Çizim: Murat Başol (Haziran 2019'daki duruşma)
Haberin İngilizcesi için tıklayın
1438 gündür Silivri Cezaevi’nte tutuklu olan Gezi davasının tek tutuklu sanığı Osman Kavala’nın, bugün (8 Ekim) görülen duruşmada yaptığı savunmanın tamamını yayınlıyoruz:
TIKLAYIN - Gezi davası | çArşı avukatları salonu terk etti
"18 Ekim 2017 tarihinde gözaltına alındım ve 1 Kasım 2017’de savcı tarafından sorgulanmadan iki suçlamayla, TCK 312. maddede tanımlanan hükümeti devirmeye teşebbüs ve 309. maddede tanımlanan anayasal düzeni cebir ve şiddet kullanarak değiştirmeye teşebbüs suçlamalarıyla tutuklandım. İlk suçlama Gezi olaylarını planladığım, organize ettiğim, yönettiğim ve finanse ettiğim iddiasına, ikincisi ise 15 Temmuz darbe girişimine katıldığım iddiasına dayanıyordu.
Şubat 2019 tarihinde aralarında hukuki ve fiili bağlantı olmadığı gerekçesiyle suçlamalar ayrıştırıldı, sadece birinci suçlamayla ilgili olarak Gezi iddianamesi hazırlandı. Tutuklanma kararı da iki dosya için geçerli olacak şekilde ikiye bölündü.
11 Ekim 2019 tarihinde darbe teşebbüsüne katılma suçlaması temelindeki tutukluk kaldırıldı, diğeri 18 Şubat 2020 tarihinde Gezi davası beraatle sonuçlanana kadar devam ettirildi.
Cumhurbaşkanı’nın beraatimle ilgili kararı eleştirmesinden birkaç saat sonra yeniden gözaltına alındım ve bir gün sonra daha önce tahliye edilmiş olduğum, darbe girişimini desteklediğim suçlamasıyla, gene savcı tarafından sorgulanmadan tutuklandım.
9 Mart 2020’de ise darbe teşebbüsüne katılmakla ilgili soruşturma dosyasına ve aynı delillere dayandırılan yeni bir suçlamayla, casusluk suçlamasıyla tutuklandım.
20 Mart 2020’de darbe girişimine katılma suçlamasıyla ilgili tutukluluğum kaldırıldı.
AİHM’in 10 Aralık 2019’da almış olduğu, hükümeti devirmek ve anayasal düzeni değiştirmekle ilgili suçlamalara dayanak olacak somut delil olmadığı tespitini oybirliği ile, tutuklanmamda siyasi etkenlerin rol oynadığı tespitini ise oy çokluğu ile hükme bağladığı karar, hükümetin itirazına rağmen 12 Mayıs 2020 tarihinde kesinleşti. Ancak, yeni bir suçtan dolayı tutuklu olduğum gerekçesi öne sürülerek tutukluğum devam ettirildi.
29 Eylül 2020 tarihinde, aynı sözde delillere dayandırılan darbe girişimine katılma ve casusluk suçlamaları tek iddianame haline getirildi. Beraatle sonuçlanan Gezi davası iddianamesinin büyük bir bölümü de yeni iddianamede kullanılmış. İddia makamı, bunun suçlamalar arasında daha önce kurulamamış olduğu söylenen irtibatı izah etmek amacıyla yapıldığını iddia ediyor. Ancak, böyle bir şeye gerek duyulması iddia makamının suçlamalara dayanak olacak somut delil ve gerekçe yokluğunun bilincinde olduğunu gösteriyor.
22 Ocak 2021’de İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Gezi davasındaki beraat kararlarını bozdu ve bunun benimle ilgili diğer suçlamaları içeren yeni davayla birleştirilmesinin uygun olduğu görüşünü mahkemeye bildirdi. Ve böylece, daha önce aralarında fiili ve hukuki bağlantı olmadığına karar verilen suçlamalar hiçbir yeni delil olmadan birleştirildi ve benimle ilgili davalar, gene hiçbir delile ve anlaşılır bir gerekçeye dayandırılmadan Çarşı davası ile birleştirildi.
