Biz Kürtlerden kız aldık, verdik." "Ev arkadaşı Kürt ama iyi biri."
"Kürt ama güzel güzel Türkçe konuşuyor." "O normal, sizin bildiğiniz Kürtlerden değil."
Bu cümleleri hayatınızın bir yerinde duymuşsunuzdur. Belki söyleyenler de vardır. Klişe gibi görünse de, her biri insana ince ince iğneyi batıran, aslında derin bir ayrımcılığı yansıtan ifadeler.
Türkiye devleti ve PKK arasındaki çatışmalara göre, medyaya, siyasete hayata akan cümleler hatta sıradanlaşan nefret cümleleri, ayrımcı ifadeler...
Ancak, bugün ya da bu yazının yazıldığı güne göre dün (27 Şubat Perşembe) işler biraz değişti. Abdullah Öcalan, “PKK kendisini feshetsin” dedi.
Öcalan’ın bu çağrısına verilen tepkiler yıllardır süregelen bir döngüyü de hatırlatıyor. Bir anda Kürt kurumlarına ziyaretler artar, Diyarbakır, Şırnak, Mardin neredeyse bir turizm merkezi haline gelir, hele gazeteciler aman tanrım akın eder "bölge"ye. Kürt meselesi daha fazla konuşulur, yazılır.
Bazıları da en büyük çözüm, barış savunucusu olur. Sanki köşelerinden, ekranlarından, manşetlerinden yıllardır nefret saçmamış, Kürtleri ve değerlelerini hedef göstermemişler gibi... Hepsi birer barış savunucusu olur biz adını yazarken dahi içimiz cız ederken Tahir Elçi'yi unuturlar misal...
Sonra... Bir anda ilk kriz anında sahne değişir, çatışmalar başladığında, gözaltılar ve tutuklamalar duyulduğunda ilgi, destek azalır...Maalesef Kürtler, yine yalnız kalır, belki bir kaç dost, yoldaşla yan yana...O da belki.
Yalnız açık bugün farklı bir eşikteyiz. Bir taraf "amasız, fakatsız" bir adım attı. Hasan Cemal'ın anlatısı ile "Silahlara veda" hayal edilenden de hızlı bir adım. Peki, bunun karşısında hem iktidar hem muhalefetin diğer partileri ne yapacak?
Toplumun önemli bir kısmı sürecin şeffaf yönetilmesini, insan hakları ve demokrasi adına somut adımlar atılmasını bekliyor.
Ancak bir başka önemli mesele daha var: Bu süreç, Kürtlere dair zihinlerde kökleşmiş önyargıları da sarsabilecek mi? Yıllardır medyanın, siyasetin son dönemde sosyal medyanın yaydığı önyargı tohumlarını kök salmadan kurutabilecek mi?
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor yani. Asıl süreç ya da eş zamanlı yürütülmesi gereken başka bir süreç diye ifade etmek daha anlamlı olabilir, toplumda, mahallede, sokakta hayatın rutininde başlıyor oysa. Zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
Çok kıymetli Rizeli bir arkadaşımın “Kürtler neden dağa çıkıyor?” sorusuna verdiği bir yanıtı da buraya iliştireyim: “Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatıyorum.”
Şimdi size de bir soru:
Siz, bu yeni süreçte halklar arasında yıllardır biriken önyargı ve nefretin zayıflatılması için ne yapabilirsiniz? Ne yapmak istersiniz?
Bu soruya yanıt bulmanıza yardımcı olabilecek birkaç film önereceğim. Barış, yalnızca siyasetin değil, toplumun da inşa etmesi gereken çok uzun, zor, yorucu bir görev. Hepimizin toplumsal bir görevi…
Önemli olanın niyet olduğunu hatırlatayım, yani sanırım insana tüm yönleri ile insan olarak bakabilmek… Yoksa kitap film pek etkili olamaz. Eminim çok daha geniş bir külliyat vardır bu konuda ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum...
