Han Kang’ın en ünlü romanı olarak kabul edilen The Vegetarian (Vejetaryen) epey zamandır okumak istediğim bir romandı. Yazarın daha önce hiçbir kitabını okumadığımdan bu romanını listeme almıştım. Roman 2016 yılında Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanmıştı. Üstelik yazar geçen ay 2024 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olunca araya başta kitaplar girmeden okumaya başladım.
“Karım vejetaryen oluncaya dek onun özel bir insan olduğunu hiç düşünmemiştim” cümlesi ile bir kocanın anlatısıyla başlayan roman, yalın anlatımıyla hemen içine çekiverdi. Toplam üç bölümden oluşan Vejetaryen’in ilk bölümü hızlıca okuyup bitirdim, ancak ikinci bölüme geçmeden önce birkaç gün ara verdim.
İlk bölüm tek başına oldukça etkileyici uzun bir öykü gibiydi ve okur olarak almam gereken mesajı almış gibi hissettim. Biraz soluklandıktan sonra ikinci ve üçüncü bölümleri hiç ara vermeden romanı çabucak bitirdim, zaten 158 sayfa.
Han Kang’ın diğer kitaplarındaki kahramanları henüz tanımıyorum ama Vejetaryen’in ana karakteri (belki de sadece öznesi) Yeong-hye sarıp sarmalamak istediğim, içimi burkan bir kadın olarak kurgu dünyamdaki yerini aldı, tabi ki tanıyabildiğim kadarıyla. Çünkü bu romanın kahramanı Yeong-hye, ancak hikayeyi o anlatmıyor, hatta Yeong-hye’nin hikayesi Yeong-hye’nin durduğu yerden bile anlatılmıyor.
Kadının sesi yok, tam da istendiği gibi…
Romanın son sayfalarını okuduğum sırada, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Taksim’in kadınlara kapatılması ve Karaköy’de gerçekleşen yürüyüş nedeniyle 169 kadının gözaltına alınması aldığım ilk mesajı pekiştirdi. Mesaj çok açıktı: Sesi çıkan, kendini ifade edebilen, haksızlıklara direnen kadınlara destek olmak -hadi bunu geçtim, dinlemek, anlamaya çalışmak- yerine onları susturarak, seslerini bastırmak…
Kadınlar ne yazık ki hala ne kitlesel tavırları ne de Yeong-hye gibi bireysel kararlarıyla kendilerini kabul ettirebiliyor, hep bir direnç görüyor. Yeong-hye gibi bir gün vejetaryen olmak gibi çok şahsi bir karar alsanız bile inanın kimse anlayış göstermiyor, kimse sizi kutlamıyor. En yakınlarınızdan başlayarak herkes aldığınız kararın saçmalığını sorguluyor, hatta sizi vazgeçirmeye çalışıyor.
Güney Kore’de, günümüz Seul’ünde yaşayan Yeong-hye’nin ilk bölümde başına gelen de bu. Karısını anlatış tarzından rahatsız olduğum koca Conğ, eşini anlamaya çalışmak yerine olayı bir aile trajedisine çevirince hayatına ilişkin detayları bilmediğimiz Yeong-hye’nin yaşam boyu zorbalıklara nasıl boyun eğmek durumunda kaldığını anlıyoruz.
Zihinsel ve bedensel dönüşümün ilk adımı
Sabırsız okur için Vejetaryen’i “bir kadının et yemeyi reddetmesiyle başlayan, giderek onun zihinsel ve bedensel dönüşümünü anlatan çarpıcı bir hikâye” diye özetleyerek, detaylara değineceğim.
Yeong-hye, rüyalarında gördüğü rahatsız edici görüntülerden sonra bir sabah aniden et yemeyi bırakıyor. Bu karar, ailesi ve çevresi tarafından anlam verilemeyen bir direniş olarak algılanıyor. Kocası bu ilk bölümde Yeong-hye’yi bize “ilgisiz, vasat, sıradan” bir eş olarak tanıtıyor.
