MSGSÜ'den Arş Gör. Sinem Seçer Sipahi'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Hakkımdaki iddianameyi okudum. Burada 3 sene önce “Bu Suça ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye attığım imza ile “terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde” propagandasını yapma suçundan yargılanıyorum.
Bir öğrencimizin derste yaptığı yorum sanırım hem benim burada “barış” istediğim için yargılanıyor oluşumun tuhaflığını hem de neden böyle bir imza atma gereği duyduğumu çok güzel özetliyor:
“Coğrafya kederdir” demişti öğrenci arkadaşım. 90’larda çocuk olmuş “Batı Yakalı” olanlarımız için Doğu’nun kederi kaderi gibi gözükür. Elinde oyuncak, çok daha gündelik dertlerle büyürken, arka fondaki haberlerden, başka bir yerde korkuyla oynayan, sokağa çıkamayan çocukların da olduğunu hissetmek vicdanına, ağırlığını ancak çok sonra anlayacağın bir yük bindirmiştir.
İşte 2013 yılında başlayan şiddetsizlik ve müzakere süreci bu kederin hükümet politikalarıyla bertaraf edilebileceğini şahsıma göstermiş, barışın tesis edilebileceğine dair umut vermiştir. Sürecin sonlanmasıyla, bildirinin ortaya çıktığı dönem bölgede meydana gelenler ise bir o kadar büyük bir korku, 90’ların şiddet ortamına dönme korkusu...
Bu imzayı aslında en çok da kendimi o korkuya teslim etmemek, umutsuzluğun gölgesi umudumu karartmasın diye, hala yapılabilecek bir şeyler olduğunu görebilmek, gösterebilmek için attım.
Öncelikle iddianameye konu olan bildiriyi tamamen kendi irademle, hiç bir örgüt ya da kişiden talimat almadan imzaladığımı beyan etmek isterim.
Şiddetin her türlü görünümüne karşı duran biri olarak bildirinin şiddeti teşvik ettiği, dolayısıyla benim de şiddeti meşru gördüğüm iddiasını kesinlikle reddediyorum.
Bildiriye konu olan dönemde insan hakları alanında çalışan ulusal ve uluslararası örgütler, yayınladıkları raporlarla yaşanan hak ihlallerini, halkın en temel hizmetlerden ve can güvenliğinden mahrum olduğunu göstermiştir. Bu dönemde sosyal medya aracılığıyla bölgeden gelen haberler ise insanı kendi aldığı nefesten utandıracak cinsten hikayelerdi.
Bildiri metni, içeriğinden açık bir şekilde anlaşıldığı üzere bu durumun son bulması ve barışın yeniden tesis edilmesi için temel aktör olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni muhatap görerek göreve çağırmakta ve kamuoyunda bir farkındalık yaratma amacındadır. Dolayısıyla, ben de bu imza ile bir vatandaş olarak bu meşru uyarının bir parçası olmak istedim.
Mizah ile, akademik araştırmalarla, sanat yoluyla, medya aracılığıyla yapılan toplu çağrılarla, eleştirel bir kamusal alanın varlığını sağlamak, demokratik olduğu iddiasındaki bir ülkede yargılanmamalı.
Değerli hocalarım tarafından defalarca ortaya konulduğu üzere, hukuk, düşünceleri yargılayan siyasi bir araç değil, Anayasa’nın 25. Maddesinde de belirtildiği gibi fikrin özgür beyanını koruyan bir haklar bütünü olmalı. 25. maddenin 2. fıkrasına göre “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Türkiye, 1949 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni, 1950 yılında Avrupa İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’ni imzalayarak da düşünce özgürlüğünü güvence altına alacağına dair uluslararası arenada taahhüt altına girmiştir.
Düşünce özgürlüğü kapsamına giren bu tür kuvvetli, kamuoyu yaratan eleştiriler, dikkate alındığı takdirde hükümetlerin ulusal ve ulusötesi meşruiyetlerini sağlamlaştırır, onları güçlendirir.
Kişinin eleştirel de olsa fikrini beyan etmesinin asla bir suç değil, temel bir vatandaşlık hakkı, hatta kimi zaman görevi olduğunu düşünüyor ve derhal beraatımı talep ediyorum. (SSS/TP)