Avrupa'daki bütün siyasal olayları göz önüne alarak, cumhuriyeti kuran kadro, tek partili rejimi seçmede bir tercih mi kullandı yoksa I. Dünya Savaşı sonrası şartlarına ayak mı uydurdu?
Türkiye'de özellikle 1925-1945 arasında tek partili rejim yaşandı. Avrupa'nın her yerinde çok partili demokratik hayat yoktu. Özellikle iki dünya savaşı arasındaki yıllarda ve II. Dünya Savaşı yıllarında, Avrupa'daki devletlerin çoğu otoriter rejimler altındaydılar. Bir kısmına Almanya cebren el koymuştu ancak bir kısmı da Almanya ya da faşizmle ilişkili olmaksızın çok partili bir hayatı değil, tek partili buyurgan bir rejimi yaşıyordu. Yani devrin ruhunda buyurgan bir tek parti rejimi var.
Batı Avrupa'da, İngiltere'de iki partili bir rejim sürüyor. Hatta İngilizler bunun futbolu takliden olduğunu söylerler. Amerika'da da aşağı yukarı böyle bir durum söz konusuydu. Elbette üçüncü ya da dördüncü partiler yasak değildi ama fiilen olmuyordu. İngiltere'de 20. yüzyılın başlarında işçi partisi, liberal partinin yerini alıyor ikinci parti olarak.
Cumhuriyetin ikinci çok partili rejim denemesi olan Serbest Fırka'nın başarısızlığını neye bağlıyorsunuz?
Serbest Fırka'dan önce ortaya çıkmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka'ya göre daha sahici bir partiydi. Serbest Fırka'nın başarısız olmasının nedenlerinden biri, yapay görünmesiydi. Serbest Fırka, ülkenin çok partili bir rejime ve dolayısıyla muhalefet partisine ihtiyacı var diye, Atatürk'ün akıl edip belirlediği bir partiydi. Hatta Serbest Fırka'ya kimlerin katılacağı Atatürk tarafından belirlenmişti. Atatürk, partiyi kurma görevini Paris Büyükelçisi Fethi Okyar'a veriyor. Fethi Bey bu görevi Atatürk'ün ısrarıyla kabul ediyor ve kabul ederken de, herhangi bir korkusu veya çekincesi yoktur, çünkü Fethi Bey'de ordu kökenlidir ve ahbaplıkları çok eski.
Serbest Fırka'nın kapanmasının en önemli nedeni olarak "toplumsal muhalefetin odağı olduğu" iddiası vardı. Buna katılıyor musunuz?
Evet, Serbest Fırkanın kurulmasından sonra İzmir mitinginde yaşanan olaylar ve rejim muhaliflerinin "Serbest Fırka'ya akmaya başladığı" iddiaları doğrudur ve zaten bu durum da son derece tabiidir. İktidar olmak için elbette belli bir fikir etrafında birleşmek gerekir ama muhalefet genellikle bir koalisyondur. Bu koalisyonda en sağdan ve en soldan çeşitli gruplar çıkabilir ve bu durumlar da son derece doğaldır, ama bu doğallık 1930'da göze alınamadı. Bunda bazı nedenler etkiliydi.
CHP'nin idaresine karşı muhalefet sürdürülürse, Serbest Fırka'yı iktidara taşıyacaktı. Bu durumu göze alamıyorlardı. Serbest Fırka'nın başındaki Fethi Okyar, Atatürk'ün partiler üstü tarafsız bir rol almasını istiyor. Ancak Atatürk aradan çekildiği zaman, Türkiye Cumhuriyeti'nin kazanımlarının ortadan kalkabileceğini düşünüyor. Fethi Bey'in partiyi kapatmasından sonra yaşanan "Menemen Olayı" da çok partili bir rejim denemesinin "irticaı hortlatacağı" endişesi yarattı.
Menemen Olayı'nın çok abartıldığı ve CHP'nin tertiplediği yönünde iddialar var.
