Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzaladığı için "Terör örgütü propagandası" suçlamasıyla yargılanan Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Volkan Çidam'ın 24. ACM'nin "örgüte üye olmamakla beraber örgüte yardım" suçlaması ihtimaline binaen istediği ek savunmasını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
12.06.2018 tarihli savunmamda da belirtmiş olduğum gibi bireysel hak ve özgürlükleri temel alan demokratik bir toplum düzeninde, kaynağı ne olursa olsun şiddetin yerinin olmadığına dair inancım sebebiyle dava konusu olan Barış Bildirisini imzaladım.
Özü itibariyle metin, vatandaşlık bağıyla bağlı olduğum Türkiye Cumhuriyeti’ne, Anayasanın 25. ve 26. maddeleri ve uluslararası antlaşmalarla korunan ifade özgürlüğü hakkı çerçevesinde, barış (“çözüm”) sürecine geri dönme çağrısında bulunmuş ve sivil halkın zarar görmesine neden olabilecek, ağır silahlarla sürdürülen operasyonların son bulmasını talep etmiştir.
Demokratik toplumlarda sorunlar müzakere yoluyla çözülür. Bunu hatırlatmak her vatandaşın hakkı ve aynı zamanda görevidir.
Aynı Barış Bildirisinin delil olarak sunularak yüzlerce akademisyenin yargılandığı bu davalarda sanıklar farklı suçlamalarla karşılaşabiliyorlar.
Ben de mahkemenizde ek savunmasını veren Sayın Dr. Ahmet Ersoy gibi anlamadığım nedenlerden ötürü birinci duruşmamda bana istinat edilen “terör propagandası” suçlamasına ek olarak TCK 314/2’den “örgüte üye olmamakla beraber yardım etme” suçlaması “ihtimaline binaen” yargılanıyorum.
Yine Sayın Ersoy’un ifade ettiği üzere bu konuda ek bir delil de sunulmadığından kendimi nasıl savunacağım konusunda bir fikrim yok.
Bu nedenle ilk savunmamdan bu yana geçen süre zarfında verilmiş onlarca birbirinden değerli savunmadan aklımda kalanlar ışığında savunmamda vurguladığım bazı hususlar üzerinde tekrar durmayı uygun görüyorum.
Mesleğimi üniversitenin bir kurum olarak içinde barındırdığı değerlere inanarak seçmiş bir akademisyen olarak, 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası akademik özgürlüklere getirilen sınırlamalara rağmen, üniversite idealinin ülkemizde ayakta kalabilmesini, bu değerlere duyulan özverili sadakate borçlu olduğunu düşünüyorum.
Mesleğimin, Max Weber’in kullandığı anlamda bir “görev aşkı,” “görev çağrısı” olarak akademisyenlik mesleğinin, dayandığı en temel değer “sözün gücünü”, “şiddettin sözcülüğüne” karşı korumaktır.
Bu nedenle imzaladığımız Barış Bildirisinin yanı sıra, bu kitlesel dava çerçevesinde verilen savunmaların her birini barışın olduğu kadar sözün, yani bir eyleme biçimi olarak düşüncenin ve üniversite idealinin de birer savunusu olarak görüyorum.
İlk savunmamda da ifade ettiğim gibi başkalarının aklıyla kamusal alanda kendime yer edinmeyi ne kişisel vicdanıma, ne de mesleki ahlakıma sığdırabilirim.
Aksine, mesleğim bana sözün gücünü savunmanın en güvenilir yolunun, kendi aklıyla düşünebilme yetisini bir cesaret meselesi olmaktan çıkarıp her bireyin kendini özgürce ifade edebileceği, bir kişi ya da grubun tahakkümünü değil, ortak aklın sesini geçerli kılacak bir kamusal alan için mücadele etmek olduğunu söylüyor.
Verdiğimiz savunmalar bu mücadeleye katkı sağlıyor, birbirimizden öğreniyoruz.
Önceki savunmamda hakkımızdaki iddianamenin içeriğine dair hukuki tutarsızlıkların teşhiri için Sayın Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun 36. Ağır Ceza Mahkemesinde 21 Aralık 2017’de verdiği beyanın savunmama eklenmesini talep etmiştim.
Ek savunmamda da iddianamedeki hakaret addettiğim akıl yürütmelerin mantık açısından bir analizini sunan Sayın Prof. Dr. Berna Kılınç’ın 35. Ağır Ceza Mahkemesinde 18 Eylül 2018’de verdiği beyanın savunmama eklenmesini talep ediyorum.
TIKLAYIN – Berna Kılınç’ın Beyanı
Bir takım niyet okumalar ve en basit mantık kurallarını hiçe sayan akıl yürütmelere dayalı iddianameden yola çıkarak organik ya da dolaylı olarak hiçbir bağımın olmadığı bir örgütün propagandasını yapmak ve hatta bu örgüte yardım etmekle suçlanıyorum.
