Bu hafta başında yitirdiğimiz edebiyat tarihimizin en önemli yazarlarından Adalet Ağaoğlu'nu, Mayıs 2007'de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından "Damla Damla Günler I-II (1969-1983)" başlığıyla yayımlanan günlüklerinden derlenen ve sinema dergisi Altyazı'nın 100.özel sayısında da yer alan yazısıyla anıyoruz.
Altyazı pek çok farklı disiplinden isme çağrıda bulunarak sinema hakkında kendilerine ilham veren bir şeyi paylaşmalarını istemişti. Dergi yazarla ilgili olarak, "François Truffaut'nun Son Metro'su (1980) ve Andrzej Wajda'nın Danton'undan (1983) bahsederken yazarın gündelik hayatından da izler taşıyan bu satırları hatırlayarak uğurlamak istedik onu" diyor.
3 Temmuz 1983, Pazar
Üstüne biraz 'bohemlik' püskürterek eve yerleşmiş gibi yapıp "İstanbul'da oturuyorlar" olmanın hakkını vermekteyiz. Sinema Festivali'nin gözde filmlerinden birine düştük. François Truffaut'nun Le Dernier Metro'su. Truffaut, tamam. Üstüne üstlük Catherine Deneuve'le Gérard Depardieu oynamaktalar; gel de ilk başta seçtiklerinden biri Son Metro olmasın! II. Dünya Savaşı sırasında yönetmeni Yahudi Schreiner olan Montmartre Tiyatrosu'ndaki gizli 'iç yaşam'lı Direniş Hareketi. Résistence dönemi. Deneuve tiyatro bodrumunda saklanan sanat direktörünün aktris karısını (kadınını işte) oynuyor, Depardieu ise kadronun genç erkek oyuncusu...
Karelerin her dokunuşu, her olgu çok yönlü düşündürdü beni. Özellikle gizlenen yönetmenin dış, dolayısıyla iç koşulları: Onun konumu. (Siyonistliğin gücü nereden doğdu? Dayanışmanın ruhu? İsrail nasıl kuruldu?) Ortada siyasal göndermeler hiç de avaz avaz bağırmazken, Montmartre Tiyatrosu'nu, silik, sessiz bir direnişi olduğu kadar aktrisle aktör arasında uç veren duygusal ilişkiyi bir yana koyup Siyonizmi sorgulamaya koyulmak. Zihnimi bunun meşgul edip durması. Asıl bu sorgulamaya değer. İşte Truffaut'nun varoluş çizgisindeki marifeti bu. Hasıl olan çıkmazı, Fransızvari bir sıçrayışla aşarak birey varlığına göndermesi: Tiyatro'daki oyunun sonuyla filmin sonunun bütünleşmesi: Perde kapanırken üç kahramanın el ele tutuşup selama çıkmaları...
Dün de Halim'le Danton'u seyrettik. Yazık ki bizim Ankara'dan göçümüzün en zorlu günlerinde Fellini'nin Prova d'orchestra'sını kaçırdım. Halbuki Paris'te Memet'lerleyken bana filmin Fransızca yayımlanmış senaryosunu vermişti. Müthiş aydınlatıcı, iç hesaplaşmalara çağıran senaryosunun başında Fellini: "İçimden ne tarihi, ne politik, hatta ne de toplumsal bir film yapmak geliyor. Bunu, sürekli tekrarlanan orkestra provasını okumak isteğim çok baskın," diyordu. Önsözü bu. Son sözü ise ses uyumlarıyla ulaştığı yer: "Toplumları daha iyi yapmaya engel olan şey dışarıda değil, içerde. Asıl tehlike bizde, içimizde. Göstermek istediğim şeyin sadece özel bir hal gibi anlaşılmamasını ne kadar isterim. Film seyircilerinin her biri birer nota gibi günübirlik beklentilerin, heyecan, sevinç, utanç ve şiddetleriyle korkuların, sesini versinler, bilinçleri seslerin uyumunu sağlasın isterdim."
Aklımda böyle bir şey kalmış; kalan da filmi görememekten doğma pişmanlığımı çoğaltıyor.
Andrzej Wajda imzalı Danton'da Wajda'nın coşkulu ve duyarlı Danton'la soğuk ve hesapçı Robespierre'i -duygu ve akıl çelişkisi- karşı karşıya getirdiğini gördük. Fransız devriminden koskoca ve çok renkli bir fresk: Devrim ve birey, kütle ve kişilik çatışmaları... 'Uygar Fransa' tarihi de nelerle yazılmış, ne kalleşlikler, döneklikler, zaaflar, yüceliklerle halhamur olmuş; dıştan görünüm bütün bunları yokmuş, olmamış saydırırken, Wajda izleyicisini yine 'hıııışt, hıştt'lamakta. Filmi Kent Sineması'nda müthiş bir sıcakta izledik. Çok kalabalıktı. İğne atsan yere düşmez.
Filmin sonunda Fellini ile Wajda el sıkışıyorlarmış gibi geldi bana. İçsel beste. Akşam burada, Yeniköy'ün serin sessiz havasıyla kucaklaşmak da çok hoş. Güzelim sabah yürüyüşlerimiz de sürmekte.
Tepenin denize yaklaştığı yerde, bizim Türkbostanı çukurundaki yerimizde çarşaflı, başı örtülü kadınlar gayet sık geçmekteler. Oysa çukurun sağ yanı lüks görünümlü Ertog (yoksa Armanlı mı?) Sitesi. Her dairesinin şimdi 60-80 milyon olduğu söyleniyor. Sol omzumuzun üstünde ise Sait Halim Paşa korusu var. Camili, kiliseli, bostanlı üçgenimizin içinde yollar tozlu; arabalar tozutarak geçmekte; çocuklar pencere altlarına kadar sokakta bağrış çağrış oynamak için büyük çoklukta. Akşamları herkes ellerinde sokak başındaki fırından sıcak sıcak aldıkları ramazan pidelerini sallaya sallaya işten dönmekte. Öndeki bahçemizin ortancaları her gün biraz daha irileşmekte. Pazar günü 'çalışma yerim' dediğim yeri şöyle biraz kullanılır hale getirme çabası göstermiş bulunmaktayım. Papaz da Ada'sından indi, kilisenin çanını çalıp gitti. Karadenizliler nüfusu mahallemizde hayli baskın. Yeniköy'de birçok 'şeye' Kalkavanlar'ın el koymuş bulunduğu kulağımıza fısıldananlar arasında. Rumlar, Ermeniler sinik ve sessizler. Kibar suskunluktalar. Ahşap evleri dökülmekte; pencerelerdeki dantelden yarım perdelerin dantelleri 'erimiş'; altlarındaki yaşlı kadınlar başlarını cama dayamış, solgun solgun oturmaktalar.
Kent merkezine minibüsle gidiyorum. Hoplaya zıplaya. Üst yoldan, İstinye Bayırı denen yokuşu tırmanıp Maslak yolundan Beşiktaş-Taksim. Saat tuttum, 30 dakika sürüyor bu yolculuk. Ankara'da yaya olarak Kavaklıdere-Kızılay arasını en çok yirmi dakikada kat ettiğimi düşünmeden edemiyorum.
(AA/AÖ)