"Siyasal ve askeri casusluk" suçlamasıyla gözaltına alınan DEVA Partisi kurucu üyesi Metin Gürcan, çıkarıldığı nöbetçi sulh ceza mahkemesinde tutuklanarak cezaevine gönderildi.
İstanbul’da “Siyasal ve askeri casusluk” suçlamasıyla gözaltına alınan Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) kurucu üyesi Metin Gürcan, çıkarıldığı nöbetçi sulh ceza mahkemesince tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Gürcan, İstanbul’daki işlemlerinin ardından Ankara’ya getirildi. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde sorgusu tamamlanmasının ardından hastanede sağlık kontrolünden geçirilen ve adliyeye sevk edilen Gürcan, Cumhuriyet Savcısı’na ifade verdi.
Savcılık sorgusunun ardından, tutuklama istemiyle Nöbetçi Sulh Ceza hakimliğine sevk edilen Gürcan, “gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etmek” suçundan tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Suçlamayı reddetti
BBC Türkçe’de yer alan habere göre sorgusunda, yabancı misyon görevlileriyle zaman zaman bir araya geldiğini belirten Gürcan şunları söyledi:
“Bu görüşmelerde, Türkiye ve Orta Doğu üzerine hazırladığım ülkelerdeki haftalık gelişmeleri içeren çizelge ve analizleri paylaştım. Ancak casusluk iddialarını kesinlikle kabul etmiyorum. Hiçbir diplomatla gizlilik derecelerinde resmi bilgi ve belgeyi paylaşmadım.
“2019 yılından itibaren kişi ve kurumlara tamamen açık şekilde danışmanlık hizmeti veriyorum. Karşılığında bana ödeme yapılıyor. Türkiye, Suriye, Irak, İran, Ukrayna, Afganistan ve Libya gibi ülkelerdeki gelişmeleri herkesin erişimine açık kaynaklardan derledim.”
Ne olmuştu?
DEVA Partisi kurucu üyesi Metin Gürcan, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal veya casusluk amacıyla temin etme” suçlamasıyla yürüttüğü soruşturma kapsamında 26 Kasım’da İstanbul’daki evinde gözaltına alınmıştı.
DEVA Partisi lideri Ali Babacan, Gürcan'ın gözaltına alınmasının ardından yaptığı bir konuşmada "Bu işin arkasında eğer siyasi niyet varsa, bilsinler ki DEVA kadrolarını asla yıldıramazlar" demişti.
Metin Gürcan hakkında
Emekli asker, akademisyen, siyasetçi.
1976 Bozöyük/Bilecik doğumlu. 1998 yılında Kara Harp Okulu’ndan Sistem Mühendisi Piyade Teğmen olarak derece ile mezun oldu.
1998-2014 yılları arası Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değişik birimlerinde çalıştı. Akademik çalışmalarına devam edebilmek maksadıyla zorunlu hizmetini bitirmeyi müteakip 2015 yılı Ocak ayında kendi isteği ile emekli oldu. Meslek hayatının yaklaşık 8 yıllık bölümü Güneydoğu Anadolu bölgesi, Irak, Afganistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da çeşitli operasyonel faaliyetler, irtibat ve eğitim görevlerinde geçti.
2008-2010 yılları arasında ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü’nde ‘Bölgesel Kürt Yönetimi ile Bağdat merkezi yönetimi arasındaki çevre-merkez ilişkisi’ adlı teziyle Güvenlik Çalışmaları alanında master derecesi aldı.
Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde TSK’nın kurumsal dönüşüm kapasite ve isteği konusunda yazdığı doktora tezini Nisan 2016’da savunarak doktorasını tamamladı. Bu çalışmasını 2018 yılında ‘Opening the Blackbox: Turkish Military Before and After July 15’ adıyla kitap olarak bastı.
2009 yılında Solomon Asch Conflict Center/ Bryn Mawr College’de ve 2014 ile 2015 yıllarında yılında Oxford Üniversitesi Savaşın Değişen Karakteri (Changing Character of War-CCW) programında misafir araştırmacı olarak çalıştı.