Birleştirmelerle sonuçlanan bu kronoloji ve olaylar dizini, yargı sürecine müdahale olduğunu, bir taraftan benim tutukluluğumun devam ettirilmesi, bu şekilde suçlu olduğum algısının canlı tutulması; diğer taraftan da olgular, deliller aksi yönde olmasına rağmen Gezi protestolarının bir kalkışma eylemi olarak kriminalize edilmesi amacıyla siyasi nitelikli bir yargısal girişimin olduğunu hissettirmektedir.
Benimle ilgili suçlamaların çarpıcı yanı, sadece herhangi bir delile dayanmıyor olmaları değildir. Bunlar mantık sınırlarını aşan komplo teorilerine dayandırılan fantastik nitelikte iddialardır.
Gezi iddianamesinde, Gezi protestolarının yurt dışından aktörlerce planlandığı, George Soros tarafından finanse edildiği, benim de bu fonu protestolara aktardığım, eylemleri organize ettiğim ve yönettiğim iddia edilmişti. Eş zamanda üzerime atılan darbe girişimini desteklemek suçlamasının da gösterdiği gibi, bu kurgu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra siyasi çevrelerce benimsenen Gezi protestolarının darbe girişimi ile ilişkili olduğu söylemini yansıtan ve destekleyen mahiyetteydi. İlginç olan nokta, bu kurgunun Gezi protestoları sırasında daha sonra FETÖ üyeliğiyle suçlanacak ve yargılanacak olan KOM dairesi yetkilileri tarafından hazırlanmış olması ve gene FETÖ üyeliğiyle suçlanan savcılar tarafından bu kurgu temelinde soruşturma yürütülmüş olmasıdır.
Gezi iddianamesinin ekinde bulunan 14 Haziran 2013 tarihli Analiz Raporu’ndaki hiçbir delile dayanmayan iddialar, yazıldıkları gibi iddianameye monte edilmiştir. İddianamenin sonunda telefon dinlemelerinin FETÖ/PDY ile ilişkili kişiler tarafından yapıldığı açıkça ifade edilmekte, bu delillerin yeniden kıymetlendirilerek kullanılmış oldukları belirtilmektedir. Gezi davasının beraat kararında, “zehirli ağacın meyvalarının da zehirli olduğu” hatırlatmasıyla bu durum vurgulanmıştır. Ancak, bu sözde deliller hukuka uygun şekilde elde edilmiş olsalardı dahi sonuç değişmeyecekti. AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın karşı oy yazısında ifade ettiği ve AİHM kararında da hükme bağlandığı gibi, bu malzemenin suç işlendiğine dair delil olma vasfı taşımadığı açıktır.
Gezi iddianamesindeki kurgu iki iddiaya dayanıyordu; benim Soros’un kaynaklarını Gezi’ye aktardığıma ve direktiflerim altında faaliyet gösteren gizli bir yapıyla sivil toplum kuruluşlarını yönlendirdiğime. Benim yönetimimde bir örgüt gibi faaliyet gösteren gizli bir yapı olduğu hiçbir olgusal temele, dolayısıyla delile dayanmayan, akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bir kurgudur. Gezi protestolarının hiçbir kişi ya da örgüt tarafından yöneltilmemiş olduğu yaşanmış bir gerçekliktir, birçok ciddi araştırmada da netlikle ortaya konmuştur. Birbirlerini tanımayan, birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların hükümeti devirmek amacıyla ortak bir komplo içinde oldukları şeklinde suçlamalar, önceki dönemlerde otoriter rejimler altında yönetilen ülkelerde muhalif güçleri tasfiye etmek ya da gözdağı vermek için kullanılmıştı. Ülkemizde de Ergenekon davasında böyle bir komplo teorisi ve örgüt yapısı kurgulanmıştı. Gezi iddianamesindeki gizli yapı kurgusu, Ergenekon davası iddianamesini akla getirmektedir.
Çarşı davasıyla birleştirmenin sonucu olarak, bu gizli yapıya Çarşı grubundan insanların da eklenmiş olması kurguyu daha da gerçek üstü bir hale getirmiştir. Gezi’den önce de Gezi sırasında da, Çarşı davasında suçlananlarla tanışıklığım, irtibatım olmadı. Onların da beni tanımıyor olmaları hayatın doğal akışına uygundur. 12 Temmuz’daki duruşma zaptından okudum, avukat Volkan Bahadır sanıklardan Y.D.’ye “Osman Kavala’yı tanıyor musun?” diye sormuş, “Hangi takımda oynuyor?” şeklinde cevap almış. Beşiktaş taraftarı olarak birbirleriyle ilişki kurmuş olan, kendilerini bu şekilde tanımlayan Çarşı grubunun camiaları dışından birisinin yönlendirmesiyle eylem yapmaları zaten düşünülebilecek bir şey değildir. Bildiğim kadarıyla bir futbol takımı taraftarlarının iktidardakileri devirmek için eyleme geçmeleri de dünyanın hiçbir yerinde görülmüş bir vaka değildir.
