Türkiye İstatistik Kurumu Türkiye'de doğurganlık hızının 1,51'e gerileyerek nüfusun yenilenme düzeyi olan 2,10'un altında kaldığını açıklamasından sonra kamuoyunda yoğun bir şekilde doğurganlık hızımız neden düşüyor tartışmaları başladı.
Zaten uzun süredir kadınlara “en az üç çocuk” tavsiyeleri siyasi aktörler tarafından dile getiriliyordu. Konuyu merak edip araştırmaya başlayınca tüm dünyada doğurganlık hızının uzun bir süredir düşme eğiliminde olduğunu gördüm. Dünya’da ve Türkiye’de kadınlar doğurmaktan neden vazgeçti? sorusunun cevabını araştırmaya başladım, ancak bu sorunun cevabı kolay değildi.
Nereden başlamalıydım? sorusunu sorarak tarihsel bir giriş yapmak istedim, kapitalizmin şafağında cadı avları ve kadınların şifacılık bilgilerinin ellerinden nasıl alındığını, kilisenin ve patriyarkanın ve tıbbın yardımıyla kadın bedenlerinin cinselliğinin ve doğurganlığının nasıl kontrol altına alınmaya çalışıldığı gördüm.
Feminist belleği izleyince kadın sağlık hareketi ve kadınların özgürlük mücadelesinin birlikte yürüdüğünü gördüm ve yazı bu şekilde devam etti.
Topluluklar ve devletler ekonomik, politik ve askeri nedenlerle nüfusları ile hep ilgilenmişlerdir. Topluluklar ve devletler kanunların denetimine girmesiyle birlikte kadının doğurganlığı da bir yasa/yasak meselesi halini alır.
Hammurabi kanunları ve İbrani Kutsal metinleri doğurmayı teşvik edip fetüsün düşürülmesini cezalandırırken, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde kesin bir yasak olmamakla birlikte 13. yüzyılda “Ruh kazanan fetusu öldürmek cinayettir” diyerek düşük yapanlar ve yaptıranlar aforozla cezalandırılır. Kuran kürtaja dair bir yasak durumundan bahsetmezken, İslam yorumcuları 40 ile 120 gün arasında değişen bir süre boyunca kürtajı mekruh, sonrasında ise haram sayarlar.
İlk Roma imparatoru Augustus (MÖ 63-MS 14) zinayı yasaklarken otuz yaşını geçmiş ancak evlenmemiş olan erkeklerin vergilendirilmesini ve evlilik dâhilinde çocuk sahibi olanlara yüksek yardımlar yapılmasını kararlaştırır. Devlet eliyle gerçekleştirilen bu ilk kapsamlı nüfus planlama yasası günümüze kadar her dönemin ekonomik, askeri ihtiyaçlarına, ya da artması-azalması istenen etnisite ve dini grupların nüfusuna göre yeniden düzenlenir.
Erken kapitalist dönem Avrupa’sında kapitalist birikimin ön koşulu olan “ilksel birikim” sürecinde kamusal/ortak alanların çitlenmesiyle köylülerin topraklarına el konulur ve köylülerin mülksüzleşmesi, ulus devletlerin kuruluşu, kentleşmeyle birlikte cinsiyete dayalı işbölümü tekrar düzenlenir.
Yine aynı dönemlerde cadı avları ile kadınlar kendi bedenleri, yaşamları üzerindeki otonomilerini kaybederler. Aslında geleneksel şifacılar olan kadınlar bitkileri kullanarak hastalıkları iyileştirebiliyorlardı. Daha da önemlisi doğumla ilgilenmeleri kürtaj, düşük ve doğum kontrol yöntemlerini bilmeleri ve uygulamalarıydı. Kilisenin de etkisiyle düşük ve kürtajın yasaklanması tıbbında da işin içine girmesiyle yavaş yavaş kadın bedeni, doğurganlığı kontrol altına alınır kadın bedeni disipline edilmeye çalışılır.