Turkish Studies, Small Wars Journal, Dynamics of Asymmetric Conflict, Perceptions gibi uluslararası hakemli dergiler ve ulusal hakemli dergilerde; çatışmanın değişen doğası, terörizm, ayaklanma ve ayaklanmaya karşı koyma, sivil-asker ilişkileri, dış politika ve askeri strateji konularında yayımlanan 22 akademik makalesi (3’ü SSCI) bulununuyor. Ayrıca çeşitli haber sitelerinde güvenlik konularında yazıları periyodik olarak yayınlanıyor.
Oxford Universitesinden Prof. Robert Johnson ile beraber editörlüğünü üstlendiği The Gallipoli Campaign: The Turkish Perspective (Çanakkale Savaşı: Türk Perspektifi)” adlı İngilizce kitabı Nisan 2016’da basıldı. ‘What went wrong in Afghanistan?: Understanding Counterinsurgency in Tribalized, Rural, Muslim Environments (Afganistan’da Ne yanlış Gitti? Aşiret Yapılı Kırsal Müslüman Bölgelerde Ayaklanmaya Karşı Koymayı Anlamak)” adlı İngilizce kitabı Mayıs 2016’da basıldı. (Kaynak)
İstanbul Barosu, Daştan ve Bilgin için yaptığı açıklama nedeniyle ifade verecek
İstanbul Baro Başkanı ve yönetim kurulu üyeleri, gazeteci Nazım Daştan ve Cihan Bilgin'in SİHA'larla öldürülmesinin ardından yaptığı açıklama gerekçe gösterilerek başlatılan soruşturma kapsamında ifade verecek.
İstanbul Baro Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve yönetim kurulu üyeleri, haklarındaki "terör örgütü propagandası yapmak" ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak" suçlamalarıyla yarın (7 Ocak) ifade verecek.
İstanbul Barosu, 19 Aralık’ta Kuzey ve Doğu Suriye’de SİHA saldırısı sonucu öldürülen Nazım Daştan ve Cihan Bilgin için açıklama yapmış ve çatışma bölgelerinde gazetecilerin hedef alınmasının savaş suçu olduğunu belirtmişti.
Bu açıklamanın ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, açıklamayı gerekçe göstererek Kaboğlu ve yönetim kurulu üyeleri hakkında resen soruşturma başlattığını duyurmuştu.
İstanbul Barosu, sosyal medya hesabı X’ten yaptığı açıklamada ise Kaboğlu ve yönetim kurulu üyelerinin yarın ifade vereceğini belirtti.
Açıklamada Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan ve çeşitli illerden çok sayıda Baro Başkanı ve Yönetim Kurulu üyesinin de destek için adliyede olacağı ifade edildi.
Kürt meselesi çözülmeden yeni bir siyaset mümkün mü?
"Barış olmadan demokrasi olmuyor" diyen Elmas, şu detaya dikkat çekiyor: "Doğru kabul ettiğimiz yanlış ön kabullerimizi değiştirmeye vesile bu deneyimler. Milliyetçi ya da otoriter liderler nasıl barış yapacak diyoruz. Ama Güney Afrika ya da Kolombiya’ya bakıyoruz ve olabildiğini görüyoruz."
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını derinden etkileyen en önemli meselelerden biri hiç kuşkusuz Kürt meselesi.
Akdeniz Kadın Arabulucular Türkiye Anteni Üyesi Dr .Esra Elmas’a göre, bu sorun, ülkenin pek çok krizinin merkezinde yer alıyor ve çözüm önerileri olmadan yeni bir siyaset inşa etmek, özellikle demokratikleşme ve toplumsal barış açısından imkansız görünüyor.
Son dönemde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Kürt meselesine dair yaptığı açıklamalar, Türkiye’de siyasetin yeni bir döneme evrilebileceğini işaret eden önemli bir adım olarak değerlendiriliyor.
Bahçeli’nin tavrı, sadece siyasi bir manevra mı, yoksa kalıcı bir değişimin habercisi mi? Dr .Esra Elmas’a göre, bu soruya verilecek cevap, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin siyasi geleceğini de şekillendirebilir.
