Sibel Öz’ün ilk kitabı ‘En Çok Seni Bekledim’ 2006 yılında Agora yayınevi tarafından yayımlanmış. Bunu daha sonra 2012 yılında Notabene Yayınları tarafından yayımlanan ‘Serçeler Ölürse’ izlemiş.
Feridun Andaç, "Yokuş Yukarı İstanbul"dan bir önceki kitabı "Serçeler Ölürse" için, “Basit ve kısa ömürlü, ucuz saydığımız ne varsa işte, kuş ve çiçek adlarından gençlik maceralarına, otobüste dizi dizimize değen adamdan, rögar kapağındaki kuş otuna, hiçbir şeyi anlamaya, beklemeye sabrı olmayanların bihaber olduğu tevekkülden, orta sınıf’a terfi etmekte tereddüt eden hayatımızın neresine koyacağımızı bilemediğimiz Pazar günlerine kadar hepsi var öykülerinde. İnsanların sadece hırslarıyla büyüyebildiği, kişisel reklam ve promosyon politikası yoksa görünmez olduğu; içini saklayarak hayatta kaldığı dünyada 'bi’milyoncu' gibi hepimizin gününü kolaylaştıran, kalıcı olmasa bile her gün bir yenisi edinilebileceğine dair umut doğuran, böyle küçük sevinçlere kaynaklık eden bir 'öykücü dükkanı' var sanki Sibel Öz’ün” demiş. Evet, gerçekten de öyle, yazdıklarına baktığımızda onun öykülerinde insana, yaşama dair ne varsa, anlam bulduğuna tanık oluyoruz. Evleri, arka sokakları, Beykoz’un kapısına kilit vurulmuş fabrikalarını, fesleğen kokulu terasları, mahalleleri öykülerine taşıyor o. Ayrıca kendisi ile yapılan bir söyleşide, yazmanın sağaltıcı bir yanın olduğuna da vurgu yapıyor. Hayata yazarak direniyor.
Öykücülüğünün yanı sıra, "Kıyıya Vuran Dalgalar", "Pabucu Yarım" gibi kolektif kitapların yayımlanmasına katkı sunduğu da bildiklerimiz arasında. 2014 yılında da Ayşegül Tözeren ile birlikte "Korkma Kimse Yok" adlı kitabın editörlüğünü yapmış. Yazarın yayıma hazırladığı kolektif kitaplara baktığımızda, onun toplumsal olanın dışında durmadığını anlıyoruz. Sanırız ki bunda on yılını geçirdiği cezaevi koşullarının, toplumsal olana duyarlılığının etkisi büyük. Bu nedenle yazarın, Notabene Yayınları tarafından yayıma hazırlanan son kitabı "Yokuş Yukarı İstanbul"u bir de bu gözle okumak gerek. Kitap Sadri Alışık’ın, “Kaç bayram mendili geçmişti elimden çeyiz sandıklarının, bütün uykularını koynuma alıp uyurdum İstanbul’un rüyalarımda hala o günahlar uyanır hiç geçemediğim sokaklarından işlenen.” sözleri ilebaşlıyor. Sibel Öz, iki bölüm halinde tasarladığı kitabı ile bir taraftan okuru yedi tepe üzerine kurulu İstanbul’un semtlerinde dolaştırırken, bir taraftan da güncel olandan uzak durmuyor. Çocukluğuna, ilk gençlik yıllarına göndermelerde bulunuyor. Sıradanmış gibi duran hayatlarımıza, kendimize dönüp bakmamıza, çok katmanlı hayatlarımızın perdelerini aralamamıza neden oluyor. Yazdıkları ile okura adeta şiddet uyguluyor. Okuru direnmeye çağırıyor. Yeniden dönüp bakıyoruz kendimize, erk sahibinin dayattığı her şeye.
Kitabı okurken bir taraftan İstanbul’un eski semtlerinde geziniyor, bir taraftan da içine doğduğumuz karmaşalarla dolu dünyamızı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bir çarşı ya da sokağın bir köşesine kurulmuş pazar yerini dolaşırken nerdeyse tutunamayan olup çıkıyoruz. Bu kimi zaman Tarlabaşı’nın ara sokaklarından yokuş yukarı Taksim’e çıkarken, bazen de Salacak’ta deniz kenarına oturmuş, bir ada vapurunu izlerken gerçekleşiyor. Ama daha çok insanın kendine yabancılaştığı bir zamanda. Ama o tüm bunlara rağmen, düne dair izlerin silindiği kentte, İstanbul’da yorgancı Nasır amcayı ısrarla aramayı sürdürüyor. İnsanın insanlıktan çıktığı gerçeğine vurgular yapıyor. Çünkü yazlık sinemalar kapatılmış, radyo başı muhabbetleri sona ermiş, ev içi sohbetleri de eski tadı vermemektedir. Zaten Ara Güler’in fotoğraflarındaki İstanbul da artık eski İstanbul değildir. Dünde iz bırakmış Venedikli, Cenevizli, Romalı bir tüccarın, seyyahın, kadının, çocuğun, erkeğin İstanbul’unu aramaksa nafile bir çabadır. Üstüne üstlük kapitalizm çarkları arasında ezilmiş insanlık derin bir uykunun koynundadır. İşte tamı tamına gördüğümüz budur. Yitip giden insanlık, tarihi ve kültürel değerler… “ Her geldiğinde, sigara içmek bahanesiyle o balkona çıkıp bakardı. Eski evlerinin hemen önüne dikilmiş olan kocaman apartman, hemen yanında ondan azıcık alçak olsa da, diğerleriyle yarışacak denli çok katlı bir diğeri, görüş açısını neredeyse yüz metreye indiriyordu. Dalgınca sigarasını içerken o apartmanları değil, onların yokluğunda uzanan yemyeşil bir çayırı görürdü. Küçüksu’nun ıssız zamanlarını.”
