*M.Ö. 5. YY'da Milet'te, topraklarımızda 'yer'leşmek mümkün oldu. Hippodamus'a selam!
Gülhane'den Gezi'ye... Yıldız'dan Beştepe'ye... adını verdiğimiz yazı dizisinin dokuzuncusuna "Yersizliğe Bir İlgi" adını verdik. Çünkü bulunduğumuz yer, bu yerin yer aldığı doğa, içine doğduğumuz ikinci rahim. Ölüme ya da bir başka doğuma ya da dönüşüme değin buralıyız. Peki, yaşadığımız yerden yurt olarak söz edilebilir mi? Edilse bile burasının yurtluğuna dair geniş bir uzlaşının varlığından? Nedir bir yeri yurt kılan? Bir yeri yurt gören bilincin o yer ile kurduğu ilişkiye ya da o yere yönelişine rengini veren nedir? Toprakana da denilen içinde yaşadığımız yerle, diğer deyişle ikinci annemiz ile ilişkimiz nasıl? Tavrımız küresel tasarruftan çok da uzak değil şüphesiz, ama bağlamımız burası, yani Türkiye diye adlandırılan coğrafya.
'Yersizliğe Bir İlgi' yazımızla içinde nefes aldığımız doğal-kültürel gerçekliği sorunsallaştırmak, Türkiye'den ve dünyadan -ki eşzamanlı gerçekleşen sorunlar- bir tür kolaj ile nefes aldığımız yaşamın güncel halini görünür kılmayı murad ediyoruz. Bir diğer deyişle bu yazı "yer" kavramı dolayımıyla içinde yaşadığımız coğrafyaya dair tutumumuzu sorunsallaştırmayı amaçlıyor. Nedir yer?
Türkçe sözlükte isim şeklinde görece güçlü denebilecek 14 ayrı anlama sahip. Bunları, sırasıyla kolajlayarak paylaşıyoruz: 1. Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân; 2. Gezinilen, ayakla basılan taban; 3. Bulunulan, yaşanılan, oturulan bölge; 4. Durum, konum, vaziyet; 5. Ülke; 6. Geçim sağlamak için çalışılan iş yeri; 7. Önem; 8. İz; 9. Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa; 10. Ekime elverişli toprak parçası, arazi; 11. Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal; 12. Otel, motel vb.'nde kalınacak oda; 13. coğrafya yerküre; 14. mecaz durum, konum. Yer, Türkçe etimoloji sözlüğünde şu şekilde yer alıyor: üze kök teŋri asra yagız yir kılındukda [üstte mavi gök altta kara yer yaratıldığında] Batı dillerine Grekçeden geçen topos benzer anlamlara sahip: yer, bölge uzay anlamlarına geliyor.
Hayat, bitimsiz. Bu bitimsizlik sarmallığının içinde akıyoruz. Bir anneden bir başkasına doğduğumuz yolculuktayız. İkinci annemiz doğa, hepimizin birlikte aktığı, içinde eridiği o sarmallığın kendisi. Annesizliğe Bir İlgi adlı önceki yazımızda annesizliğin bu hoyratlık ile ilişkisini kurmaya çalıştık. Şimdiki yazılamada ise sevgisizlik, annesizlik, eşref-i mahlukatlık ile kapitalist ekonomi-politiğin tüketicimliği bir araya gelince yersizlik, doğasızlık, yurtsuzluk adını verdiğimiz sonuç ortaya çıkıyor: İçinde yaşadığımız yer, yerlikten çıkıyor. İşte bu yerlikten çıkma hali yerimizi doğasızlaştırıyor.
1980'lerin kapitalist ekonomi-politikleri neoliberalizme yelken açarlarken, Türkiye kapitalist aşamayı baypas ederek doğrudan neoliberalizme geçişle birlikte 'çağ' atladı. Nedense politik öznelerin çoğunun Türkiye halkına vaadi çağ atla-t-makoluyor. Bu ve benzeri retoriklerin semantik analizleri bir başka yazının konusu olduğundan şimdilik değinmekle yetinelim.
Ege'nin dağlarında doğup köylerinde büyüdüm bütün arkadaşlarımla birlikte. Menderes nehri geçer köyümüzün hemen altında. Ovanın tam orta yerinde. İki köyün de sınırıdır. Su herkese yeter. Göçmen kuşlara da, okuldan kaçıp yüzen çocuklara da, ovada tarım yapan çiftçilere de.
