Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu'ndan Öğr. Gör. Ahu Ersözlü'nün Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Bir yanlışlık olduğunu ve derhal beraat edeceğimi düşündüğümden ilk celse duruşmama hazırlıksız gelmiştim. Beraat edemedim ve bu duruşma için hazırlık yapmam şart oldu.
17 sayfalık iddianameyi okudum. Ama zor okudum çünkü böyle bir metinle ilk kez karşılaşıyorum. Bir de, 20 küsur yıldır yazılı anlatım dersi veriyorum ve iddianameyi okurken bazı alışkanlıklarımı elden bırakamadım; hataları göz ardı edemedim. Mesela adım "Ahu" yanlış yazılmış, bakın: "hu Ersözlü." Topu topu üç harf yazılacaktı; biri yok.
Hiç kolay anlaşılır bir metin değil ama inat ettim; baştan sona okuyup, beni suçlu gösteren delilleri bulup, onlara cevap verecektim. Delil bulamadım. Bu benim ilk ve umarım ki son sanıklık tecrübem ama bildiğim kadarıyla hakkımda delil sunulması gerekiyor. İddia makamının bir iddiası varsa ispatıyla da yükümlü. Şahsi kanaat suçun kanıtı olarak kullanılamaz. En azından ben böyle biliyorum. Öyleyse bu 17 sayfada bir tane bile delil yok. Sanırım bir delil yokluğunu telafi etme yöntemi olarak bol bol "alenen," "esas amaç," "açıkça görülüyor," "gerçek amaç anlaşılıyor" gibi ifadeler var.
Var da, bir şeyin açıkça görüldüğü yazıyor diye o şey açıkça görünür olmuyor. Kanıtlanmış hiç olmuyor. "En iyisi ben giriş sayfasında yazan 'suçu: terör örgütü propagandası yapmak' iddiasını temel alayım, iddianamenin anladığım yerlerini de kullanmaya çalışırım" dedim. Avukatım da etraflıca savunmamı yapar.
Barış için Akademisyenler Bildirisi'ni neden imzaladığımla başlayayım. Kendimi bildim bileli doğu ve güneydoğudan kötü haberler gelir. Kaçılamaz bu haberlerden. Gazete okumaz, haber dinlemezseniz bile ya oralı ya da ağabeyi oralara asker olarak gitmiş ama tabutta dönmüş bir öğrenciniz olur mutlaka. Anlattıklarına yürek dayanmaz. Bazen bu haberler öyle dayanılmazdır ki elinizde bir sihirli değnek olsa da her şeyi durdurabilseniz diye düşünürsünüz. Benim için Barış Bildirisi'ni imzaladığım zaman işte böyle çaresiz hissettiğim bir zamandı.
Normalde aylaklık etmek ya da kafa dağıtmak için gezdiğim bir web sitesinde gördüğüm bir fotoğraf beni mahvetti: kapağı açık bir derin dondurucu, içinde kefene ve plastiğe sarılmış bir çocuk bedeni, üstünde o, tabutlara örtülen, dualar yazılı yeşil örtü. Bildiriyi imzalamadan edemeyecektim. Altı üstü bir imza vererek de barış için gerçekten bir şey yapabileceğimi düşünmemiştim. Hala da terör suçlusu ilan edilmeyi hak etmediğim gibi bu kadar kısa yoldan barış aktivisti payesi verilmesini de hak etmedim diye düşünüyorum.
İddianameyi hazırlayan Savcı'nın da 9. sayfada kabul ettiği gibi, "yasalarda belirlenen eleştiri sınırları içerisinde tepki[mi] dile getirme hakkına sahi[bim]." Ayrıca Sayın Savcı'nın iddia ettiği gibi bu hakkımı kullanırken PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek şekilde propagandasını yapmadım; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını da yapmadım.
Bunları yaptığımı kanıtlayan bir tek delil de sunulmamış zaten. Sunulanlara ben de "sözde delil" diyeceğim. Bunlardan birine göre, PKK'dan birisi aydın ve demokratlara özyönetimlere sahip çıkma talimatı veriyor.