On sekizinci yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte tarım makinelerinin ve buhar gücünün kullanımı ile tarımda devrim, kırdan kente göç ve hızlı kentleşme gibi köklü ekonomik ve toplumsal dönüşümler yaşanır. Aynı dönemde demografik açıdan da büyük bir değişim yaşanıyordu. Gelişen tıp bilgisi, hijyen ve temiz suya erişim, tarımsal üretimin artması gıdaya ulaşımın kolaylaşması, aşılama (çiçek ve kuduz), doğum ve bebek bakımındaki gelişmeler ile batıda ölümler, özellikle bebek ölümleri geriler. Ölümlerdeki bu değişime rağmen, doğurganlık hızı hemen azalmadı. Yaşam süresinin uzaması ve doğurganlığın hemen düşmemesi nüfus artışını hızlandırdı. İlerleyen yıllarda İngiliz ruhban sınıfı mensubu ve kuramcı Thomas Malthus hızlı nüfus artışının uygarlığın sonunu getireceği uyarısında bulunur, işçi sınıfının iffetli ve ahlaklı olması gerektiğini belirterek yoksulluk yardımının kaldırılmasını savunur. Ancak Karl Marx, Malthus’un bu görüşünü eleştirmektedir.
Marx toplumda iyi bir örgütlenme olursa nüfusun fazlalığının sorun yaratmayacağı, işsizlik ve yoksulluğun asıl nedeninin kapitalizm olduğunu belirtmektedir. Zenginliğin adil bir şekilde dağıtılması halinde gıda kaynaklarının nüfus artışına ayak uyduracağını savunmaktadır.
Amerika’da 1800’lü yılların ortalarına doğru kentlere yoğun göçle yükselen işçi sınıfı hareketi ve birinci dalga feminist hareketin yükselen oy hakkı mücadelesinin de etkisiyle kadın hareketinin işçi sınıfı hareketiyle birlikte eyleme geçtiği alanlardan biri de sağlık olmuş ve “Halk Sağlığı Hareketi” doğmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise ikinci dalga feminist hareket kadınların sağlık alanına özgün müdahaleleri ile başlar, üzerlerindeki toplumsal baskının yanında sağlıkta aşırı tıbbileştirmeyi, özellikle sağlık ve beden ilişkisini tartışırlar.
Tüm bu süreçler işlerken sağlıkta hem bedeni hem de emeği değersizleştirilen kadınlar direnişi sürdürmüş, modern tıp ve erkeğin sömürüsüne karşı tarihin farklı zamanlarında farklı mekanlarında birbirinden bağımsız çok sayıda direniş sergilemişlerdir.
Kadının beden politikalarına karşı mücadelesi, doğası gereği beraberinde gelen sağlık mücadelesini de içerir. Aslında birçoğu aynı zamanda birer kadın sağlık hareketi olma özelliği taşır.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise Fransız düşünür Michel Foucault İktidar ilişkilerinin değiştiğini söyler ve bu yeni iktidar modelini biyo-iktidar olarak adlandırır.
Nüfusun ekonomik süreçlere uygun, verimli hale getirilmesini kadın bedeni ve cinselliğinin disipline edilmesini nüfusun “biyo-politikası” kavramı ile açıklar. Bu anlamda yaşama da iki biçimde müdahale eder. İnsan bedenini, geliştirilen iktidar teknikleriyle disipline ederek, yeteneklerini geliştirerek, denetim mekanizmalarıyla iktidarın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde uysal ve verimli kılar.
Diğeri ise nüfusun biyo-politiğidir. Nüfusu düzenleyici bir denetim getirir. Foucault’ya göre, biyo-iktidar kapitalizmin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur.
Zira kapitalist üretim süreci ile insan bedeninin sahip olduğu fiziksel gücün emek gücüne dönüştürülmesi ve üretim gücü olarak kullanılması, nüfusun ise ekonomik süreçlere uygun ve “verimli” hale getirilmesi ihtiyacı doğar.
