New Internationalist dergisi'nde yayımlanan Dinyar Godrej'in Hindistanlı yazar Arundhati Roy yaptığı söyleşiyi gercegingunlugu blogu'nda yayınlanan çevirisiyle aktarıyoruz.
Yazdıklarınız, çoğu kez şirket menfaatleri emrinde olan gaddar devlet şiddetiyle cebelleşmekte. Şirket sahipliğindeki medyanın çoğu, ülkenin birçok bölümündeki iç savaş koşullarını yayınlamaktan imtina ediyor. Egemen çevreler, öteki tarafın bakış açısını ortaya koymayı deneyenleri, tahrik niyetinde olduğu şeklinde damgalama eğiliminde. Demokratik alan nerede?
Kendi sorunuzu kısmen yanıtladınız -gazeteler ve televizyon kanalları, parayı abonelikten veya izleyicilikten kazanmıyor; şu bir gerçek ki, kurumsal reklamlar gerçekte TV izleyiciliğini, gazete ve dergi okurluğunu sübvanse ediyor, bu nedenle doğrusu, kitle iletişim araçları şirket parası ile yayın yapıyor. Bazı basın kuruluşlarının sahibi doğrudan şirketler iken, bazılarının ise çoğunluk hissesi sahipliği ile dolaylı olarak şirketler.
Diyelim ki, Orta Hindistan'daki bazı basın kuruluşlarının, madencilikten veya altyapı projelerinden doğrudan menfaatleri mevcut, dolayısıyla, toprakların ve kaynakların yoksullardan zorla alındığı ve zenginlere verildiği devam eden zorla yerinden etmeye dayalı devasa arazi spekülasyonlarından çıkarları var -"kalkınma" adı altında ilerleyen bir süreç.
Objektif habercilik beklemek ahmakça olacaktır: gazeteciler kötü insanlar oldukları için değil, çalıştıkları kurumların ekonomik yapıları nedeniyle. Aslına bakılırsa, esas şaşırtıcı olan bütün bunlara karşın nadiren bazı çok iyi habercilikler gerçekleşiyor. Ancak genel olarak ya suskun, ya da tamamen çarpıtılmış, yoksullaştırmaya direnenlerin "terörist" olarak damgalandığı bir tabloya sahip oluyoruz -ve bunlar sadece silaha sarılan Maoist isyancılar değil, aynı zamanda hükümete karşı silahsız fakat militan mücadelelere katılanlar. Muhalefetin her türlüsünü kriminalize eden bir atmosfer yaratılmış durumda.
Ülkenin dört bir yanındaki cezaevlerinde, isyana teşvik ve devlete karşı savaş açma suçlamalarıyla yüzlerce, hatta belki de binlerce en yoksul insan yatıyor. Başka birçokları da şimdi aynı ceza yasasıyla suçlanıyor. Başka "isyana teşvik"ler de var tabii ki -İngiltere 1947'de bölgeyi terk ettiğinde kendi rızaları olmaksızın Hindistan Birliği'ne üye yapılmalarının ardından kendi kaderini tayin için savaşanlar. Keşmir, Manipur ve Nagaland'dan bahsediyorum. Buralarda onbinlerce insan öldürüldü, yüzbinlercesi ülkenin her yanındaki kâbus gibi sorgu merkezlerinde ve askeri kamplarda işkenceye uğradı. Ve şimdi, Hindistan ordusu ülkenin kalbine taşınıyor -toprakları, şirketler tarafından şiddetle arzulanan Adivasi (Kast sisteminde değil, kabile sisteminde yaşayan ülkedeki yerli azınlık; ç.n.) halkıyla savaşmak için. Pakistan'ın bir askeri diktatörlük olduğunu söylüyorlar, ancak Pakistan ordusunun, Hindistan ordusunun uyguladığı yöntemle "kendi" halkına karşı etkin bir şekilde konuşlandırıldığını düşünmüyorum: Keşmir, Manipur, Nagaland, Haydarabad, Goa, Telengana, Pencap ve şimdi Chhattisgarh, Jharkhand, Orissa...