1979'da ilkokula başladım. 1984'te ortaokula. İlkokul ve ortaokulun ilk yıllarında yüzmeye, balık tutmaya gittiğimiz Menderes, 1991'de başladığım üniversitenin ilk yıllarında artık tekstil fabrikalarının atık kimyasallarıyla ölü akmaya başladı. Milyarlarca yıl yaşındaki bir nehir on yıl içinde gözümüzün önünde öldü.. Biz de onunla birlikte eksildik.
Kemal Tahir "Osmanlı bozgunu bitmedi, içimizde yaşıyor" diyordu. Anadolu, Türk adı verilen, deyim yerindeyse bir tür kavimler mürekkebi toplulukların şairin de dediği gibi "Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim" dediği yer. Anadolu'da yolculuk durdu. Burası şu ya da bu biçimde bin yıldır yaşanılan, içinde erinen bir kap. Oysa tavrımız, yaşadığımız yerle ilişkilenmemiz, hâlâ seferdeki orduymuşçasına talan edip geride ne kaldıysa tüketmek, yakıp yıkıp yola devam etmek şeklinde.
Çeşitli kırılma anlarının toplamıyız. Heidegger, kriz anlarını bir tür özgürleşme imkanı olarak görür. Bizim yaşadığımız her kriz ise özgürlüğe bir kapı açmak yerine içinde yaşadığımız hapishaneyi daha da berkitti. Yaparak yıkmak, kaş yaparken göz çıkarmak gibi deyimler gündelik hayhuyu ne de güzel anlatır.
Moğollar yakıp yıkmış, talan etmişti. AKP ise yaparak imha ediyor. Fatih'in İstanbul'u, Selçukluların Anadolu'yu ihyası tez zamanda olmuştu. AKP'nin doğaya verdiği tahribatsa belki de yüzlerce yıl silinmeyecek. Annemiz zarar gördü. Yerimiz, her dokunuşla yurtluktan daha da uzaklaştı. Uzaklaştıkça yabancılaşıyoruz, Yaşama da Hayatımıza da.
Yaşadığımız yeri ısrarla yurt edinmek istemediğimize dair kolaj...
Kazdağları'nın altına, siyanüre, Uzungöl'ün soyluca TOKİ'leştirilmesi, ''Yeşil' Bursa, İstanbul'u betonlaştıran 'büyük' irade tarafından 'ihanet'in ikrarı, Dersim bölgesinde güvenlik amaçlı barajlar, yine Dersim'deki milli parka kaçak HES, Karataş Gölü, Burdur Gölü, Akgöl, Işıklı Göl, Eber Gölü, Akşehir Gölü ve Meke Krater Gölü'nün hızla kuruması, Rize'de HES nedeniyle kuruyan dereler, TMMOB'un verilerine göre yalnızca Orta ve Doğu Karadeniz'de 246 HES bulunuyor. 1954'te projeye dönüştürülen 1982'de Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında karar altına alınan Ilısu Barajı ve 7000 bin yıllık tarihi değer, 60 yıl ömrü olan baraj için feda edilen Hasankeyf, İstanbul Metropolitan planlamaya aykırı, STK'lar ve bilin insanlarının şerhlerine rağmen açılan 3. Köprü ve İstanbul Havalimanı. Kanal İstanbul ile ilgili onca rapora rağmen İktidarca kanırtılarak işletilen proje süreci.
Her ne oluyorsa olan politiktir. İktidarlar, olanı perdelemek için bütün gücünü seferber ederler, oysa beyhudedir çabaları, güçleri yetmez. Gerçek, doğası gereği üstü örtülebilen bir şey değil. Çünkü er ya da geç kaçınılmaz bir biçimde kendisini açığa vurur. Olanların perdelenmesi, gizlenmesi, manipüle edilmesi, deyim yerindeyse eğilip bükülmeye çalışılması bundandır. İktidar mekanizmasının kullandığı kimi temel araçlar var: bunlardan ilki yok saymak; her ne denirse densin, iddiada bulunanları duymamak, yapanları görmemek; ikinci aşamada üstünü örtmek ya da manipüle etmek; üçüncü aşamada olup bitenin müsebbibi olarak ya mevcut 'düşmanları'nı sorumlu tutmak ya da kimi kişi ve/ya grupları düşmanlaştırarak sorunun nedeni olarak göstermek; dördüncü ve son aşamada mücadele ile kazanılanı gasp etmek. Mücadele zamanı geldiğindeyse kalu beladan beri mağdurmuş ve söz konu sorun için mücadele ediyormuş edasıyla kitlesel anlamda akan iradeye eklemlenir, ona rengini vermek için elindeki olanakları seferber eder. Sıklıkla da bu tasarrufunda başarılı olur. Sorun da renk değiştirerek varlığını sürdürür. Mücadele, iktidarca gasp edilmiş olur.