Doğurganlık oranlarının dünyadaki durumu
Dünya nüfusu 1800 yılların başında bir milyar iken hızla artarak 2024 yılı itibariyle 8.1 milyara ulaşmış durumdadır.
Toplam nüfusun uzun vadede nesiller arası yenilenmesini sürdürebilmesi için doğurganlık hızı 2.1 olması gerekirken, küresel olarak 2100 yılında bu sayının altına düşeceği öngörülmektedir. Grafik 1’den anlaşılacağı üzeri merkez kapitalist ülkelerde, Orta ve Batı Avrupa’da, Güneydoğu Asya’da doğurganlık hızı 1980’lerden itibaren 2.1’in altına inmiş görünüyor. Güney Kore ve Sırbistan ise kadın başına 1,1 çocuktan daha az olduğu yerlerdir.
Ancak Sahra Altı Afrika'daki pek çok ülkede doğurganlık oranları hâlâ yüksek; bölgenin doğum hızı 2021'de kadın başına dört çocukla küresel ortalamanın neredeyse iki katı, Çad'da ise kadın başına yedi doğum ile dünyadaki en yüksek orandır. Afrika aynı zamanda dünya çapında en yüksek adölesan yaşta doğum oranına sahiptir. Sanayileşmiş ülkeler arasında yalnızca Fransa ve İsrail, nüfusun uzun vadede düşmeyeceği bir doğurganlık oranına sahiptir.
Dünyanın en eski tıp dergilerinden biri olan Lancet’te, 2024 yılında yayınlanan bir makalede 2050 yılına gelindiğinde ülkelerin neredeyse dörtte üçünden fazlasının, zaman içinde nüfus büyüklüğünü sürdürmeye yetecek kadar yüksek doğurganlık oranlarına sahip olmayacağı, 2100 yılına kadar bu oran ülkelerin %97'sine ulaşacağı tespiti yapılmaktadır.
Yine aynı yazıda; sanki dünya hiç değişmeden aynı ekonomik ve politik sistemler ile devam edeceği varsayımlarıyla, canlı doğum oranlarında belirgin değişiklikler de öngörülüyor; düşük gelir düzeyine sahip bölgelerde dünyadaki canlı doğumların payı 2021 yılında %18 iken 2100’de neredeyse iki katına çıkacağı ve Sahra altı Afrika, 2100 yılına kadar gezegende doğan her iki çocuktan birini oluşturacağı öngörülüyor.
Türkiye’deki durum
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nda yükselen milliyetçilik dalgaları ile irili ufaklı ulus devletlerin kurulması sonucu nüfus ve toprak kaybı yaşanır.
Yine bu dönemlerde yüksek anne ve bebek ölümleri nedeniyle azalan nüfusu artırmak için kadın bedenini tıbbı, yasal ve ideolojik bir gözetim, denetim altına alınmaya çalışılır.
Gülhan Erkaya Balsoy’un “Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı” kitabında bahsedildiği gibi anne ve bebek ölümlerinden ve sakatlıklarından geleneksel ebeler sorumlu tutulur, geleneksel mahalli ebelerin yerine “eğitimli” ebeler yetiştirilmeye çalışılır. Modernleşme çabalarıyla birlikte gebelik, doğum gibi kadınların doğal süreçlerinin de tıbbın kontrolüne alınması çalışmaları başlatılır.
Bu amaçla tıp ve ebelik okulları açılır, kadın doğum kitapları yazılmaya başlanır, düşük ve kürtajın topluma karşı da yapılan bir kötülük olduğu söylenerek normlar yaratılmaya çalışılır. Başlangıçta dini referanslarla kadınların bedenleri, doğurganlığı denetim altına alınmaya çalışılmışsa da etkili olmayınca yasal uygulamaların gerekliliği yazılmaya, tartışılmaya başlanır.
Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde sanayileşme çabaları sonucu emek gücü ihtiyacı nedeniyle doğumlar teşvik edilir, pronatalist politikalar uygulanır.
Daha sonraki yıllarda kalkınmanın önünde engel olarak hızlı nüfus artışı sorumlu tutulur ve yeni sömürgelere uygulanan yeni-Malthus’cu teori ile, doğumları azaltmak amacıyla aile planlaması gündeme gelir, antinatalist nüfus politikalarına geçilir.
Günümüze gelindiğinde ise kadınlara en az üç çocuk doğurmaları söylemleri “yetersiz kalınca” Aralık 2024 yılında Aile Enstitüsü ve Nüfus Politikaları Kurulu gibi pronatalist yapılar oluşturularak, 2025 yılı aile yılı ilan edildi. Kadın bedeni doğurganlığı ile tanımlanarak denetim ve disiplin altına almaya çalışılıyor ancak kadınlar bu duruma itiraz ederek sekiz martlarda alanları doldurmaya devam ediyor.
Her beş yılda bir demografik veriler açıklayan güvenilir bir kurum olan Türkiye Nüfus Araştırmaları Enstitüsü (TNSA) 2018 verilerine göre; Türkiye için doğurganlık hızı kadın başına 2,3 çocuktur (kentsel alanlarda 2.2 çocuk, kırsal alanlarda 2.8 çocuk).
Türkiye açısından diğer önemli konu doğurganlık kentlere (2.2), kırsal alanlara (2.8), bölgelere göre değiştiği, batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru giderek artıyor olmasıdır.
Yine TNSA 2018 verilerine göre; refah düzeyi yükseldikçe doğurganlık azalmakta, en düşük refah düzeyine sahip hanelerde yaşayan kadınlarda yüksek (3.3), yüksek refah düzeyine sahip hanelerdeki kadınlarda daha düşüktür (1.9). Yine aynı çalışmada doğurganlık hızı ile eğitim düzeyi arasında da yakın bir ilişki vardır; hiç eğitimi olmayan veya ilkokulu tamamlamamış kadınlarda yüksek (4.2) iken, lise ve üzeri eğitim alan kadınlarda en düşüktür (1.8). Yıllar içinde evlenme yaşı ve çocuk doğurma yaşının da ileri yaşlara kaydığı görülmektedir (TNSA 2023 yılına ait veriler henüz açıklanmamıştır).
Türkiye, geçmiş yıllarda Avrupa Birliği ortalamasından daha yüksek doğurganlık hızıyla dikkati çekiyor, 2001 yılındaki doğurganlık hızı 2,38 seviyelerinde bulunuyorken 2021yılında 1,70 ile AB ortalamasının üzerinde yer alıyordu. TÜİK’in son raporuna göre Türkiye'nin doğurganlık hızı 27 AB ülkesinden 16'sının gerisinde kaldı.
Doğurganlık hızları düşen yaşlılık nüfusu artan ülkelerde kadınlar neden çocuk doğurmak istemiyor?
Feminist yazar O’Neil ve çağdaşları ABD ve İngiltere’de 19. Yüzyılın sonlarına doğru kadınlar aile disiplinini reddediyor, boşanmalar artıyor aslında aynı dönemde doğum oranları düşmeye başladığını, 1850’den 1900 yılına kadar aile üyesi bir kişi azaldığı belirtiliyor.
İlerleyen yıllarda çocuk ölümlerinin azalmasıyla kadınların daha az çocuk sahibi olması, feminist mücadelenin kazanımları sonucu gebelikten korunma yöntemlerinin yaygınlaşması, bazı ülkelerde kürtajın yasallaşması doğurganlığı etkileyen faktörlerden bazılarıdır.