Menemen Olayı'nı CHP falan uydurmadı ama iktidar, bu olayın önemini abartarak genel bir temizlik için kullanacağı mazeret haline getirdi. İşte İstanbul'da Erenköy'de köşkünde oturan Nakşibendî tarikatı şeyhi Esat Efendi, polis karakoluna götürülmüştür ve adam orada ölmüştür. Bu durumun doğrudan doğruya Menemen'de meydana gelen olayla ve kişilerle alakasının olduğunu düşünmek için bir sebep yok.
1946'daki üçüncü çok partili rejim denemesine kadar yaklaşık 16 yıl geçiyor. Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra yeniden çok partili rejim denemesi yapılamaz mıydı?
Atatürk'ün yerinde ben olsam böyle denemeye kalkışırdım ancak Atatürk, hayatı boyunca böyle bir şeye izin vermedi. İsmet Paşa, Atatürk'ü aşmak istiyordu, çünkü Atatürk pek çok şey getirdi ama demokrasiyi getiremedi. İsmet Paşa, çok partili demokrasi getirerek bir fark yaratmak istiyordu fakat ilk yıllarda karşılaştığı savaş ve ekonomik sıkıntılar ileri gitmesine engel oldu.
Ancak II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra "Birleşmiş Milletler" adı altında uluslararası yeni bir örgüt kuruldu. Türkiye'de sanıldı ki, Birleşmiş Milletler'in kurulmasından sonra "artık demokrat olmak" zorunludur düşüncesi oluştu. Ancak Türkiye'de zaten İsmet Paşa istiyordu.
Adnan Menderes, Demokrat Parti'den önce, CHP'nin Aydın milletvekiliydi. Menderes'in CHP'den kopuşunun nedenleri nelerdi?
Adnan Menderes, CHP'den milletvekili olmadan önce Serbest Fırka'nın Aydın il başkanıydı. Serbest Fırkaya girmesinden de belli ki, Adnan Menderes'in halk partisi iktidarı konusunda bir takım tereddütleri var. Özellikle Atatürk, ölümünden bir yıl önce İsmet Paşa'yı başbakanlıktan atmış ve yerine Celal Bayar'ı getirmişti. İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar'ı yeniden bir iki ay sürecek olan başbakanlık görevine getirdi. Daha sonra Bayar, ayrıldı ve parti içinde muhalif olarak yıllarını geçirdi.
Halk partisi içinde, İsmet Paşa'dan haz etmeyen adamlar hiç şüphesiz mecliste vardı. İşte bu kişiler 1944-45 yıllarında, İsmet Paşa'nın atmak istediği bazı adımlara muhalefet ettiler.
"Çiftçiyi topraklandırma kanunu" aslında bir tarım reformu falan değildi. Temel olarak devletin elindeki toprağı, topraksız köylüye dağıtılması amaçlanıyordu. Böyle bir arazinin bulunmadığı yerlerde de büyük toprak sahiplerinin toprakları -bedeli ödenerek- çiftçilere verilecekti. Ancak bu çok marjinal bir durumdu ama büyük toprak sahiplerini asıl korkutan da bu oldu.
Adnan Menderes'i de bu kişilerden birisi olarak görebilir miyiz?
Aslında daha çok o grubun temsilciliğine soyundu.
Demokrat Parti'yi ön plana çıkaran nedenler nelerdi?
Tonla... Bir kere, bizim cumhuriyet devrimleri dediğimiz devrimler, halkın sevgisiyle ve isteğiyle olmuş değişiklikler değil. Halk Partisi'ni (CHP) en çok korkutan da "Özgürlük ve demokrasiye geçecek olursak halk, bu devrimleri geri alır" düşüncesiydi.
Özellikle 1929 Buhranı ve II. Dünya Savaşı yıllarında çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşandı. Bu tür sıkıntılar, rejimle ilgili sıkıntılara eklenince, halk partisinin gözden çıkması ve iktidardan düşürülmesi adeta kaçınılmaz oldu.