Origin (2023)
Yönetmen: Ava DuVernay
Senarist: Ava DuVernay
Duyguların Rengi (The Help) (2011)
Yönetmen: Tate Taylor
Senarist: Tate Taylor (Kathryn Stockett’in romanından uyarlama)
Min Dît (2010)
Yönetmen: Miraz Bezar
Senarist: Miraz Bezar, Evrim Alataş
Yol (1982)
Yönetmen: Şerif Gören (Yılmaz Güney’in senaryosundan)
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.
Klasik okul eğitiminin ikinci plana atıldığını ve çocukların ilkokuldan itibaren gittikçe artan dozda askerî zihniyete, hatta talime sevk edildiğini düşünün.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısyla beraber, uçsuz bucaksız memleketin okul müfredatına Putin’in tepeden inme kararlarıyla dahil edilen savaş seferberliğinin izdüşümleri gencecik beyinlerin kontrol altına alınması amacını taşıyor.
Bayrak töreni normalden fazla mana yüklenmek suretiyle mümkün olduğunca sansasyonel bir gösteriye dönüştürülüyor.
İlkokulun birinci sınıfından itibaren çocuklar askerî propagandaya maruz bırakılıyor, küçücük yavrulara koro halinde kahramanlık şarkıları söyletiliyor, şiirler ezberletiliyor, savaşı öven uzun metinler yüksek sesle okutuluyor.
Bir zamanlar oyun oynayan çocukların şen çığlıklarıyla çınlayan okul koridorlarında artık uygun adım yürümeye alıştırılan üniformalı veletlerin olabildiği kadar sert topuk vuruşları yankılanıyor.
Çocukların eli her türlü silaha alıştırılıyor, talim yaptırılıyor; el bombası atma egzersizi gibi faaliyetler bir yana, okullarda Rus paramiliter örgütü Wagner Grubu’nun üniformalı temsilcileri konferans verdikten sonra hep birlikte poz verdiriliyor.
Münferit mücadele
2025 Sundance film festivalinin dünya belgesel sinema klasmanında özel jüri ödülüne layık görülen Bay hiç kimse Putin’e karşı (Mr.Nobody against Putin) adlı film bizi Ural dağlarının kıyısına, kasvetli Karabaş kasabasına sürüklüyor.
Geçenlerde Göteborg Film Festivalinde seyirciye ulaşmış olan Çekya-Danimarka ortak yapımı 90 dakikalık filmin yakında Selanik Belgesel Festivalinde de gösterilmesi öngörülüyor.
Yönetmen hanesinde DavidBorenstein’ın yanında gördüğümüz Pavel (Paşa) İlyiç Talankin okulumuzun hem pedagog, hem kameraman, hem de eğlence organizatörü olarak filmin lokomotifliğini layıkıyla üstlenmiş vaziyette.
Vatan haini yaftasının kolaylıkla yapıştırıldığı olağanüstü hal sırasında, iktidarın yalanlarına kanmayan Paşa, öğrenciler tarafından çok sevilmenin verdiği özgüvenle militarizasyona muhakkak ki direniyor, çektiği video görüntüleriyle eğitimin düştüğü pespayeliğe bizim de teferruatıyla şahit olmamıza imkân tanıyor.
Ne de olsa askerî propagandaya ayrılan fazlasıyla geniş vakitler, çocukların klasik müfredat derslerinde gerilemesine ve neredeyse eğitimsiz kalmalarına yol açıyor; tahmin edilebileceği gibi de manipülasyona karşı çok daha açık olmaları rejimin istikbaldeki planları çerçevesinde kolaylık sağlıyor.
Karabaş kasveti
Bakır izabesinin yapıldığı heyulayı andıran sanayi tesisinden ötürü Karabaş’ta halkın kronikleşmiş sağlık problemleri yetmezmiş gibi askere gencecik yaşta alınmış erkeklerin cepheden ölüm haberleri geldikçe kasvet iyice artıyor. Rusyanın sektördeki en büyük fabrikasının yıkıcı varlığına rağmen sempatik kahramanımız memleketini ve mesleğini çok seviyor, adeta bir şair edasıyla neleri sevdiğini tane tane sıralıyor.