Aslında Yeong-hye’nin vejetaryen olma kararı, onun düzenli ve kontrol edilebilir “evlilik yaşamını” altüst ediyor. Daha bu noktada yazar bize, patriarkal bir toplumda kadının sessiz varlığının nasıl bir norm olarak görüldüğünü hissettiriyor.
Vejetaryen, ilk bölümünde kadın bedeninin toplum ve aile tarafından nasıl kontrol edildiğini sorgulatıyor. Yeong-hye’nin et yemeyi bırakması, bireysel özgürlük eylemi olarak görülmesi gerekirken ailesi ve çevresi tarafından tehdit olarak algılanıyor. Özellikle babasının ona zorla et yedirmeye çalışması, beden üzerinde toplumsal tahakkümün açık bir göstergesi.
Ancak yazarın amacına bağlı kalarak, romanı sadece bir patriyarka eleştirisi olarak değil, evrensel olarak insan doğasıyla ilgili varoluşsal bir sorgulama gibi ele alarak, çözümleyebildiğim farklı katmanlara dikkat çekmeye çalışacağım.
Sanat adı altında yapılan bedensel istismar!
İkinci bölümün anlatıcısı Yeong-hye’nin eniştesi, ablasının eşi. Enişte Yeong-hye’ye takıntılı arzuları olan bir sanatçı; hem de akıl sağlığı giderek bozulan bir kadının bedenini bize bir sanat nesnesi olarak sunmaya çalışarak, etik sınırları bir hayli aşıyor. Bu bölümde Yeong-hye, bir pasif direniş figürü olarak daha da soyutlanıyor; eniştesi onun bedenini kendi arzularını tatmin etmek için bir araç olarak görüyor.
Kendi bedenine yabancılaşmış bir şekilde yaşayan, insan varlığının yüklerinden arındırmaya çalışan Yeong-hye; bir bitki gibi saf bir varoluş arayışıyla okuru, beden ve ruh arasındaki ilişkiye dair felsefi bir tartışmaya taşıyacakken, enişte zihnimizi bulandırıyor. Bu adamın Yeong-hye’nin bedenini sanatsal bir proje olarak kullanma çabası, sanat ve ahlak arasındaki sınırlarını, sanat adı altında istismarı sorgulatıyor.
Bireyin hikayesinden evrensel alegoriye
Son bölümün anlatıcısı, Yeong-hye’nin ablası In-hye. Ablası Yeong-hye’nin dönüşümünü anlamaya çalışan, onunla empati kurmaya çalışan tek kişi. Bunu yapmak ise hiç kolay değil. In-hye’nin hikâyesi, toplumun kadınlar üzerindeki yüklerini ve fedakârlık beklentilerini bize çok iyi aktarıyor. Bir anlamda Yeong-hye’nin yaşadığı dönüşüm, In-hye’nin de kendi baskılanmış kimliğini sorgulamasına yol açıyor.
Bu bölümde Yeong-hye’nin doğaya dönüş arzusunu, insanın doğayla olan uyumsuzluğunu ve modern toplumun birey üzerindeki yıkıcı etkisini iyice hissediyoruz. Ve anlıyoruz ki Vejetaryen yalnızca bir bireyin hikâyesi değil, aynı zamanda insanlık durumunun evrensel bir alegorisi…
Her anlatıcı, Yeong-hye’ye farklı bir perspektiften yaklaşıyor, ancak her biri Yeong-hye’yi kendi istekleri, korkuları ve arzuları doğrultusunda yorumluyor. Anlatıcıların hepsi, Yeong-hye’yi bir birey olarak değil, kendi projeksiyonlarının bir yansıması olarak görür. Yazar, bu farklı bakış açılarıyla toplumsal ilişkilerin bireyi nasıl şekillendirdiğini ve çarpıttığını eleştiriyor.