1946 seçimleri gerçekten hileli miydi?
Evet. Zaten bütün seçim sonuçları sandık bazına kadar yayınlandığı halde, 1946 seçimleri hiçbir zaman yayınlanmadı. 1946 seçimleri ilk doğrudan seçimdir ve erken seçimdir. Amaç Demokrat Parti'yi hazırlıksız, demokratları güçlenmeden yakalamaktı. Nitekim 46'da demokratlar öyle bir hava bastılar ki, "Halk Partisi bu hileleri yapmasa demokratlar iktidar olacaktı" diye, bu mümkün değil. Çünkü demokratlar tam olarak örgütlenememişti. 1946 seçimleriyle birlikte çoğunluk sistemi de uygulanmaya başlandı ve 1961 anayasasına kadar devam etti.
Menderes'in 10 yıllık iktidarında CHP ilk defa muhalefet durumuna düşüyor. Muhalefetteyken nasıl bir tutum içerisindeydi?
CHP hiçbir zaman Demokrat Parti'yle girilen çok partili hayatın kendisine itiraz etmedi, oyunun kurallarına göre oynanmasını söylemeye çalıştı. Demokrat Parti, Halk Partisi'nin buyurganlığını eleştirerek iktidara geldi ama kendisi de halk partisine benzeme sürecine girdi.
1950 seçimlerini aldıktan sonra 54'teki seçimlerde oylarını daha da arttırdı. 1957'de Demokrat Parti'nin oyları bir parça azalırken CHP'nin oyları yükselmeye başlamıştı. Eğer 1960'da bir erken seçim olsaydı Adnan Menderes alabilir miydi alamaz mıydı hep tartışılır.
Demokrat Parti, İsmet İnönülü tek partili rejimden nasıl bir ekonomi devraldı?
İsmet Paşa tabii mizaç olarak çok sakıngan bir adamdı. Olmadık bir savaşa falan girmek zorunda kalırız, kıyıda köşede hazır paramız olsun düşüncesiyle Türkiye'de çok ciddi bir altın rezervi oluşturmuştu. Demokratlar, dış yardımın yanı sıra bunları da kullandılar, yani Menderes'in yapmış olduğu atılım hamlelerinde bunun da payı var. Menderes'i çökerten, bu hamleleri sürdürebilmek için yeni kaynak bulamamasıdır.
Menderes'li yıllarda Türkiye'nin ekonomik ve siyasal durumu nasıldı?
Demokrat Parti'nin iktidarında, Türkiye ciddi atılımlar yaşadı, otoyollar yapıldı, yurt dışından maddi destek sağlandı. Zaten bu dış yardımlar ve atılımları, 1945 yılından itibaren görmek mümkündür. Bir de o zamanlarda tabii Türkiye hâlâ tarım ülkesi ve 1948-49 yılları -iklimce- tarım için fevkalade elverişli geçti. Demokrat Parti ekonomik açılımın yaratıcısı gibi göründü. Aslında o yaratmadı. Demokrat Parti, tarımda makineleşmeyi teşvik etti ve böylece daha çok traktör tarıma girince, tarım üretiminde bir patlama yaşandı. Dolayısıyla 1951-52-53'lü yıllar, 54 seçimlerinden de anlaşılacağı üzere son derece başarılı oldu.
Adnan Menderes'in yapmış olduğu bu hamleler ciddi para gerektiriyordu. Bu nedenle de yardım, dış borç ortaya çıkmaya başladı ve bir noktadan sonra da, bugün yine varlığını sürdüren IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşlar, Türkiye'yi frenlemeye çalıştılar, bazı şartlar ileri sürmeye başladılar.
