Haberin İngilizcesi için tıklayın
Libya'da öldürülen MİT görevlisinin cenaze haberini nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 329/1. maddesi ve Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 27.maddesinden yargılanan Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan'ın bugün Çağlayan'daki İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ikinci duruşması görülen davada esas hakkındaki mütalaaya karşı yaptığı savunmayı yayınlıyoruz.
TIKLAYIN - Mütalaa okunmadan savunmalara geçildi
Sayın Başkan, değerli üyeler…
Dün akşam televizyonda Hababam Sınıfı vardı.
Ne acı…
Hababam’ın ünlü yazarı Rıfat Ilgaz, Sınıf kitabının mimli yazarı olarak yan koğuşumdaydı.
Sabah oldu…
Koğuştan çıkınca bir ses duydum. “Benim bu memlekete ihanet etmeme imkân yoktur” diyordu. Sabahattin Ali belli ki savunmasına hazırlanıyordu.
Uzaktan Nâzım Hikmet’i ve Orhan Kemal’i gördüm. Cezaevinin dokuma atölyesine gidiyorlardı.
Kadınlar koğuşunun yanından geçtim. Sevgi Soysal sabah sayımı sonrası avluda şarkı söylüyordu.
Cezaevi aracına bindim. Bir yayıncı içinde dövülüyordu. Adı İlhan Erdost’tu.
Adalet Sarayı’na giden yolda insanlar öldürülüyordu.
Gördüm, arabasının içinde kurşunlandı Abdi İpekçi.
Meşale elden eleydi ya…
O cinayeti işleyenlerin peşini bırakmayan bir “Sakıncalı Piyade” vardı. “Atatürkçüyüm, öyleyse vurun” derdi. Uğur Mumcu’ydu.
Şehrin içinden geçti cezaevi aracı. Küçücük penceresinden izledim; bu ülkeye sevdalı bir gazeteci yerde yatıyordu. Hrant Dink’ti adı.
Girdik sonunda adliyenin eksi 7’nci katına… Aşağısı spor salonu gibiydi. Oracıkta boynunda fotoğraf makinesiyle bir genç adam vardı, Metin Göktepe idi o.
Yukarı çıkmaya başladık. Davalar görülüyordu salonlarda. Savcıların kendilerinden emin seslerini duydum. Ne var ki, onların bugün söylediklerini, ben yıllar önce Necip Hablemitoğlu’ndan okumuştum.
Sonra koridorda, askerlerin arasında İlhan Selçuk’la karşılaştım. İşkenceyi akrostişle yazmıştı ifadesinde.
Ve şimdi…
Siz de duyuyorsunuzdur; yandaki duruşma salonunda Aziz Nesin darbecilere karşı Aydınlar Dilekçesi’ni savunuyor.
Sayın Heyet…
Hayal mi bu anlattıklarım?
Adını andığım tüm isimlerin bugün mezarda olması, anlattıkları gerçeğin de gömülü olduğu anlamına mı gelir?
Kuşkusuz hayır!
Birgün hepimiz olmayacağız ama onların uğrunda bedel ödedikleri harfler yaşayacak.
O halde…
Onları görerek geldiğim bu davada, hiç sevilmiyor diye de gerçeği aramaktan vaz mı geçeyim?
Farkındayım, benden bunu isteyenler var.
Ama, hayır!
Altında ezilmektense, gerçekleri sırtlamaya devam edeceğim.
Bu yüzden başlıyorum…
Şehide dair bir olgu yok
Önce…
Somut gerçeği 5 maddede özetlemeliyim:
1- Şehit cenazesi haberi yayınlayarak suç işlediğim söyleniyor.
Biz…
Libya’ya TSK ve MİT mensuplarının gittiğini, Libya’da şehitlerimiz olduğunu, şehitlerimiz arasında MİT mensuplarının da olduğunu, şehit olmalarının nasıl gerçekleştiğini, şehitlerin açık kimliklerini/ fotoğraflarını/ memleketlerini/ mezarlarının nerede olduğunu, hangi görevlerde ne kadar süre çalıştıklarını ve ailelerinin kimlik bilgilerini…
Sırasıyla…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Muhtar Cemali Merter, onlarca sosyal medya hesabı, Milletvekili Ümit Özdağ ve onlarca haber sitesi ile gazeteden öğrendik.