Ayağa düşmüş “Beğenmiyorsan terk et!” lafının Rusçasına biz de talim ederken aklıselim Paşa’nın memleketini kusurlarıyla kabul etmesi ve “Bir problem var!” cümlesinin herkesçe sarf edilmesini beklemesi epeyce romantik sayılabilir. Ne de olsa gezegen çapında sistem inkârlardan, yalanlardan ve iftiralardan besleniyor ve “toz pembe” olabilen propagandayla güdülen halkın koyun sürüsü gibi davranması bekleniyor.
Diğer yandan “Ülkeni sevmek bayrak asmakla, millî marşı söylemekle olmuyor” diyor sağduyulu kahramanımız.
Paşa’nın okuldaki odası mütemadiyen öğrencilerle dolup taşıyor, her yaştan öğrenci mevzubahis odada fikirlerini rahatça paylaşıyor, özgürce iletişime geçiyor, gerektiğinde layıkıyla eğleniyor. Paşa zihinlerinin açılması için çaba gösteriyor, çocukları kendilerini ifade etmeye alıştırıyor, çocukluklarını yaşamalarına uygun zemini daima hazır ediyor.
Devletin maşası olmayacağım
Ahlaki duruşundan hiç taviz vermediği gibi muhalif tavrını açık açık gösteren Paşa’nın istikbalinden yalnız kendisi değil, biz de endişe duymaya başlıyoruz bir süre sonra. Yaşadığı apartmanın karşı kaldırımına park etmiş polis otomobilinin varlığı bilhassa Karabaş gibi bir kasabada kolaylıkla kötüye yorulabiliyor ne de olsa. Böyle zamanlarda muhbirlerin ve şakşakçıların icraatları da yoğunlaşabiliyor.
Lakin Paşa’nın okuldaki meslektaşlarından biri olan Pavel Abdulmanov militarizasyon projesine gönülden sarılıp çocuklara yönelik beyin yıkama faaliyetine hızla intibak ediyor.
Tarih öğretmeni olmasına rağmen, Stalin için istihbarat şefliği, Gulag sisteminin kurucusu, siyasi mahkûmların işkencecisi, ajan avcısı veya Stalin’in tetikçisi gibi faaliyetlerle tanınan kişilere hayranlık beslediğini ve her birinin adeta idolü olduğunu söylemekten de utanmıyor.
Kahramanımız Paşa okulun video çekimlerinden resmen mesul olduğu için normalde hiç bilemeyeceğimiz bu ve bunun gibi dinamikleri içeriden biri olarak belgelendiriyor; çekilen filmleri (ve kendisini) Rusya dışına çıkarma misyonunu benimsemiş olduğundan ilmeğin günbegün daraldığını biz de tenimizde hissediyoruz.
Bu arada iktidar yalakalığını layıkıyla sürdüren zebani gibi Abdulmanov kısa zamanda sivriliyor, verdiği derslerdeki başarısı düşmeye meyilli olmasına rağmen yılın öğretmeni ödülüne layık görülüyor ve ona mükâfat olarak tahsis edilen yeni daireye yerleşmeye hazırlanıyor.
Cepheden ise devamlı ölüm haberleri gelmeye devam ediyor; günde ortalama 1000 askerin savaşta kaybedildiği bilinse de iktidarın sayıyı mümkün olduğunca düşük göstermeye çalıştığı kulağımıza çalınıyor.
Devletin piyonu olmaya hiç niyetli görünmeyen Paşa’nın “Hür bir memleket olsaydı terk etmek zorunda kalmazdım” cümlesi filmin sonunda birçok kişinin hislerine tercüman olmakla kalmıyor, belgesele de damgasını vuruyor.