Hindistan'da yolsuzluk karşıtı kampanya, medya haberlerinin ön sıralarında. Aynı anda, iç savaş koşullarına dair göreceli suskunluk devam ediyor. Haber üretimindeki bu uçurum nasıl açıklanabilir?
Yolsuzluk karşıtı kampanyaya dair karmaşık duygular içerisindeyim. Kampanya, bir dizi dev sahtekârlık manşetlere çıktıktan sonra ivme kazandı. Bunlardan en skandal olanı, hükümetin cep telefonları için telekom spektrumunu (bir kamu varlığı) komik düzeyde cüzi bedelerle özel şirketlere sattığı "2G dolandırıcılığı" olarak bilinmeye başlananı. Şirketler, bunları büyük kârlarla başka şirketlere satmaya, milyonlarca rupilik devlet hazinesini çalmaya devam ettiler. Sızdırılan telefon kayıtları, hakimlerinden politikacılarına, kamuoyunca tanınan gazetecilerinden göze batmayan tetikçilerine kadar herkesin dalavereden haberdar olduğunu gösterdi. Telefon dökümleri, birçoğumuz tarafından yıllar önce koyulan teşhisi doğrulayan bir MRI (Manyetik Rezonans Görüntüleme; ç.n.) taraması gibiydi.
2G dümeni, bunu sistemsel ya da yapısal sorun olarak değil, bir ihanet, ahlaki bir sorun olarak gören Hindistan orta sınıfını çileden çıkardı. Şu ya da bu şekilde, gerçek şu ki, hükümet suyu, madenleri ve altyapıyı özelleştirmek, ormanları, dağları ve nehirleri özel şirketlere devretmek için gizli mutabakat anlaşmaları imzaladı ve bu aynı öfkeyi yaratmış görünmüyor. 2G dümeninde olduğunun aksine, bu gizli mutabakat anlaşmasının tam anlamıyla bir maddi bedeli yok, ancak insani ve çevresel bedeli harap edici düzeyde. Milyonlarca insanı yerinden ediyorlar ve bütün bir ekosistemi mahvediyorlar. Madencilik şirketleri, hükümete küçücük bir lisans ücreti veriyor ve devasa kârlarla yolunu buluyor. Yine de bu muharebelerde savaşan insanlar, terörist ve terörist sempatizanı olarak adlandırılıyor. Bu pazarlıklarda hiçbir yolsuzluk olmasa ve her şey masada olsa bile bu, akıl almaz ölçekte bir gündüz soygunu olacaktır.
Genel olarak, bir siyasi hareket "yolsuzluk karşıtı" söylemi kullanarak harekete geçtiğinde, bu hareket, otoriter içgüdüleri olan bir çeşit ahlak polisi gücüyle, olağanüstü adaletsiz sistemi güçlendirme sonucunu verebilecek apolitik bir "torba" söyleme sahip olur. Bu sebeple "Team Anna" var: hırsızların uzuvlarını kesmekten, onları asmaktan bahseden ve binlerce Müslüman'ın güpegündüz katledilmesi sırasında yönetimde bulunan Gujarat eyaletinin başbakanı Narendra Modi tarafından ödüllendirilen eski Gandici Anna Hazare öncülüğündeki bir çeşit "endişeli yurttaş" oligarşisi -bazıları çok iyi insanlar-. Diğer taraftan, yolsuzluk karşıtı kampanyadan uzak durmak ve gözünü uzun vadeli bir politik hedefe dikmek, şirket yağmacılarını ve onların medyadaki, parlamentodaki ve adaletteki yandaşlarını oltadan kurtarır. O nedenle söz konusu durum birazcık açmaz.
Mevcut Hindistan hükümet mevzuatı, web içeriğinin çeşitli nedenlerle kapatılabilmesine izin veriyor. Film sansürü hâlâ geniş biçimde kullanılıyor. Devlet, yurttaşlarının ne söylemesi gerektiği konusunda neden böylesi ataerkil bir role bürünüyor?