Özetle; şehit MİT mensubuna dair fotoğraflar ve bilgiler, Odatv’den çok önce açıklandı, yayınlandı ve yayıldı. Yani bizim yayınladığımız haberde şehit MİT mensubuna dair bize özel hiçbir yeni olgu yok.
Odatv o bilgileri yayınlamadı
2- Bu gerçeğe rağmen biz hem şehidin ailesini hem de MİT Kanunu’nu düşünerek ekstra bir hassasiyet gösterdik. Ve daha önce ifşa olmasına rağmen, şehidin soyismini, ailesinin isimleri ile soyisimlerini, cenazenin kaldırıldığı köyün adını yayınlamadık.
Yazmadığımız şeyle suçlanıyoruz
3- İddia makamı da bu yadsınamaz gerçeğin farkında olarak, bizi asıl şehit cenazesinden bir kareyle suçladı. Gizli çekilmediği ortaya çıkan, şehidin tabutunun taşınma karesinde MİT mensuplarının da olduğunu iddia ettiler. Ve biz, ilgili bir adet fotoğrafta MİT mensubu olduğu iddiasını ilk kez iddianameden öğrendik.
Yani ifşayı savcılar yaptı. Ki Odatv’nin haberinde; o fotoğrafta kaymakam, siyasi parti temsilcileri ve vatandaşların olduğu yazıyordu. Sözün özü, yazmadığımız hatta ima dahi etmediğimiz bir şeyle suçlanıyoruz.
Savcıların kıstası da "Suç yok" diyor"
4- Kaldı ki… Savcılar kaleme aldıkları iddianamede, MİT mensubu olduğunu bilmeden yapılan paylaşımları akladı. İddia makamının kendi oluşturduğu bu suçsuzluk karinesini ve kıstasını kullanıp net olarak söyleyebiliriz ki; Odatv’nin yayınladığı tabut taşıma karesinde de bir suç olmadığı tartışmasız bir gerçektir.
Plan ve kasıt olmadığının delili
5- Nihayetinde basit denklem şu:
Hülya Kılınç ya da şehidimiz Manisalı olmasaydı bu haber yapılmayacaktı. Diğer MİT mensubunun cenaze haberinin Odatv’de olmaması da bunun kanıtı. Bu ayrıca, savcıların iddia ettiğinin aksine bizim MİT mensubu ifşa etmek gibi bir planımız ve kastımız olmadığının da delilidir. Sadece gazetecilik saikıyla hareket ettik.
Kim nereye kaçıyor
Sayın Başkan, Değerli Üyeler…
Tüm bunları, yani işlenen bir suçun olmadığını, şüphe bırakmayacak bir şekilde ilk duruşmada ayrıntılarıyla anlattım.
Ancak…
“Kuvvetli suçsuzluk şüphesi” varken aksi yönde karar verdiniz ve tutukluluğuma devam ettirdiniz.
Hem de nasıl…
İlk duruşmadan önceki tutukluluk incelemesini 4 Haziran’da yapmıştınız. Duruşma da 24 Haziran’da gerçekleşti. Arada 20 gün vardı.
4 Haziran’daki tutukluluğa devam kararında olmayıp, 24 Haziran’daki kararda olan bir gerekçe de mevcuttu: Kaçma ve saklanma girişiminde bulunma ihtimalim!
Şimdi…
Aradaki o 20 gün içinde bir şey olmalıydı…
Ben o sırada, yani 20 gün içinde Silivri Cezaevi’ndeydim. Acaba benim cezaevinden firar girişiminde bulunduğuma dair bir iddia mı ortaya atıldı?
Acaba avludaki kameradan, kaçacağıma dair bir hareket mi görüldü?
Öyle ya…
Yoksa 4 Haziran’da kaçmayacağımı ve saklanmayacağımı düşünüp, neden 24 Haziran’da kişiliğime çok ters bir suçlamayla beni karşı karşıya bırakasınız?
Bir ben olmalı benim de bilmediğim…
Sayın Heyet…
Tutuklanmaya bu adliyeye cezaevi çantamla, kendi ayağımla geldim. Ne kaçması ne saklanması!
Tanığın yerine mi hapis yatıyorum
Tutukluluğa devam gerekçelerinden biri de tanık beyanı. Adını koyalım; Cemali Merter’in beyanı.