Elmas, "Bir de doğru kabul ettiğimiz yanlış ön kabullerimizi değiştirmeye vesile bu deneyimler. Milliyetçi ya da otoriter liderler nasıl barış yapacak diyoruz. Ama Güney Afrika ya da Kolombiya’ya bakıyoruz ve olabildiğini görüyoruz" diyor.
“Çatışma varken çok yönlü azalma ve küçülme var”
Sizce Bahçeli’nin son dönemdeki söylemleri gerçekten yeni bir dönemin habercisi mi, yoksa geçici bir siyasi manevra mı?
Önce şunu söylemek lazım: Türkiye’de siyaset, ülkenin gerçek sorunlarına çözüm üretemediği için çok uzun zamandır krizde zaten. 2016’dan bu yana daralan ve en sonunda bir siyasetsizlik halini alan siyaset alanı, uzun süredir aktörleri bir değişime, bu anlamda yeni bir döneme zorluyor.
Son seçimlerde 22 yıllık iktidar değişmedi ama toplum değişim talebinden de vazgeçmedi. Hatta iktidarı iktidarda tutarak ama ona bugüne kadar ki en büyük kaybı yaşatarak, muhalefeti iktidar yapmayarak ama onu da bugüne kadar hiç olmadığı kadar iktidar olmaya yaklaştırarak bir dengede tutuyor seçmen ve her ikisini de bugüne kadar yapageldikleri siyaseti değiştirmeleri yönünde zorluyor.
Çünkü Türkiye’nin biriken ve değişen bölgesel ve küresel dinamiklerle her gün yeniden şekillenen sorunlarını mevcut siyaset(ler)le çözülemeyeceği açık. Kürt meselesi ise zaten hep masada... Türkiye’nin pek çok sorununu ortak kesen bir mesele ve aslında bir imkan olarak da masada… Türkiye’de yeni bir siyaset ihtiyacı kendini Kürt meselesine el atmadan hem kurmaz hem de kuramaz da zaten.
Kamuoyu araştırmalarında Türkiye’nin en önemli problemi ne diye sorulduğunda kimisi göçmenler diyor, büyük çoğunluk en önemli problem ekonomi diyor, her kesim farklı zamanlarda da olsa ülkedeki demokrasi sorununu kabul ediyor; son dönem hatırı sayılır ve siyaseten farklı yelpazelerdeki insanlar hak, hukuk ve adalet konusunda güven duygusunun bitme noktasına gelmesini en büyük sorunlardan biri olarak görüyor. Gençler fırsat eşitliği yok diyor, gelir dağılımındaki eşitsizlik korkunç diyor yahut kadınlar bütün bunlara ek olarak öldürülüyoruz, güvende değiliz diyor.
Ve bütün bunların da Kürt meselesiyle doğrudan bir ilişkisi var. Son 40 yılı şiddet içeren bir mesele bu sonuçta. Kürt meselesinin insani maliyeti vahim ama ekonomik maliyeti de büyük. Ülkenin kaynaklarını denetlenemez bir şekilde, eğitim, bilim, sanat, teknoloji ya da sağlık için değil, bunun için harcıyorsun.
Ama sadece güvenlikçi bir yaklaşımla son 40 yılda meseleyi çözüme kavuşturabilmiş de değilsin. Bununla da bitmiyor. O şiddet devam ettikçe güvenlikçi politikalar güç kazanıyor, özgürlükler ve siyaset alanı daralıyor, siyasete ayrımcı bir öfke dili hâkim oluyor, toplum kutuplaşıyor, hukukun aşınıyor yani sürekli demokrasinden tasarruf ediyorsun. “Millet açken demokrasinin ne önemi olur” diyecekler olur. Ama hukuk olmayan yerde özgürlük, demokrasi olmadığı gibi yatırım, istikrar ve para da olmuyor. Yani çok yönlü küçülüyor ve azalıyorsun.
Çok uzun bir cevap oldu ama Kürt meselesi Türkiye’deki pek çok meselenin merkezinde oturur ve tam da o yüzden yeni bir siyaset ihtiyacı kendini bu mesele üzerinden açığa vurur. Bu açıdan bir imkandır Kürt meselesi yeni bir siyaset inşa etmek için.