Biz aydın ve demokratız. Bir barış çağrısı yayınlıyoruz. Öyleyse terör örgütü propagandası yapıyoruz. Burada bir mantık hatası var, Latincesiyle bildiğimiz: post hoc ergo propter hoc. "İki şeyin birbiri ardına gerçekleşmesi, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde olduklarını göstermez" manasında.
Mesela komşunun kara kedisi beş kez önümden geçer ben de beş kez yemek yaparken elimi kesersem ve "önümden kara kedi geçince elimi kesiyorum" dersem bu hatayı yapmış olurum; mantıksız laf etmiş olurum. Bu talimat verme/ alma iddiası mantık dışı olduğu kadar rencide edici de bir iddia: ben neden birisinden talimat alayım? Kukla mıyım ben? Kendi iradem yok mu?
Özetle söyleyecek olursam, bu iddianame, benim terör örgütü propagandası yapmam iddiasına dayanak olarak uzun uzun, benimle hiç ilgisi olmayan olaylardan ve kişilerden bahsediyor ve iki mesaj veriyor: birincisi, AİHM buna karşı çıkmaz, merak etmeyin; ikincisi, başka ülkelerde de aynen böyle yapılıyor.
Bakın, 15 ve 16. sayfalarında şöyle yazıyor: "AİHM 'ancak gerçeği kanıtlamak koşuluyla eleştirel değer yargılarında bulunulabileceği' kararına varmış, temelsiz ve mesnetsiz iddialarla devlet ve kurumlarını olumsuz lanse etmeye yönelik beyanları yanlış bulmaktadır. Ayrıca AİHM, 'her türlü temelden yoksun ve kötü niyet taşıyan iftira ve karalama içeren açıklamaların ceza hukuku normlarınca düzenlenebileceğini kabul etmektedir." Şimdi, alıntı gibi görünen ama kaynağına ulaşmak mümkün olmayan bu bilgiyi hiç sorgulamadan, AİHM'nin bu yazılanları yaptığını doğru kabul ediyorum. Ama imza metni böyle değil ki! İçinde kötü niyet taşıyan iftiralar yok.
O dönemde yaşanan insan hakkı ihlallerine dair çok sayıda rapor yazıldı, fotoğrafları basında yer aldı ve burada benden önce çok kişi tarafından hem dile getirildi, hem de ekler halinde sunuldu. Bu iddianame ancak kamu görevlilerinin asla ve asla görevlerini kötüye kullanmayacaklarını varsayan biri tarafından yazılabilir. Bunu varsayınca da "hukuka aykırı eylemlerde bulunan kamu görevlileri var" diyenler yalan söyleyen, kötü niyetli iftiracılar oluyor. Halbuki bu ülkede görevlerini kötüye kullanan kamu görevlileri olduğunu siz de ben de çok iyi biliyoruz.
Çok geçmişe gitmeye gerek yok; Ergenekon davasının bazı savcı ve hakimlerinin ya da 15 Temmuz darbe girişimcisi yüksek düzey askerlerin hukuku, insan haklarını, insan hayatını nasıl hiçe saydıklarını hepimiz gördük. "Savcı/ hakim/ general/ profesör/ doktor/ her kimse asla bunu yapmaz; yaptığını söyleyenler de fesat iftiracılardır" denir mi hiç?
Kanuna bağlı kalması ve huzuru sağlaması gerekirken kamu gücünü kullanarak kanunu çiğneyenler varsa, nerede ve kim olurlarsa olsunlar ortaya çıkarılmaları ve cezalandırılmaları lazım. İmzaladığım bildiri bunun için de bir çağrıydı ve benim hükümete bu çağrıyı yapmaya hakkım var.