Menderes, Amerika ve Batı ülkelerinden sağlayamadığı fonları, "acaba Ruslardan alabilir miyim" diye düşündü. Bir anlamda başarılı da oldu, Ruslara İzmir Aliağa'da bir rafineri yaptırdı. Ayrıca İzmit Körfezi'nde Paşabahçe cam fabrikası, yine Ruslar tarafından yapıldı. Nitekim "Amerika'nın 27 Mayıs 1960 darbesine yeşil ışık yakmasında Menderes'in Amerika'ya dirsek çevirip Rusya'ya yönelmesi etkilidir" gibi spekülasyonlarda da bulunulur.
Demokrat Parti'nin Atatürk inkılâplarına karşı bir tutum içerisinde olduğunu düşünüyor musunuz?
Demokrat Parti Atatürk inkılâplarına karşı bir tutum içerisinde bulunmamıştı. Örneğin ezanın tekrardan Arapça okunmaya başlaması kanun değişikliğiyle meydana gelen bir durumdur. Nitekim Adnan Menderes'i çökerten askeri darbe, bu durumu "Türkiye'nin laiklik ilkesine bir müdahale" olarak gördüğünü söyledi. "Söyledi" diyorum çünkü ordunun bu durumu, laikliğe aykırı olarak gördüğünü düşünmüyorum. Demokrat Parti'nin başındaki Celal Bayar, cumhurbaşkanıyken de herhalde ülkedeki en Atatürkçü adamdı.
Menderes'i 27 Mayıs'a götüren olayların birçoğunun 1957 seçimlerinden sonra olduğunu savunanlar var, bu konuda neler düşünüyorsunuz?
1957-60 arasında önemli olan durum, Demokrat Parti açısından bir propaganda olarak Vatan Cephesi örgütlenmesidir. Yani Demokrat Partinin üyeleri ve destekçilerinden başka, bu iktidardan memnun olanların sivil toplum örgütlenmesidir. Demokrat Parti, radyolarda okunan isim listeleri ile "herkes vatan cephesine katılıyor" diye bir hava yaratmak amacındaydı.
Kızıl Ordu'nun komünizm getirdiği birçok ülkede, tek başına iktidara geçmeye gücü yetmeyen komünist partisi başka bir takım partilerle birleştirilip "Vatan Cephesi" olarak iktidar olmuştu. Öyle bir gelenek var yani.
Türkiye'de Demokrat Parti, "Vatan Cephesi" lafını kullanırken bunu biliyor muydu? Emin değilim. Muhtemelen bilmiyordu.
Demokrat Parti, "Askerleri bize karşı tahrik edip bir darbe yaptıracaklar" diye Halk Partisinden şüpheleniyor. Bu şüpheleri araştırmak için de mecliste tahkikat komisyonları kuruluyor.
Demokrat Parti'nin anayasaya ihanet ettiği gibi laflar, bu tahkikat komisyonlarının kurulmasından sonra ortaya çıkıyor. Tahkikat komisyonları, seçilen milletvekillerinin oluşturduğu komisyonlardır ve bunlar istedikleri adamları sorguya çekebilecekler, evraklara bakacaklar falan.
Ben Yassıada yargılamalarında adaya bir mektup yazdım. "Korkmayın, 1924 Anayasası da kuvvetler birliği fikrine dayanır ve bu anayasaya dayanılarak İstiklal Mahkemeleri bile kurulmuştur. Bu nedenle tahkikat komisyonlarının kurulması, hiçbir şekilde bu anayasaya aykırı denemez" dedim.
Meclisin böyle bir yargı yetkisi var. İsterse mahkemelere kullandırır, isterse de kendi seçtiği üyelere yaptırır. Kuvvetler ayrılığına dayanan liberal demokratik bir düzlemde böyle şey olmaz fakat anayasamız öyle değildi.
Demokrat Parti Döneminde özellikle basına karşı ciddi bir baskı uygulandığını düşünüyor musunuz?