Aleni sansür büyük bir ihtimalle yakın gelecekte büyük problem haline gelecek. İnternet sansürü, gözetleme, özgün elektronik kimlik kartı (UID) projesi. Kaygı verici... Halkına yiyecek veya su temin edemeyen bir hükümet, izlediği politikalar günde 20 rupinin (45 ABD centi) altında gelirle yaşayan 800 milyonluk bir nüfus yaratan bir hükümet, dünyada en büyük yetersiz beslenen çocuk nüfusuna sahip bir ülke, birincil öncelik olarak bütün yurttaşlarına UID kartlarını dağıtma arzusunda olan bir ülke düşünün.
UID, bilişim sektörüne milyarlarca dolar akıtan bir şirket dümeni. Bana göre, bu kartlarla yapılan, en ciddi hak ihlallerinden biridir. Polis devletinin elinde yönetimsel araç olmaktan başka bir şey değil. Ancak sansüre dönersek: ABD'nin, Wikileaks belgelerine gösterdiği ağzı bozuk tepkiyle "Kutsal İnek"in (İfade özgürlüğü -ya da ondan geriye ne kaldıysa) içine etmesinden dolayı, şimdi herkes çoğunluğun görüşüne uyacak. (her ülkenin, hesaplaşmak için "teröre karşı savaş"ın kendine özgü versiyonuna sahip olması gibi) Unutmamak gerekir ki, Hindistan ifade özgürlüğü konusunda dünyadaki en kötü yer değil: farklı medya türlerinin kargaşası, böylesi yönetilemez bir devlet olduğu gerçeği ve demokrasi geleneklerinin aşındırılmışlığına rağmen insanlar arasında militan bir demokrasi ruhu mevcut. Hepimizi susturmaları zor olacak. İmkânsız.
Şiddet içermeyen konumlanışların, onlara şahit olacak seyirci yoksa ve karşıdaki güç dürüst mücadeleyi göz ardı ederek cinayetlerle yanıtladığında tutunmalarının zor olduğuna dikkat çektiniz. Niçin bunu belirtmenin böylesi bir kargaşaya sebep olacağını düşünüyorsunuz?
Bunu ayrıntılarıyla yazdım. Şiddet içermeyen "satyagraha"nın (Gandi'nin pasif direniş programı; ç.n.) direnişin demode bir aracı olduğunu söylemiyorum, hiç de değil. Ziyadesiyle etkili olabilir; fakat halkın gözünün önünde, TV kameralarının önünde gerçekleştirilmeli ve orta sınıf görüşlerine - "yolsuzluk karşıtlığı" gibi- hitap eden talepler için olmalı. Bununla birlikte, güvenli mesafeden ücra orman köylerinde yaşayan ve köylerine gelen, kuşatan, evlerini yakan, halklarını öldüren ve onlara tecavüz eden yüzlerce güvenlik görevlisini seyreden Adivasi halkına "her ne pahasına olursa olsun şiddetsizlik" öğütlemenin oldukça ahlak dışı olduğuna inanıyorum. Orta sınıf mücadeleye katılsaydı, tabii ki şiddet içermeyen "satyagraha" bir seçenek olurdu. Ancak tabii ki bu olmayacak. Olamaz. Bu siyasi bir oksimoron olurdu.
Sordunuz, bunu belirtmek neden bir kargaşaya sebep oluyor? Acımasızca bütün malına mülküne el konulmuş milyonlar, aniden hayallerini zincirlerinden saldılar ve her şeye rağmen çok savunmasız olmadıklarının farkına vardılar, güzel insanlar dünya üzerinde hiçbir gücün kendilerini koruyamayacağını biliyorlar. Emin olun, kitlelerin hakim sınıfı devirecekleri mükemmel, uyumlu bir devrim olmayabilir. Bunun yerine, gaddarlığın her türlüsünün gerçekleşeceği dağınık bir ayaklanma olacak. Yoksullar kazanamayabilir, fakat zenginler kesinlikle kaybedecek. Şölen sona erecek. Kargaşanın nedeni de bu.
Bizim oluşturmak istediğimiz ve durumun gerçekliğinden bağımsız olarak inandığımız hikâyeden mi bahsediyorsunuz? Arap ayaklanmaları hakkındaki hikâyeleri, özellikle de Batı medyasındakileri nasıl karşılıyorsunuz?