“Herkes sorumluluk alırsa yeni bir dönemden söz edebiliriz”
Bu imkanı biraz daha genişletir misiniz?
Bu yüzden Bahçeli’nin çıkışı salt siyasi manevra dahi olsa, tarihi bir çıkış ve değerli. Sonuçta AK Parti MHP ittifakının ilk gününden beri Kürt meselesi bağlamında olası bir çözüm önünde en büyük engelin MHP ve Bahçeli olduğu düşünülüyordu. Şimdi sorun olarak görülen Bahçeli, bu konuda çözüm istiyorum diyor. Bunda ısrar da ediyor. Bu imkan değil mi? Siyaset bu imkânı mazeret üretmeden değerlendirmektir, içini doldurmaktır.
Ayrıca Bahçeli’nin üç aydır kararlı bir şekilde yaptığı çıkışın arkasında durması, somut önerilerle iddiasını ve önerisi sürdürmesi ve nihayet hükümetin Öcalan ile temasın önünü açarak yeni bir sürecin hayata geçmesine aracılık etmesi siyasi manevra iddiasını zayıflatırken, yeni bir siyaset tezini güçlendiriyor.
Tabii ki son kertede sürecin nasıl bir hüviyet kazanacağında Bahçeli ve Erdoğan’ın yanı sıra sürece taraf olan diğer aktörlerin tutumu da etkili olacak. Bugüne kadarki fotoğraf yeni bir siyaset ihtimalini daha fazla onaylıyor.
Eğer bu meseleyi çözmek bu toplum ve siyaset(ler) bir önem taşıyorsa, en ufak imkân dahi değerlendirmeli. Herkes en doğru bildiği reçeteyle bu işte bir sorumluluk alırsa o zaman yeni bir dönemden bahsedebiliriz.
“Tek hamlede çözüme kavuşturan bir tecrübe de yok zaten dünyada”
Türkiye’de Kürt meselesinin çözümüne yönelik geçmişteki süreçler genelde başarısızlıkla sonuçlandı. Sizce bu süreçlerin en temel eksiklikleri nelerdi?
Türkiye’deki teşebbüsler kesintiye uğradı demek daha doğru olur. Bu alanda yeterince uzun zaman ve farklı çatışma çözümü örneklerini de inceleyerek çalıştığınızda aslında her başarısızlığın başarı için bir şart, bir birikim olduğunu da görüyorsunuz. Çok klişe gibi geliyor bu kulağa biliyorum ama bir yandan da gerçek...
Büyüye falan inanmıyorsak, sadece bir kere teşebbüs edip de yıllar içinde kök salıp dallanıp budaklanmış siyasi sorunları öyle tek hamlede çözüme kavuşturan bir tecrübe de yok zaten dünyada.
Bilgi Notu: Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan, PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmek üzere İmralı Adası’na gitti.
Adalet Bakanlığı, DEM Parti'nin Öcalan'la görüşme için 26 Kasım'da yaptığı resmi başvuruya olumlu yanıt vermişti.
Ülkelerden örnekler anlatır mısınız?
Filipinler’de 70’lerin sonundan başlatacak olursak, barış arayışları 44 yıl sürüyor. Bu sürede defalarca kesintiye uğruyor süreç(ler). Kuzey İrlanda’da 25 yıllık bir çatışma var ve 1994’te imzalanan barış anlaşmasından bu yana barış hala inşa ediliyor.1994’de barış anlaşması imzalanmadan bir gün önce taraflar hala pek çok konuda farklı düşünüyor.
Hatta fiziken bir araya gelmiyorlar mesela ama anlaşmaya varmak mümkün oluyor o şartlarda bile. Kolombiya’da da, bir barış anlaşmasına varmadan önce defalarca çözüm masa(lar)ı devriliyor. Dolayısıyla sabrımızı, ülkede uzun bir çatışma ama kısa bir barışma tarihimiz olduğunu kendimize hatırlatarak dirençli hale getirmek zorundayız.
Sizce Türkiye’deki çatışma süreçlerinin çözümündeki en önemli eksiklik neydi ?