İddianamede daha vahim olan iddia, protestoların, benim tarafımdan aktarıldığı iddia edilen fonlara ya da maddi imkânlara bağlanmasıdır. MASAK raporunda, benim Gezi ile ilgi herhangi bir fon aktarımım olmadığı ortaya çıktı. İddia makamının Gezi protestolarının paranın gücüyle düzenlendiğini iddia etmesi, sadece burada suçlananlara değil, Gezi protestolarına katılan herkese yönelik aşağılayıcı bir davranıştır. Gezi protestolarına farklı çevrelerden ve farklı düşüncelerden insanlar katılmışlardır. Kitlesel protestolara katılanların, katılma amaçları arasında farklılıklar da olabilir. Ancak Gezi protestolarında hâkim olan ortak nokta her sınıftan, yediden yetmişe herkesin yararlandığı bir parkı yok edecek, yasaya ve kamu yararına aykırı bir projenin antidemokratik yöntemlerle uygulanmasına gösterilen tepkidir. İddia makamının tahrif ettiği gerçek, Gezi protestolarına katılan milyonlarca insanın demokratik haklarını kullanmak için kendi özgür iradeleriyle hareket eden onurlu yurttaşlar olduklarıdır.
Ben bugüne kadar hiçbir kitlesel eylemi organize etmedim, hiçbir kitlesel eylem için de benden maddi destek talep edilmedi. Ancak, birçok gösteri ve yürüyüşe, orada bulunanlarla dayanışma içerisinde ve eşit konumda olarak katıldım. Bu eylemlerin amacı hükümeti devirmek değil, Irak’ta işgale karşı çıkma mitinglerinde olduğu gibi, aklın ve vicdanın sesini duyurmak, kamu çıkarına ve demokrasiye zarar verecek adımlar atmamaları için hükümetleri uyarmaktı.
Bana yöneltilmiş olan 15 Temmuz darbe girişimine katılmak suçlaması da daha sonra kurgulanmış olan casusluk suçlaması gibi delilden tamamen yoksun, çirkin bir iftiradır, haysiyetime yönelik bir suikasttır. Gezi ile ilgili benim aleyhime düzmece iddiaları ortaya atmış olan kişilerin FETÖ üyeliği ile suçlandığı, yargılandığı bilindiği halde, benim bu yapının mahrem sorumlularıyla irtibat içinde olduğum, darbenin organizasyonu ve sonrasında kurulacak hükümette yer alacakların koordinasyonu ile ilgili bu kişilerle iş birliği yaptığım iddia edilmiştir. İddiadan da öte bunların tespit edilmiş olduğu ifade edilmiştir. Bunlar akla ve mantığa aykırı, adaleti yanıltmaya yönelik, suç niteliği taşıyan, yalan beyanlardır. AİHM’in tutuklanmamın hak ihlali olduğuna dair kararından sonra üzerime atılan casusluk suçu, AİHM’in tutuklanmamda siyasi faktörlerin rol oynadığı şeklindeki tespitini doğrular niteliktedir.
İddia Makamı, iddianamenin 60. sayfasında casusluk suçunun yasalarda açık olarak tarif edilmemiş olduğu iddiasında bulunmakta ve yasalarda belirlenmiş olan tanımlara bağlı kalmadan bir casusluk suçu kurgulamaktadır. Böylelikle, casusluk eyleminin konusu olan gizli bilgiyi tarif etmek, bunun nereden, nasıl temin edildiğini anlatmak yükümlülüğünden kurtulduğuna inanmaktadır. Bunun yerine, Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Anadolu Kültür’ün, Kürt ve Ermeni yurttaşlarımızla ilgili kültürel çalışmalar yürütmesi, ilkel bir karalama çabasıyla içeriklerinden söz etmeden casusluğa delil olarak gösterilmiştir. Savcının azınlıklarla yapılan faaliyetleri casusluk suçunun delilleri olarak göstermesi, halkın ırk temelli tanımlandığı ve azınlıkların potansiyel suçlu olarak görüldüğü Nazi Almanyası’nda vatana ihanet yasasına dayandırılan keyfi casusluk suçlamalarını hatırlatmaktadır.