Zamanda yaptığımız yolculukta, ters yüz ettiğimiz kendimize rağmen içimizi kurt gibi bir şeyler kemirir. Sorulara çözüm ararken, daha doğrusu kitabın dünyasında gezinirken, yazarın dün ile bağını kesmediğine de tanık oluruz. Doğduğu ev, komşularla armut ağacı altı sohbetleri, ağaçlara asılı sarı ampuller, el çabukluğu ile donatılan mermer masa, annesinin börekleri, dolmalar, kurabiyeler… Ya da bir plaktan ses veren Müzeyyen Senar’ın sesi bahçeyi dolanıverir ansızın. Geçip giden zamana, bir taraftan yazarın kendi yaşamı, yaşamından kesitler eklemlenir. İçerde geçirdiği on yılın izlerini buluveririz satırlar arasında dolaşırken. “O içerde, hapishanede, Seda dışarıda. Annelerinin kolu kanadı kırık, aklı bir kuş kanadında, bilmediği bir şehirde hapis yatan kızında. Komşuların kırk yıllık hafızaları bir anda silinmiş.”
İnsanın kendini keşfetmesi, kendi dışında olup bitenlerin farkında olması, onu zamanla tedirgin eder. Çevresinde olup bitenlerin endişesiyle, dünya denen cehennemde üzüntüyle kıvranır durur. Bu nedenle sanki onun ‘Kar Yağsaydı’ adlı öyküsü, bilmenin insana verdiği azap üzerine kuruludur. Bir bakıma sakini olduğu, sahibi olmadığı dünyada, doğup büyüdüğü, bir zamanlar Asitane, Kostantinopolis, İslambol, Dersaadet gibi adlarla anılmış İstanbul sokaklarında gezinirken, kentin fotoğraflarını çeker. Ya da onun vizörüne yansıyan sisli, gri, ruhsuz bir o kadar da telaşlı bir İstanbul’dur. Şehrin içinde, Atilla İlhan’ın herhangi bir sokağından ses verdiği yaşamdan kendine bakar, elinde fırça kendini resmeder, kendine baktığı aynadan başkalarının hayatlarına dâhil olur. Bu bir anlamda, Tevfik Fikret’in umutsuzluk ve yalnızlık duygusu ile kaleme aldığı Sis adlı şiiri akla getirir. Öfkelidir, düzeni eleştirir. Düne duyduğu özlemi hikâye kişisi aracılığı ile okura duyurur. “ Eski şarkılar, sahi ne güzeldiler. Günümüz insanlarının tanımadığı bir huzur vardı o seslerde. O zamanlar bambaşka endişeler taşırdı insanlar, bambaşka kelimelerle anlatılan hayatlar yaşarlardı; vefa, hasret, hicran, sevda… Yitip giden kelimelerin hayatımızdan çekip götürdüğü onca duygu.”
Yoksul sofralarına oturup, kederin kol gezdiği mahalleler arasında bir garip Orhan Veli olup gezinirken, kitap boyunca kadınlık durumları da kendini hissettirir. Fakat bu güçlü bir kadındır ve her şeye rağmen erkek dünyanın görmezden gelmesine karşın direnmekte, avazı çıktığı kadar sesini moloz yığınına dönmüş dünyada duyurmaktadır. “Çıktı içeriden, kadınların yarattığı dünyadan, erkeklerin olan dışarıya.” Anne kokusundan, gülücüğünden, şefkat ve merhametinden kendine varır. Eril dünyada yaşayan ya da kendini var etmeye çalışan bir kadın olarak, binlerce yıldan bu yana içine sinmiş sızıyı derinlerinde duyumsar. Kadına, ezilenlere yönelen şiddetin temelinin sınıflara bölünmüş toplumsal düzen olduğuna göndermeler yapar. Sınıflı toplumda mülk sahibi egemenlerin, mülksüzler üzerinde iktidar kurmayı hak gördüklerini söylerken, içerisinin dışarıdan daha güvenli olduğunu kulaklara fısıldar. Kitabın bütününe yayılan insanın açmazları, sistem içine kıstırılmışlığı, bizlere Tarkovsky’nin Kurban adlı filmini anımsatır. Her türlü çirkinliğin yaşandığı dünyamızda, Tarkovsky nasıl kamerası ile yaşadığımız dünyayı bizlere kendi gözünden yansıtırsa, o da kaleme aldığı öyküler ile içine doğduğumuz dünyaya ayna tutar. Her şeyin sevgide temellendiğini kitabın son öyküsü, “ İşte Her şey Böyle Başladı”da anlatır. Evet, bizi kurtaracak sevgidir. Tükenmişliğe, çürümüşlüğe son verecek de… Ararken bulduğumuz, bulduğumuzda kaybetmemek için çaba verdiğimiz… (BT/HK)
Sibel Öz, Yokuş Yukarı İstanbul, Notabene Yayınları, İstanbul 2015