Vatandaşı olduğum Türkiye Cumhuriyeti ile aramdaki ilişki "vergini ver, maaşını al" ile sınırlı olamaz. Ben bu ülkenin bir parçasıyım. Burada yetiştim. Evlatlarını yetiştiriyorum. Ölürken "bulduğumdan daha güzel bıraktım ülkemi" diyebilmek istiyorum. Ayrıca ben bir eğitimciyim; bu benim kimliğimin bir parçası. Yanlış yapan herkesi uyarmak benim hep yaptığım bir şey; tutamam kendimi. "Siz öğretmen misiniz?" "hı-hı, belli" laflarını az duymamışımdır. Üstelik burada sokağa çöp atılması gibi basit bir yanlış değil söz konusu olan.
Komşusundan dönerken sokakta vurulan 70 yaşında bir kadın söz konusu; cesedi tam 7 gün çocuklarının gözü önünde o sokakta yatan. Çocuğu diyor ki, başta kıpırdıyordu, tam ne zaman öldüğünü bilmiyorum, "keşke diyorum hemen ölmüş olsa." Yanlışlığı bu kadar ortada bir şeye nasıl ses çıkarmaz insan? Derin dondurucuya bir çocuk koyup üstüne yeşil örtü örtmek nasıl doğru olabilir?
Şunu ısrarla vurgulamak istiyorum: hükümet politikalarını eleştirdim diye devlet karşıtlarının propagandasını yapmış olmadım. Elma olmayan her şey armut değildir. "Masum sivil halk ölmesin" talebinin zıttı "masum sivil halk ölsün" talebidir ve bu ancak bir caninin söyleyeceği bir şeydir.
Sanki "siviller ölmesin" derken "askerler ölsün" diyormuşuz gibi, sivil halkın ölümüne üzülüyoruz da askerin, polisin ölümüne üzülmüyormuşuz gibi bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Böyle saçma şey olamaz! Sanki benim eşim, dostum, kardeşim, öğrencim askere gitmiyor ya da içlerinde hiç polis yok! İnsan hem sivillerin hem güvenlik güçlerinin hayatta kalmasını, barış ve huzur içinde mutlu mutlu yaşamasını isteyemez mi? İddianamede bahsi geçen İspanya ve Birleşik Krallık gibi biz de huzura eremez miyiz sonunda?
İddianame sanki bu ülkelerde hala IRA ve ETA ile çatışma sürüyormuş gibi bir hava yaratılmış ama biteli yıllar oluyor. Bu ülkelerin tarihlerini biraz bilirim. Örneğin Birleşik Krallık'ta 1969 ve 1999 arasında, IRA ile 30 yıllık savaşta kaç kişi hayatını kaybetmiştir, biliyor musunuz? Toplam 3500. Yaklaşık 1800 sivil, 1300 güvenlik gücü mensubu ve 400 IRA'lı. Bunu "ne var canım, altı üstü 3500 ölü" anlamında söylemiyorum.
PKK ile savaşta Türkiye'de sadece 1996 yılında, yani bir yılda 3500 kişi ölmüş. 1984 ve 2018 arasında ölenlerin 6300'ü siviller. Belki yine birileri çıkıp "o işin fıtratında var" diyecek ama 8000 güvenlik gücü mensubu hayatını kaybetmiş. Kim bilir kaçı fakir aile çocukları. Bunun bitmesini istemek nasıl suç olabilir? Barış ve huzur kime kötülük getirebilir? Birleşik Krallık ya da İspanya'da barış görüşmelerinden kim zararlı çıktı?
Silah ve uyuşturucu tacirleri, belki. Karlı çıkan ise bütün ülke; bütün yurttaşlar. Barış içinde yaşamak herkesin hakkı ve herkesi mutlu eder. Ben bile ta buradan sevindim onlar adına, "darısı başımıza" diyerek.
Sayın Hakim, lütfen barış çağrısının, kendisinin tam tersi ile aynı kefeye konmasına izin vermeyin.
Yeterince insan barışı hayal ederse barış gerçekten gelebilir. Halbuki insanlar barışı hayal etmenin bir suç olduğunu sanırsa yeterli sayıya ulaşamayız.
Daha fazla uzatmayayım. Beraatimi talep ediyorum. Suç işlemedim. (AE/HA)