Yani…
Şehidin naaşının ne zaman ve nereden kalkacağını hem şehidin hem de babasının açık adıyla, yetmeyip şehidin fotoğrafıyla ilk kez internette ifşa eden, bunu yaparken herkesi de cenazeye davet eden köy muhtarının beyanı…
Yani…
İddianamenin bize isnat ettiği ve “suç” olduğunu vurguladığı tüm eylemleri ilk gerçekleştiren ama “tanık” olan kişinin beyanı…
Biliyorsunuz; ilk duruşma için buraya bağlandı, dinlendi.
Ve…
O gün bu salonda olan iddia makamının gözünün önünde, şehidin adını ve soyadını, babasının adını ve soyadını, yaşadıkları köyün adını açık açık bir kez daha tekrarladı.
Bakın lütfen SEGBİS çözümlerinin 64. sayfasına, göreceksiniz.
Yani tanık bize “suç” olarak isnat edileni burada yeniden yaptı, gitti.
Ve iddia makamı “siz ne yapıyorsunuz” bile diyemedi.
Ve ben o dinlendikten sonra, yani MİT mensubunun kimliği, babasının kimliği, ailenin şu an nerede yaşadığı, ben saklarken burada gözümün içine bakarak bir kez daha deşifre edildikten sonra, “tanık beyanı” gerekçesiyle tekrar tecrite gönderildim.
Şimdi soruyorum; nedir bu “tanık beyanı?”
Eğer suçsa dedikleri, ki iddia makamı öyle diyor, tanığın suçunun diyeti bana mı ödetiliyor?
Ben onun yerine mi hapis yatıyorum?
Eğer öyle değilse, yani bu dedikleri suç değilse, ben kesinlikle başka bir şeyden dolayı tutukluyum.
Bunu tanık da biliyor, o müthiş bir özgüvenle konuşuyor, ama bana söylenmiyor.
Hangi delil yok edilecek?
Sayın heyet…
İlk duruşmada, MİT Kanunu yürürlükteyken son birkaç senede televizyon kanallarında, gazetelerde, internet sitelerinde yapılan bazı haberlerden örnekler göstermiştim.
Ve demiştim ki; onlara bir soruşturma dahi açmayan Türk yargısı, haberinde MİT Kanunu’na uymak için fevkalade hassasiyet gösteren Odatv’ye neden operasyon yaptı?
Dedim de ne oldu?
“Delilleri yok etme ihtimalim” olduğu gerekçesiyle tekrar Silivri’ye gönderildim.
Şimdi… Sanıyordum ki:
Odatv’de yayınlanan ve şu an yayında olmayan ama dava klasörlerinde yer alan bir haber yüzünden tutukluyum!
Yanılmışım!
Öyle olsaydı, “yok edilecek delil var” denir miydi?
Denildi.
Sonra…
Bunu düşünürken hapiste…
Her televizyon kanalında saatlerce canlı yayını yapılan, üzerine özel programlar gerçekleştirilen, gazetelerin manşetlerine taşınan bir açılışa denk geldim.
1,5 ay önceydi.
MİT’in İstanbul’daki yeni hizmet binası törenle açıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kez de, MİT’in Libya’da sağladığı istihbari ve operasyonel desteğin oyun değiştirici role sahip olduğunu söyledi. Ve tüm medyaya onlarca fotoğraf ile görüntü geçildi.
Şimdi…
Gizli yapılmayan, herkesin davet edildiği ve herkesin özgürce katıldığı cenazeden bir karede MİT mensubu olduğu iddia edilen insanların da göründüğünden yola çıkarak “suçtan” bahsediyorsak…
MİT’in yeni binasının açılışından yayınlanan karelerde kaç MİT mensubu vardır acaba?
Eğer ben yargılanabiliyorsam bu iddiayla, tüm bu TV kanallarının, tüm bu gazetelerin, tüm bu haber sitelerinin yöneticilerinin de yargılanması gerekmiyor mu?
Eğer yayınlanan bir fotoğrafta MİT mensubu olma ihtimali suç değilse, ben kesinlikle başka bir şeyden dolayı tutukluyum.
Hani bazen düşünüyorum da…
Ben bu ülkenin “sallandıracaksın birkaç tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı” sözündeki sallandırılanlardan mıyım?
Ama “ibret” almayıp yaptıklarına ve başlarına bir şey gelmediğine göre, ben başka bir şeyden dolayı sallandırılıyorum.