Pekâla, ana akım medya bir dizi ayaklanmaya dair coşkulu haberler vermeye başladığında, -Arap ayaklanmalarını Arap "baharı" olarak tanımladıklarında- ve Filistin'deki İsrail işgaline dair haberlerin nasıl da hileli olduğunu bilirken, eğer kafanız yerindeyse gardınızı almalısınız, haberlerle atılan zokayı yutma konusunda biraz ihtiyatlı olmalısınız. Keşmir'de son üç yazda neler olduğunu takip ettiyseniz, örneğin onbinlerce silahsız insan, Mısır, Tunus, Suriye ve Yemen halklarının sahip olduğu kadar cesaret ve kararlılıkla Hindistan güvenlik güçlerini sindirdiklerinde, Batı medyasının neden bazı ayaklanmalara kamera ışıklarını çevirdiğini, bazılarına ise karartma uyguladığını merak etmekten başka çareniz olmaz. Tahrir Meydanı'ndaki 19 günlük "devrim"in hevesle haberleştirilmesini, Thomas Friedman'ın (New York Times dünya olayları köşe yazarı) yaşananlara dair böylesi coşkulu olmasını birazcık şaşırtıcı buluyorum -aynı zamanda birkaç ay önce haberler, Hüsnü Mübarek'in hasta olduğunu ve öleceğini iddia eder gibiydi. Daha sonra "Mısır özgür, ordu iktidarı aldı" manşetlerini gördük ve biliyorsunuz ordu, ABD ile sarmaş dolaş. Batı, statükoyu şu ya da bu şekilde korumak için kurnazca aldatırken ve eski despotları, geliştirilmişleriyle, despotizmin daha az aşikâr bir çeşidiyle değiştirirken, kukla diktatörler tarafından üzerlerinde yıllarca baskı uygulanan halkın öfke ve enerjisinin emildiği, dikkatle etkisiz hale getirildiği konusunda endişeliyim. En son, insanların yeniden Tahrir Meydanı'nda toplanmaya başladığını duydum.
Tunus'ta ve Mısır'da, onlardan önce de Filipinler'de halkın gücünün kabarması, zirve anını ve ani değişimi zorlayabilecek kapasitede. Ancak sonuç olarak çoğunlukla eski sistemlere ve eski yolsuzluklara dönüşe şahit oluyoruz. İnsan sosyal örgütlülüğü, arzuladığımız değişime neden bu kadar dirençli?
Bu ülkelerdeki insanlar, baskıcı rejimler altında yaşarken ve demokrasiyi arzularken, muhtemelen gerçek demokrasinin atölyeye sokulduğunu ve despotizmin, acemilerin şifresini çözmesinin kolay olmadığı çok daha karmaşık bir biçimi olan pazar dostu versiyonuyla değiştirildiğini bilmiyorlardı. İnsanların, kendilerine yanlış modelin satıldığını fark etmeleri kısa bir zaman alabilir. Ancak tüm bunlar olurken kahramanca sokak çatışmalarında savaştılar, tankları yendiler, zaferi kutladılar. İçlerini döküp rahatlarken başından sonuna kadar alkışlandılar. Onlar için bunları yapacak enerjiyi toplamak kolay değil. Bu, yıllar alacak. İnsan topluluğu, değişime dirençli değil: değişim istiyor; ancak bazen istediğini alacak kadar zeki olmuyor.
Başka bir dünya mümkün. Bunu muhtemel hale getirebileceğimiz yöntemler neler?
"İyi" olmak için katakulliye getirildiğimiz ve kuşatıldığımız karmaşık yöntemleri çözümlemek. Kendi başımıza olduğumuzun farkına varmak. Yardım gelmeyecek. Enerjimizi korumalı, bunu nasıl, nerede ve ne zaman harekete geçireceğimizi bilmeliyiz. Kendi muharebelerimizde savaşmalıyız. Sri Lanka'daki Tamillere o çok zor zamanlarda ve halkları katledilirken "uluslararası toplum" sıvıştığında, sonrasında yeniden gıdaklayarak acılarını içi boş yöntemlerle paylaştıklarında neler hissettiklerini sorun. (DG/YY/EKN)