Evet, bunu söyleyebiliriz. Türk basınının emektar isimleri olan Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman gibi yetmişini geçmiş sağ liberal denebilecek adamlar, birer bahaneyle tutulup hapse atılıyor. Basına uygulanan baskıya "sansür" lafını kullanmak da doğru değil.
Aziz Nesin, o yıllarda bir dergi çıkartıyor ve "Önceden sansür vardı. Hükümetin istemediği bir şey yazdığımızda yayınlayamazdık, sansür onu çıkartırdı. Şimdi özgürlük var diyorlar. İstediğimizi yazdığımız zaman bizi hapse atıyorlar. Sansürü yapın da bizi hapse atmayın" diyerek alaylı bir yazı yazıyor.
Bazı çevreler 27 Mayıs ile 1908 II. Meşrutiyet arasında benzerlikler kuruyor. Bu şekilde bir karşılaştırma yapılabilir mi?
27 Mayıs darbesine "devrim" gibi bakan genelde halk çoğunluğu değil, üniversite gençliğiydi. Ben dâhil, neredeyse bütün üniversite gençliği "Despotlaşan Menderes'in devrilmesi iyi oldu" diye düşündü.
Asıl mesele şunda; 27 Mayıs hiç şüphesiz askeri bir darbe ama darbenin hemen peşinden, anayasa yapmak için çok geniş bir kurucu meclis çalışması yürüttüler. 61 Anayasası, o zamana kadar geçerli olan meşruluk ölçülerini genişletti. Daha özgür, daha liberal ve daha demokratik bir yapı getirdi. 1908'deki II. Meşrutiyet de 1913'e kadar böyle bir aydınlanma dönemini başlattı. Bana öyle geliyor ki, 27 Mayıs'ta da özellikle bu anayasa tartışmaları dolayısıyla belki 1965'e kadar devam eden ikinci bir parlaklık dönemi yaşandı.
İsmet İnönü, "şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır" demişti. 1960 darbesinde, gerçekten şartlar tamam mıydı?
Yanılmıyorsam İsmet Paşa bu sözü, 1960 yılının başlarında mecliste söyledi. O sırada Güney Kore'de bir hareket olmuştu ve diktatör Seungman Yi devrilmişti. İsmet Paşa da bu olay sonrasında "Türk milleti, Kore milletinden daha az haysiyetli değildir" falan demişti. O sırada da "Belli koşullar gerçekleşirse, ihtilal meşru bir hak halini alır"...
İsmet Paşa sadece tehdit ediyordu. Partisinin içinde sahiden askerlerle birleşip Demokrat Parti'yi devirmek isteyenler olduğunu da düşünüyorum ama İsmet Paşa'nın, onların arasında olmadığını sanıyorum. Ordu da iktidarı hemen İsmet Paşa'ya devretmek istemedi ve kendi içerisinde bölündü, 14'ler çıktı.
Adnan Menderes olası bir darbeye ihtimal vermiyor muydu?
Adnan Menderes, yürütebileceğini düşünüyordu. Taviz vermeye başlarsa nereye kadar, nerede tatmin edebilir? Tahkikat komisyonunu kaldırdık demek, harekete geçmiş olan mekanizmayı durdurabilir miydi? Çok şüpheli.
1960 Darbesi, 1980'e göre emir komuta zinciri içerisinde meydana gelen bir darbe değil. Daha çok alt rütbeli subaylar tarafından yapılan bir darbe. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Askerlerin acemiliğine geldi. Çoğunluk binbaşı ve yüzbaşılardaydı. Tesadüfen aralarında bir orgeneral var. Cemal Gürsel, emekli olmak üzere gönderildiği İzmir'den Ankara'ya çağrılıp, sonradan ihtilalin başına getirildi. Cemal Gürsel'i İzmir'den Ankara'ya getirdiler çünkü aralarında çok genç olanlar vardı ve "Bundan sonra memleketi biz idare edeceğiz" demeye de utanıyorlardı. (HP/EÖ)
* Hasan Pehlivan, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tarih Bölümü