Evet, haklısınız.
Ve bana söylenmeyen o gizemli “suçun” delilini yok edeceğim iddia ediliyor!
Bu çürümüşlüğe alışmayacağım
Çok mu safım acaba? Bu gerçeği arayışım beyhude bir çaba mı?
Öyle ya…
Anayasa profesörünün uyuşturucu baronunu serbest bıraktırmakla suçlandığı ve tutuksuz yargılandığı…
Rüşvet alırken suçüstü yakalanan yargıcın tutuksuz yargılandığı…
Suç örgütünün isteğiyle soruşturma dosyası kapatan savcıların tutuksuz yargılandığı…
Beni 19 ay suçsuz yere tutuklu tutan, sonra kendisi 6 ay firar eden kumpas hakiminin tutuksuz yargılandığı…
Yargı sisteminden adalet beklememeli miyim?
Hayır!
Ben alışmayacağım bu çürümüşlüğe.
Biliyorum ki; asıl alışırsam ölürüm.
Adaletsizlik hüküm sürse de her bir karış toprakta, adaleti aramaktan vazgeçmeyeceğim.
İnadına soracağım, inadına itiraz edeceğim.
Bu hem bir insan olarak kendime sözüm, hem de bir gazeteci olarak topluma karşı sorumluluğum.
Bilmez miyim; koltuk sahipleri gerçek gazetecileri sevmez. Hep alkış, hep övgü, hep dalkavukluk isterler. Buna karşı durup kalemin namusuna sahip çıkanlara ise bedel ödetirler.
Hiç önemi yok!
Önemli olan toplumun ve tarihin gözünde yazdıklarımızın değeri ile etkisidir.
Gerçek gazeteciler her ne kadar uzak durulması gereken “hain” gibi gösterilmek istense de aslında çok yakındaki dosttur.
Yani, acı söylüyorsak, toplumun iyiliği içindir.
Gercek gazeteci ne yazar?
Diyeceklerim benim için bir görev, toplum içinse bir seçimdir…
Bir düşünün lütfen…
Bu binanın Avrupa’nın en büyük adliyesi olduğunu herkes yazar. Ama bu adliye içinde hangi adaletsizlikler yaşandığını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Bu duruşma salonundaki ışıkların elektrik sayesinde yandığını herkes yazar. Ama son 2 yılda elektriğe yüzde 72 zam yapıldığını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Şu an hepimizin önünde onlarca sayfa kağıt var. Bu kağıtların hammaddesinin ağaç olduğunu herkes yazar. Ama Türkiye’nin kağıt ihtiyacını karşılamak için yurtdışına her yıl milyarlarca dolar para akıttığımızı ve perde arkasını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Burada sayın heyetinizin, sayın savcının ve sayın avukatların üzerinde cübbe var.
Bağımsızlığınızın sembolü…
O cübbelerin malzemesinin pamuk olduğunu herkes yazar.
Ama Türkiye’de kullandığımız pamuğun neredeyse yarısını yurtdışından ithal ettiğimizi, yani gün geçtikçe dışa bağımlı hale geldiğimizi sadece gerçek gazeteciler yazar.
Ben yazacaklarım konusunda seçimimi yaptım.
Ya siz Sayın Heyet?
Talebim gerçeğin sesi olmanız
Sayın Başkan, Değerli Üyeler,
Sona geliyorum…
Ve tüm anlattıklarımın özetini söylüyorum:
Tutukluluğuma devam gerekçeleri de itiraf ediyor ki; bu davanın esası MİT şehidinin cenazesi değil.
Maalesef ki, cenaze toprağı asıl gerçeğin üzerine atılmak istendi. “Sır” cenazede değil, taziye evinde sahte gözyaşı dökenlerdeydi.
Ama işte tarihin de bir ahlakı var, kaldıramıyor böyle büyük yalanları, aklayacak beni.
Evet, bu salondaki herkes biliyor ki;
Burada, bu davada bir haber değil, tüm haberciliğim cezalandırılmak istendi.
İnsan bilmediğinden korkar.
Ben bunu, yani niye sanık sandalyesinde olduğumu bildiğimden dolayı korkmuyorum.
Sizden de talebim; vereceğiniz kararda korkunun değil, gerçek neyse onun sesi olmanızdır.
(HA)