Türkiye’deki son çözüm girişimini ele alacaksak, meseleye direnç gösteren kesimlerin sürecin parçası yapılmaması en büyük eksiklerden biriydi.
Kapsayıcılık problemi vardı yani. O dönem iktidar, muhalefeti sürecin parçası yapmaya yeterinde özen göstermedi. O dönemin muhalefeti de bir çözüm fikri konusunda hem çok hazırlıksız hem de bilgisizdi maalesef. Konuya iktidar karşıtlığının ötesine geçerek özgül ağırlığıyla muamele edemedi. Önemli fırsatlar kaçtı. Bugün durum farklı.
Bir önceki süreçte en temel dezavantajlardan biri de devletin sivil toplumdan çok daha fazla hazırlıklı olmasıydı. Devletin hazırlıklı olmasından sakınca yok ama sivil toplumun bu hazırlıktan yoksun olması önemli bir eksikti.
Sivil toplum derken medyasından, iş dünyasına, sendikasından sivil toplum kuruluşuna hepsini katarak konuşuyorum. O dönem sivil toplum devletin yürüttüğü bir süreci adeta peşinden koşarak yakalamaya çalışarak takip etti. Sadece eleştirmek yetmez, eleştirinin yanı sıra iyi bir çalışmaya dayanan yapıcı ve çözüm odaklı öneri ve katkı da sunmak lazım.
Hem çözüm süreci hem de çözüm sürecinin kesintiye uğramasından bence Türkiye’de sivil toplum fena bir ders çıkarmadı ve bugün Türkiye’de sivil toplum olası bir sürece çok daha hazırlıklı ve anlamlı bir katkı sunabilir.
Diğer bir eksik ise olası bir barışın Türkiye toplumuna kazandıracakları çeşitlilik yelpazesinin genişliğince kamuoyuna aktarılamamasıydı. Bu ülke çok büyük bir ülke ve siz herkese barışı istemek için bir sebep vermek, daha doğrusu barışın neden bir ihtiyaç olduğunu, sadece Kürd’ün değil aynı zamanda Türk’ün de ihtiyacı ve menfaati olduğunu iyi anlatmak zorundasınız.
Bu da maalesef sadece “analar ağlamasın” diyerek, “demokrat olmak bunu gerektirir” diye üst perdeden konuşarak ya da “kardeş kanı akmasın” temenniyse olmuyor. Elbette ki insanımız ölmesin ve analar ağlamasın ama bu ülkede koşullar o kadar uzun zamandır o kadar zor ki ve olağanüstü bir gündemle toplum o kadar düşünemez halde ki bir toplumun sadece insan yanına seslenmeniz yetmez. İnsanların “benim anam ağlayacağına başkasının anası ağlasın” demesinin önüne geçmek gerekiyor.
İngiliz İşçi Partisi’nin kuruluş hikayesi çok anlamlı bu bağlamda. İngiliz İşçi Partisi’nin kurulmasına giden süreç aslında bir grup Hristiyan’ın işçi mahallerine İsa’yı anlatmak üzere gitmesiyle başlıyor. Hristiyanlar işçi mahallelerine gittiklerinde işçilerin nasıl koşullarda yaşadıklarını, o yoksulluğu, perişanlığı görünce diyorlar ki “Bu şartlarda kim İsa’yı anlayabilir ki?
Önce bu koşulların bu insanların İsa’yı/müjdeyi duyabileceği ve anlayabileceği şekilde değişmesi lazım”. Bizimki de biraz öyle bir vaziyet. İnsanlara barışın sadece insani kazanımlarını değil toplumsal, kültürel, ekonomik kazanımlarını da anlatmalıyız mesela. İnsanlar çıkarlarının barıştan geçtiğini anlamalı.