Bu gün küresel kuzeyde istihdam edilen kadın sayısı neredeyse erkek sayısı kadardır ve çoğu kez kadınlar kendileri ve aileleri için yeteri kadar parasal kaynağı sağlamak için daha uzun süreler çalışmak zorundadır.
Dünyada nüfus politikaları ile ilgilenen Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar, yirminci yüzyılın ortalarında, dünya nüfusunun hızla artışı bahanesiyle yeni Malthus’cu ideolojileriyle, kadınların doğurganlıklarını kontrol altına almak amacıyla, özellikle III. dünya ülkeleri denen yeni sömürge ülkelerde doğum kontrolu yöntemleri uygulamaları başlattılar.
Aynı zamanlarda başta ABD ve Avrupa olmak kadınların mücadelesi ile doğum kontrol klinikleri kuruldu. Bu süreçlerde kadınlar özneleşiyor, kendi bedenlerinin kontrolunu mücadele ile elde ediyorlardı.
ABD’li feminist yazar Jenny Brown, 2018’de yayınladığı “Doğum grevi: Kadın Emeği Üzerinde Gizli Mücadele” başlıklı kitabında merkeze ABD’yi koyarak dünya üzerinde düşme eğilimi gösteren doğum oranlarını “doğum grevi” olarak nitelerken, kadınların çocuk doğurma ve yetiştirme konusunda karşılaştıkları zor koşullara bir tepki gösterdiğini dile getirir.
Ekonomik koşullar
Kırsal kesimde çocuğun bir ekonomik değeri varken, kırdan kente göçlerle birlikte bu ekonomik değer kaybolmuş, üstelik bakım emeği, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçların sağlanması ve maliyeti çiftler ve bireylerin çocuk sahibi olma kararını ertelemesine, az çocuk yapmasına ya da vazgeçmesine neden olmuştur.
Neoliberal kapitalist politikaların hayata geçirilmesi ile belirsizliklerin, iş güvencesizliğinin ve düzensiz çalışma koşullarının arttığı dönemlerde bu eğilim daha belirginleşir. İşçiler, müşteriler ya da her ikisinin de tükenmekte olduğunu gören devletler doğurganlığı teşvik edici birtakım tedbirler almaya çalışsalar da pek işe yaramış görünmüyor.
Kariyer ve eğitim
Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkede özellikle muhafazakar iktidarlar, kadınların istihdama yüksek katılımının düşük doğum oranından sorumlu olduğunu söylüyor. Ancak kadınların ücretli emek piyasasına daha fazla katılımı olan Batı Avrupa ülkelerinde ise doğurganlık oranının daha yüksek olduğunu bildiriyor.
Toplumsal değişimler
Geleneksel aile yapısının değişmesi, aynı zamanda evlilik ve çocuk doğurma normlarını da değiştirdi. Kadın hareketi her kadının kendi bedeni, cinselliği ve üremesi üzerinde kontrol hakkının olduğunu savunuyordu.
Kadınlar artık çocuk doğurma veya kaç çocuk doğuracağı kararlarını kendileri vermek istiyor, çocuk doğurmayı hayatın zorunlu bir evresi olarak görmüyor. Ayrıca Dünya’nın her yerinde olmasa da doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşması ve kolay ulaşılabilir olması doğurganlığın düşmesinde etkili olabilir.
Sonuç
Zaman içinde iktidardaki siyasi ideolojilere, patriyarkal kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kadınların doğurganlığına yönelik politikalar farklılaşır. Bu kurumsallaştırılmış denetim ile kadınların uzun yıllar mücadele ile elde ettikleri çocuk doğurup doğurmama, çocuk sayısı, kürtaj gibi kararları verme özgürlüğü kısıtlanmaya çalışılır. Çünkü patriyarkal kapitalizmin işçilere, tüketicilere ve askerlere, yaşlanan nüfusa bakacak kadınlara ihtiyacı vardır, sistemde esas olarak korunan ise eril çıkarlardır.
(MTK/EMK)