Annesizliğe Bir İlgi yazımızda güvenin hem bir sevgi hem de bir değer olarak yaşama rengini veren temel referanslardan olduğundan söz etmiştik. Mobilizasyon, hiç bitmeyen yerleşememe... Buna bağlı olarak da kurumlaşamama. Hep eğretilik. Hemen kalkmak edasıyla bulunmak. Çevremizi bir tür uğrak yeri ya da durak olarak görmek eğilimindeyiz. O nedenle ne çevremizle ne de kendimizle ilgilenebiliyoruz. Hani derler ya alıcı gözle bakmak diye, onun gibi. Bakmıyoruz. Uğrak yeri olduğu kadar "diyar-ı küffar" yani talan edilebilir de. Diyar-ı küffarlığından dolayı "dârü'l-harp." Böyle olunca da yaşamadığımız ama bulunduğumuz, deyim yerindeyse harici bir özne gibi ilişerek uğradığımız yeri yurt belle(ye)miyoruz.
Doğayla, doğamızla barışmak. Gülhane'den bu yana rastlamsal zamanlarda büyük depremlerle yaşıyoruz. Yapı malzemesi olarak kullandığımız şeyler amaçlarına ne denli uygun? Sıkça yıkılmasının murad ettiğimiz yapıyı inşa edemememizle ilişkisi olabilir mi? Her göç, savaş, anlatı/sızlık büyük birer sarsıntı. Ve her rejim de... Bu iklimde, ne içinde eriyebileceğimiz bir doğamız, ne de güven içinde kendimizi tarif edip anlamlandırabileceğimiz bir kültür var.
Hayatımıza rengini veren anlatı/mız, zemini ihmal eden bir mimari çizim. Bu nedenle her sarsıntıda yıkılıyoruz. Fransa gibi cumhuriyetlerimizi sayabilseydik Gülhane'den bu yana belki de sekizincisini yaşıyor olurduk: Her biri kendi anlatısını dayatan, strüktürel anlamda aynı yöntemi kullanan. Oysa yanlış hayat doğru yaşanmaz diyen Adorno'yu duymalı.
Yerin kulağı var denir. Evet var. Burada yaşayanlar ölmediler, bizde yaşamaya devam ediyorlar. Onları duymadıkça yersizlik kaçınılmaz. Gülhane'den bu yana yer arayışımız bitmiyor. Yeni bir anlatıya ihtiyacımız var. Ama Yerimizi Yurda dönüştürecek bir anlatıya. Annesizliğimize son verecek... Sevginin güvenli halesinde kendimizi içine doğduğumuz ikinci Annemiz olan Doğamızla ve onu anlamlandırma imkanı veren Kültürle barışmamızı sağlayacak bir Anlatıya. Ne bizi ne toplumu ne de doğayı köleleştiren bir Anlatıya...
Yaşam dişi, bu dişiliği gören, yaşatan dile sahip bir anlatıya ihtiyacımız var. Dilimiz, bilincimiz. Bilincimiz bizi tanımıyor, Annesiz. Annesizliği dolayımıyla doğasız. Doğayı perdeleyen, onun içinde erinmesine mani olan anlatının kültürü eril. Tahakkümcü. Kötücül. Çatışmacı. Uzlaşmaya yer açmayan yaklaşıma, tutuma sahip. Üstenci. Ya hepçi ya da hiççi. Oysa hayat, gri alanda vuku bulan şey. Hayatı yaşamaya değer kılanın koşulu doğayı gözeten de facto kendimizi, toplumumuzu gözeten bir anlatı. Anlatımız, kadrajı ne İbrahimi dinler ne de kapitalizmin yeni derisi neo-liberal ekonomi-politik paradigmasında. Bunları sorunsallaştırarak aşmak sorumluluğumuz.
Bir yerin yurtlaşması, yerdeşlerimizle barışmaktan, yerdeşlerin birbirini gözetmesinden geçmekte. Bu da yaşama can veren toprağa, suya, havaya... ve bunların toplamı olan Hayata güvenmekle olanaklı. İçimizde, anlam dünyanızın bir değer olarak kurucu öğelerinden Toprakanayı duyalım. Çünkü O, bize yaşamı verendir. Besleyen, barındırandır. Evrenin Ruhu olan Toprakana kutlu, güçlü bir kadındır. Bitimsiz bereket kaynağıdır. İnsanlara iyiliğini tahıl vererek gösterir. Toprakana dolayımıyla Demeter'e, Gaia'ya, Hepat'a, İsis'e, İştar'a, Kibele'ye, Priapos'a, Thyke'ye selam...
(MVB/AÖ)