Herkesin vicdana gelmesini ya da demokrat olmasını beklemek bir yeryüzü cenneti beklemek demek ve hayalcilik. Bence barışa sahip çıkmada hiçbir gerekçenin bir diğerinden daha az değerli olduğunu ima eden bir dile ya da bakışa başvurmamak lazım. Kimisi barışı çocukları ölmesin diye, kimisi ayrımcılığa uğramamak için, kimisi ben ağladım başka analar ağlamasın diye ve kimisi de gideyim ticaret yapayım daha çok para kazanayım diye ister ve istesin. Yeter ki bunun kendi çıkarına, faydasına olduğuna ikna olsun. Bence olası yeni bir süreçte, insani boyuttan ayrılmayacak şekilde barışın getirilerinin çeşitliliği konusunda titiz bir çalışma ve iletişim yürütülmeli.
Olmazsa olmaz değil belki ama bir diğer konu o dönem konunun tarafları bu konuda mutabık olsa da bence üçüncü tarafın yokluğu bir eksikti. Bundan sonraki olası bir süreçte meseleyi çözmeye çalışan tarafların üstünde uzlaştıkları bir üçüncü gözün olması sürecin başarıya ulaşmasına katkı sunabilir.
Örneğin Türkiye Filipinler’deki sürecin üçüncü gözlerinden biridir. Silahsızlanma komisyonunun da başında. Üçüncü göz yaygın kanının aksine bir anlaşmayı şekillendiren merci değildir. Bir kişi, bir devlet, bir kuruluş, bir grup kuruluş ya da bunların hepsi ya da bir karması şeklinde oluşturulabilir.
Üçüncü taraf gözlemcidir, hakemdir bir nevi ve içeriğe karışmaz ama tarafların başarıya ulaşması için kolaylaştırıcılık, gözlemcilik, hakemlik gibi farklı şekillerde katkı sunar. Son olarak o dönem hem Türkiye’deki iç siyasi gelişmeler hem de bölgedeki jeopolitik dinamikler de sürecin kesintiye uğramasında etkili oldu.
Türkiye’nin de benzer avantajları yok mu sizce?
Sonuçta bugün bence Türkiye, Kürt meselesinin çözümü bağlamında düne göre çok daha fazla avantaja sahip. Bugün pek çok dinamik olumlu yönde farklılaşmış durumda. MHP’nin sürece öncülük yapması, muhalefet partilerinin sürece karşı olmaması, siyasetin olabilecek en geniş konsensüsle sürece katkı sunmaya yatkın olması ve bölgesel dinamiklerin eskiyle kıyaslanmayacak kadar uygun olması… Hepsi birer avantaj.
Önceki süreç, Türkiye’de barışın bir norm olmasını sağladı bence. Bugün kimse bu iş silahla çözülür demiyor sorduğunuzda. Bu meseleyi eninde sonunda siyaset çözecek deniyor. İktidarı muhalefeti de barış konusunda sorumluluk almaya hazırız diyorsa bu avantajlı bir başlangıç.
Bu sürece kimler sahip çıkarsa onlar şekil verir. Kimse kimseyi bahane etmeyip bu süreci sahiplenirse, bu sürecin içinde yer alırsa o zaman bu süreç de kimsenin dar siyasi çıkarına hizmet etmez ülkenin tamamının barışına huzuruna ve refahına hizmet eder hale gelir.
Tabii en önemli bir diğer konu sürece katkı sunacak insanların yaşanabilecek olası aksamalar ya da kesintiler sonrasında süreçteki faaliyetleri nedeniyle yargılanmaması ve suçlanmaması. Yani sürecin hukuki koruma ve alt yapıyı oluşturmak da olmazsa olmazlardan biri.
Güney Afrika ve Kolombiya gibi dünya örneklerini incelediniz, sizce Türkiye’nin Kürt meselesinde bu deneyimlerden nasıl dersler çıkarabileceğini düşünüyorsunuz?
Bu işi yapanların hep tekrar ettikleri bir şey var, ben de bu tekrara başvuracağım. Dünya örnekleri aslında yapılan hatalar bakımından önemli dersler çıkarmamıza yardımcı olur.
Yani dünyadaki her çatışma biriciktir ve bir yerde işe yaramış bir modeli bir diğeri için kopyala yapıştır şeklinde uygulayamazsınız, bundan sonuç da alamazsınız. Herkes kendi sorununa kendisi biricik bir çözüm bulmak zorunda ama dünya örnekleri bize bir ekipman çantası sağlıyor. En azından daha önce yapılmış hatalara düşmemek için önümüzdeki birikimden faydalanıyoruz.