Algı ve gerçeklik arasındaki çatışma
Yeong-hye’nin sessizliği ve pasifliğini bir tür direniş olarak okudum; o konuşmuyor,
tartışmıyor, sadece kendi yolunda ilerliyor. Bu haliyle, baskıya karşı bireysel duruşun güçlü bir sembolü.
Yeong-hye'nin hikâyesinin başkalarının gözünden anlatılması, onun toplumdaki “susturulmuş kadın” rolünü pekiştiriyor. Roman, bu teknikle kadının kendi varlığını ifade edemediği bir sistemde, dışarıdan tanımlanmaya mahkûm bırakıldığını çok net gösteriyor.
Roman boyunca Yeong-hye'nin davranışları çevresindekiler tarafından aşırılık, hastalık ya da delilik olarak algılanıyor. Toplumsal normlar bireyleri çabucak yargılayıp, yanlış anlamaya ne kadar müsait değil mi?
Biz okuyucu olarak, onun gerçek motivasyonunu, neyi neden yaptığını, tam olarak ne yapmak istediğini asla doğrudan öğrenemiyoruz. Yazar, başkaları üzerinden Yeong-hye’yi okuruna tanıtıp, eksik bilgilerle bizi de önyargılarımızla baş başa bırakıyor.
Han Kang, okuyucuyu bilinçli olarak Yeong-hye’nin hikâyesini anlamaya çalışan bir gözlemci konumuna yerleştiriyor. Eğer bir yargıya varmamız gerekiyorsa kimin bakış açısına güvenebiliriz? Toplumsal algılarımızdan bağımsız birinin gerçek kimliğini nasıl anlayabiliriz?
Kimliğin parçalanışı ve sessizlik
Yeong-hye’nin roman boyunca kendi sesinin olmaması aynı zamanda, kimliğinin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde parçalanışını temsil ediyor. Yeong-hye, et yememek ve sonunda bedenini reddetmek gibi seçimlerle kendince kendini ifade ediyor, ne yazık ki çevresindekiler tarafından hiç anlaşılmıyor.
Elbette Yeong-hye sessizliği ile hem bireysel hem de toplumsal düzeyde susturulan kadınların hikâyesini temsil ediyor. Ve elbette Vejetaryen, yazarının da dediği gibi; sadece bir ülkeye ait bir birey hikayesi değil, evrensel bir anlatı.
Han Kang’ın, Yeong-hye’yi vejetaryen yaparak hem bireysel bir direniş eylemi hem de toplumsal normlara meydan okuyan bir metafor yarattığını düşünüyorum. Bu tercih, Yeong-hye’nin bedeni ve kimliği üzerindeki kontrolünü ele alma çabası.
Öyle ya et yememek, Güney Kore gibi geleneksel ve ataerkil bir toplumda radikal bir eylem. Et yemenin kültürel ve toplumsal bağlamda "normal" kabul edildiği bir dünyada, Yeong-hye’nin seçimi, onun bu normlara karşı varoluşsal itirazını simgelemiyor mu?
Beden ve özgürlük İlişkisi
Vejetaryenlik, Yeong-hye için bedeni üzerindeki kontrolü yeniden kazanmanın bir yolu. Bedenine dair kararı tamamen kendisinin vermesi, toplumun ve ailesinin onun üzerinde kurduğu tahakküme bir meydan okuma. Örneğin, babasının ona zorla et yedirmeye çalıştığı bir bölüm var, gözümüzün önünde canlanan sahne; sadece bir yemek tartışması değil, aynı zamanda kadının bedeni üzerindeki ataerkil baskının somut bir yansıması.
Oysa Yeong-hye, et yemeyerek sadece bir yiyeceği reddetmiyor; aynı zamanda ailesinin ve toplumun onun bedeni üzerindeki sahiplenme hakkına da direniyor.
Şiddete karşı bir tepki ve arınma arzusu
Bu romanda et yememeyi, aynı zamanda “şiddete hayır” çığlığı gibi yorumladım. Yeong-hye, rüyalarında şiddet dolu imgeler gördükten sonra kararını alıyor.