İddia makamının aynı sözde delilleri kullanarak farklı suçlamalar kurgulaması ve yasalarla ilgili yaptığı manipülasyon, fail odaklı ceza hukukuna da bir örnek teşkil ediyor. Eski Yargıtay Başsavcısı Sami Selçuk’un ülkemizde fail suç hukuku değil, eylem suç hukukunun geçerli olduğu uyarısını yaptığı yazısında hatırlattığı gibi, suçu yasalardaki tanımlardan kopartan bu anlayış Nazi Almanyası’nda hâkimdi. Ceza yasasında yapılan değişiklikle yasasız suç olmaz ilkesi lağvedilmiş, Nasyonal Sosyalist bakış açısına göre suç işlediği ya da işleyecek olduğu düşünülen kişinin fiiline uygulanabilecek bir yasa yok ise, hangi yasanın temel aldığı fikir daha uygunsa o yasaya göre kişinin cezalandırılması yükümlülüğü getirilmişti. Yasaların Hitler’in iradesiyle somutlaşan Nasyonal Sosyalist anlayışa göre yorumlanması ve uygulanması zorunluydu. Ülkemizde böyle bir uygulamaya imkân verecek bir yasa ya da kural olmadığına göre, iddia makamının yasaların dışına çıkarak bir suçlama kurgulamış olmasının hiçbir dayanağı yoktur. Bu davranış kamu yetkisini ve yasaları kötüye kullanmak anlamına gelmektedir.
İddia makamının, yasaların dışına çıkması, olmamış olayları vuku bulmuş gibi gösteren beyanları, ne pahasına olursa olsun tutuklamayı devam ettirmek amacı gütmesi, kamusal görevinin gerektirdiği, mahkemeyi tam olarak ve dürüstçe bilgilendirmek yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucunu doğurmuştur. İddia makamının her üç suçlamayla ilgili beni sorgulama ihtiyacını hissetmemiş olması da bu durumu teyit etmektedir.
Bugüne kadar yaptığımız tahliye talepleri, atılı suçun yasada öngörülen cezasının süresi ve dosyada kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin bulunduğu gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bu kararlarda ciddi bir ölçüsüzlük mevcuttur. Yasada ceza süresi uzun olan suçlar ağır suçlardır ve ağır suçlamaların yapılabilmesi için kullanılan delillerin de orantılı bir ağırlığı olması, suça delalet eder niteliklerinin tarafsız bir gözlemci tarafından anlaşılabilir özellikte olması gerekir. Somut delil, varsayımlara dayalı olmadan somut olduğu anlaşılan delildir. Özgürlüklerin kısıtlanması, ancak bu tür delillerin tarafların ve dolayısıyla kamuoyunun önüne konması halinde, bu yükümlülük yerine getirildiğinde meşruluk kazanabilir. Bu özellikte olmayan birtakım bilgi, bulgu ve varsayımların somut delil olarak tanımlanmaları, özgürlüğün gasp edilmesine ve kamuoyuna yönelik dezenformasyona hizmet etmektedir.
Sudan bahanelerle tutukluluğumun sürdürülmesi yargısız infazdır, algı yaratma çabasıdır, AİHM’in kararının etrafından dolanma girişimidir. Somut delil ortaya konmadan, varsayımlara dayandırılarak sürdürülen tutukluluğum, Adalet Bakanlığı’nın yargısal tasarrufların meşruiyetine zarar veren uygulamaların önüne geçmek gerekçesiyle hazırlamış olduğu tutuklama uygulamasının somut delille gerekçelendirilmesi kuralını vurgulayan yasal düzenlemenin değersizleştirilmesi anlamına da gelmektedir. Tutukluluğumu sürdürmek için kurgulanan temelsiz, delilsiz, mantıksız suçlamaların ve kullanılan yöntemlerin yargıda meşruiyetten yoksun uygulamaların niteliklerini ve kaynaklarını gözler önüne serdiğine inanıyorum. Umarım, davaların birleştirilmesi, Türk yargısının karşı karşıya olduğu tehditlerin daha iyi anlaşılmasına vesile olur. Umarım ülkemizde bir daha böyle bir iddianame hazırlanmaz, böyle şey bir daha yaşanmaz."