Söz konusu örgütü öven, örgütün şiddet eylemlerini olumlayan hiçbir beyanım olmamıştır. Örgütün hiçbir toplantı ya da çalışmasına da katılmadım.
Sayın savcının bir bildiği varsa mahkemeye delil olarak sunsun. Böylelikle kamuoyunun da merakı giderilmiş olur.
Bir önceki savunmamda değindiğim bir başka husus barış talebimiz nedeniyle hakkımızda açılan davaların siyasi nitelikte olduğu tespitiydi.
Siyasal davaların siyasal kriz dönemlerine işaret ettiklerini, toplumsal kutuplaşmalardan beslendiklerini ve çoğunlukla küçük bir gruba atfedilen şeytani bir sözde kudrete karşı kamuoyunda ilan edilen milli seferberliğin bir sonucu olduklarını belirtmiştim.
İçinde bulunduğumuz coğrafyada oldukça yaygın olarak görülen aydın-düşmanlığı maalesef bir gelenek haline gelmiş durumda. Tarihsel olarak çok gerilere gitmeye gerek yok.
Cumhuriyet Tarihi içinde kalacak olursak, Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar barışın sözcülüğünü yapmış onlarca aydının suikasta kurban verilmiş olması bu hazin geleneğin yansıması.
Kamusal alan ve tartışma kültürünün kurumsallaşamadığı ülkemizde, aydınların ortak aklın üretilebilmesi için oynayabildikleri rol son derce kısıtlı olmasına rağmen, barış talebinde bulunan aydınlara medya aracılığıyla sistematik bir linç kampanyasının başlatılmış olması rastlantısal değil, bu geleneğin bir ürünüdür.
Bu gelenekle, yani geçmişimizle hesaplaşılmadıkça bu düşmanlığın aydınlarla sınırlı kalamayacağını, aykırı düşüncelere tahammülü olmayan homojen bir şiddet toplumuna doğru yol alacağımızı öngörmek için kahin olmaya gerek yok.
Sayın Prof. Dr. Şemsa Özar’ın daha iyi dile getiremeyeceğim ifadesiyle “İşçisine düşman, komşusuna düşman, kendi hariç herkese düşman yaratan bir ülkede huzur ve keyif içinde değil, korku içinde yaşanır. Korku üretilir, herkes herkesten korkar. Gece başınızı yastığa korkuyla koyarsınız...
Düşmanlığı ortadan kaldırmanın ilk adımı barış ortamını tesis etmekten geçer. Birlikte huzur içinde yaşamanın en birinci koşulu barışmaktır.”
Bugün ek savunmamı verdiğim için “İlerleme Düşüncesi” üzerine verdiğim dersi üzülerek iptal etmek durumunda kaldım.
Dersi işleyebilseydik bir önceki savunmamda adından çokça bahsettiğim Kant’ın Dünya Yurttaşlığına Yönelik Evrensel Bir Tarih Düşüncesi adlı makalesini inceleyecektik.
Kanunların yaptırımlarına dayalı, Kant’ın patalojik olarak nitelendirdiği toplumsal bir bütünden, kişilerin bireysel ve kamusal otonomilerinin güvence altına alındığı, bir başka deyişle her bir bireyin kendi yaşamı hakkında mutlak otoriteye sahip olabileceği bir topluma doğru ilerlemenin ancak barışın tesisi ile mümkün olabileceğini söylüyor Kant.
Bu ilerlemenin dinamiğini açıklamak için kullandığı metafora ise dünya çapında ünlü komünist şairimiz Nazım Hikmet’ten dolayı aşinayız.
Ormanda ışığa ve havaya ulaşma çabası içindeki ağaçlar, bu rekabet içeren birliktelikleri sayesinde göğe doğru yükseliyor, güzel ve sağlıklı bir gelişim sergileyebiliyorlar. Ormanın kıyısında köşesinde kalan ağaçlar ise havaya ve güneşe sahip olmalarına rağmen, sahip oldukları serbestiyet nedeniyle kavruk kalıyorlar.
Bir prensip olarak cumhuriyeti ve kamusal alanda verilen mücadeleleri de tıpkı bu havaya ve ışığa duyulan ihtiyacın ürünü olarak görmeliyiz, diyor Kant.
Oysa şairimiz daha güzelini söylemiş: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Bu hasretin, demokratik bir cumhuriyet idealinin ve bunun ön koşulu olarak toplumsal barışın tesisinin hepimizin hasreti olmasını temenni ediyorum.
Bana istinat edilen suçlamayı reddediyor ve beraatımı talep ediyorum. (VÇ/TP)