Onun vejetaryenliği, hayvanların öldürülmesine karşı etik bir tepki olmaktan ziyade, genel anlamda şiddeti hayatından çıkarmaya yönelik bir girişim gibi algılanabilir. Yazar, bu tercihle şiddetin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal boyutlarını da eleştiriyor.
Et yememek, aynı zamanda arınmayı da temsil ediyor. Roman ilerledikçe hissettiğimiz bu arzu, Yeong-hye’nin vejetaryenliğinin bir dönüşümün ilk adımı olduğunu anlıyoruz. Yeong-hye’nin nihai hedefi, bir ağaç gibi saf, zararsız ve özgür bir varlık olmak.
Bu noktada aklımıza türlü türlü sorular geliyor: İnsanın, doğayla ve bedeniyle nasıl bir ilişki kurabilir? İnsan ve doğa uyumu nasıl olmalı? Şiddet ve baskıdan arınmış bir yaşam mümkün mü? Gibi gibi…
Biraz Kafkaesk biraz Freudyen
Han Kang Vejetaryen romanında edebi, psikolojik ve mitolojik atıflar bulmak da mümkün. İlk olarak romanın, Kafka’nın Dönüşüm adlı eserine önemli bir göndermede bulunduğunu söyleyebiliriz. Gregor Samsa’nın bir sabah böceğe dönüşmesi gibi, Yeong-hye’nin vejetaryen olma kararı da dış dünyadan anlaşılmaz ve grotesk bir dönüşüm olarak algılanıyor.
Yeong-hye'nin şiddet dolu rüyaları ve bunların tetiklediği vejetaryenlik kararının, bilinçdışı süreçlere güçlü bir gönderme yaptığını söyleyebiliriz. Freudyen bakış açısıyla rüyaların, onun bastırılmış duygularının ve toplumsal baskıların bir yansıması olarak yorumlayabiliriz. Tabii bir de otoriter baba figürü söz konusu…
Günümüzde geçen bir Defne hikayesi
Tüm bunların yanı sıra beni en çok etkileyen romanın özünün günümüzde geçen bir Defne hikayesi olması. Yeong-hye’nin ağaç olma arzusunu, mitolojik anlamda insanın doğaya dönüşüyle ilişkili olarak algıladım.
Yunan mitolojisinde sıkça rastlanan "dönüşüm" (metamorfoz) temasını çağrıştıran bu arzu, Defne’nin bir ağaca dönüşmesiyle bir paralellik taşımıyor mu? Hem Yeong-hye’nin hem de Defne’nin dönüşümü, kaçışın yanı sıra bir meydan okuyuş…
2007 yılında yayımlanan bu romanı April Yayınları’ndan Göksel Türközü çevirisiyle okurken, aynı yayınevi ve aynı çevirmen ile başka kitaplarını da okumak mümkün: Veda Etmiyorum, Çocuk Geliyor, Beyaz Kitap.
Bu kadar uzun uzun yazdıktan sonra roman çok yalın bir dille yazılmış olsa da her okurun aynı tadı alacağına ilişkin bir çekince taşıyorum. Ancak bu çözümlemenin, bu engeli kırmaya yardımcı olacağını umarak okumanızı tavsiye ediyorum.
Son söz olarak da Yeong-hye’nin çok az duyabildiğimiz iç sesiyle bir alıntı bırakıyorum:
“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulpu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi. Hayır, belki de baştan beri burada olan bir şeyi yeni fark etmiştim. Karanlık. Her şey karanlık içinde silinmiş halde.”
Bir de abla In-hye’den alıntı yapmak istiyorum:
“Rüyadayken her şey gerçekmiş gibi gelir ya insana, ancak uyandıktan sonra rüya olduğunu anlarsın. Demek istediğim elbet bir gün biz de bu rüyadan uyanırsak, o zaman…”
(NK/AD)