Mesela bu deneyimler sayesinde biliyoruz ki bir süreç kapsayıcı olmalı, en çok direnenlere de masada bir yer ayrılmalı, kadınlar müzakere masalarında olmalı çünkü kadınların karar alma süreçlerine aktif olarak yer aldığı süreçlerin hem başarılı olma hem de kalıcı olma ihtimali daha yüksek.
Bir de doğru kabul ettiğimiz yanlış ön kabullerimizi değiştirmeye vesile bu deneyimler. Milliyetçi ya da otoriter liderler nasıl barış yapacak diyoruz. Ama Güney Afrika ya da Kolombiya’ya bakıyoruz ve olabildiğini görüyoruz.
Bir başka faydası da dünyada sorun yaşayan tek ülke olmadığımız bilgisini idrak ettiriyor bize bunlar. Bizimkinden çok daha zor çatışmalar dahi çözülebiliyor biz neden çözemeyelim diyoruz bunları çalıştıkça.
“Barış olmadan demokrasi olmuyor” diyorsunuz bir yazınızda, Türkiye’deki mevcut siyasi ve toplumsal atmosfer, barış için gerekli olan demokratik zemini oluşturmak açısından yeterli mi?
Türkiye’de demokrasi ve uzlaşma kültürü son 10 yılda çok yara aldı. Yürüdüğümüz çok yolu geri yürüdük ama hiçbir deneyim ve o deneyimin bilgisi tamamen yok olmaz. Az önce de dediğim gibi, daha önce teşebbüsler bu ülkede bu ve benzeri meselelerin güvenlikçi yöntemlerle değil demokratik yöntemlerle yani siyasetle çözüleceğini öğretti.
Ben toplumun çatışmaktan, sürekli kavga ve teyakkuz halinde olmanın yükünden yorgun olduğunu ve siyaset doğru düzgün bir strateji ve yol haritasıyla hareket ettiğinde kolayca iyileşmekten ve çözümden yana bir tutum geliştirebileceğini düşünüyorum. Barış olmadan demokrasi olmuyor evet çünkü bir çatışmanın ya da şiddetin varlığı sürekli olarak demokratik standartların düşmesine, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına, insan hakları ihlallerine sebebiyet veriyor.
Hukuk aşınınca siyaset de ekonomi de aşınıyor ve çatışmanın çözülememesi demokrasi ile mesafeyi sürekli olarak açıyor. Barış yoluna girildiğinde ise bu süreç kendiliğinden daha istikrarlı ve sağlam bir demokrasi ihtimalini artırıyor.
Ne olmuştu?
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin 26 Kasım'daki grup toplantısında, "İmralı ile DEM grubu arasında yüz yüze temasın yapılmasını bekliyoruz" dedi.
Bahçeli'nin bu çağrısına DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan da grup toplantısında, "Tülay başkanla birlikte hem Sayın Öcalan gerçekten bu süreçle ilgili ne düşünüyor görmek duymak istiyoruz hem de barış sürecine eş başkanları olarak katkıda bulunmak istiyoruz. Gidip Sayın Öcalan’la görüşerek bu ülkenin barışına katkı sağlamak istiyoruz. Hodri meydan" sözleri ile yanıt verdi.
DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Koçyiğit de partinin 26 Kasım'da Adalet Bakanlığına yaptığı resmi başvuruyu duyurarak "Eş Genel Başkanlarımız Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan'ın, Sayın Abdullah Öcalan ile görüşme yapmak için resmi başvurusu Adalet Bakanlığı’na iletildi. Kürt sorununda demokratik çözüm ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için DEM Parti olarak her türlü katkıyı sunmaya hazırız" dedi.
Yarın Esra Elmas yanıtlıyor: Milliyetçi bir lider olarak Bahçeli’nin bu kadar radikal sayılabilecek bir çıkış yapması tabanında nasıl bir karşılık buluyor? Milliyetçi kitleler böyle bir değişime hazır mı?
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden. İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Ekim 2018’den bu yana bianet’te çalışıyor.