Şair John Donne, 1624'te yayımlanan Devotions upon Emergent Occasions kitabında; "Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor" der.
Evet, çanlar bizim için çalıyor içinde bulunduğumuz şu yüzyılda; çanlar kadınlar için çalıyor.
Ardı ardına öyle çok öldük ki biz kadınlar; ileride tarih bunu bir savaş olarak yazacak. Tarih boyunca erkeklerin yazdığı savaş oyunlarının bir başka versiyonu da kuşkusuz kadına yönelik şiddet! Çağlar boyunca, maddi kazanım ve manevi hırslar uğruna işgal edilen topraklar ve kadın bedeni bir sembol olmuştur. Cinsel şiddet, cinsiyete dayalı savaş silahı olarak kullanılmıştır. Her savaşta kadına yönelik cinsel şiddet; işgal edilen toprakların yeniden ve yeniden işgaline dönüştürülmek istenmiştir. Toplu tecavüzler, kadın bedeninin adeta bir savaş ganimetine dönüştürüldüğü gerçeği, erkek egemen zihniyetin belki de en belirgin yansımasıdır.
Tüm savaşlarda kadın bedeni, bir arenaya dönüştürülerek, acımasızlığın tüm boyutlarıyla yaşandığı bir yer olmuştur. Yakın geçmişteki Balkan Savaşlarından, Suriye iç savaşından, Êzidî kadınların IŞİD tarafından kaçırılmasına; ablukalar döneminde Kürdistan’da militer-paramiliter güçlerce duvarlara yazılan cinsiyetçi ifadelerden Ekin Wan’ın çırılçıplak sürüklenmesine değin kadın bedenini işgal yöntemlerine tanıklık etmedik mi? Ve hâlâ Kürt illerinde kadınların, uyuşturucu ve fuhuşa sürüklenerek işgal yöntemlerinin kılık değiştirdiğine tanıklık etmiyor muyuz?! Ve elbette bu şiddet sarmalı, her kesimin bireysel hayatlarına, batıdan doğuya, gettolardan sokaklara farklı biçimlerde yansıyor ve en nihayetinde kadına şiddet ve kadın cinayetleri olarak karşımıza çıkıyor. Bakın, kamuoyuna yansıyan verilere göre; erkekler 15 yılda 4 bin 179 kadını öldürdü, 7 bin 221 kadını yaraladı! Ve son bir ayda 49 kadın katledildi! Bu yitip giden hayatlar, biz kadınlara bağırıyor: Çanlar senin için çalıyor, diyor! Bu kan denizi ve şiddet sarmalı biz kadınlara ses ediyor: Mücadelenizi ödünsüz sürdürün ve asla durmayın! İşgal edilen bedenimizi ve istismar edilen benliğimizi, yani bizi biz yapan, bize ait olan her şeyimizi, haklarımızı alana dek, kazanımlarımızı korumak ve mücadeleyi yükseltmekle sorumluyuz; aksi halde yaşam hakkımız güvence altına değil. Düşünün ki, “anıt sayaç” diye bir olgu, biz kadınlar için var! O anıt sayaçta tek bir erkeğin adını göremezsiniz ama biz kadınlar o anıta her baktığımızda “acaba bu defa kim?” diye kalbimiz yerinden fırlar! Sadece bu olgu dahi kadın kırımını gözler önüne sermiyor mu?
Evet, yaşam hakkımız güvence altında değil çünkü mahkemede erkeği koruyan bir yargı ve kadını dört duvara hapsetmek isteyen bir iktidar tahayyülü var. Zira hayatta var olmayı öldürmekle bir gören erkek egemen zihniyetin; salt psikolojik, güdüsel, öznel, ideolojik bir olgudan ibaret olmadığını, köklü ve yapısal bir nitelik taşıdığını net bir şekilde biliyoruz; görüyoruz. Ve her gün karşımıza çıkan kadın katliamları; meselenin, köklü ve yapısal olduğunun altını çizmekle kalmıyor; gerçekleşen katliamlar, bu yapısal ve köklü sorunun en temelinden çözülmesi gerektiğini ilan ediyor.
Fakat şiddet artarken iktidarın akıl almaz politikaları, bir çare üretmek yerine kadın kazanımlarını topyekûn hedef almıştır. Bilindiği gibi “Opuz Davası” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm ettiği ilk dava olarak kayıtlara geçmiştir. Karar, Avrupa Konseyi'nin aile bireylerini aile-içi şiddetten korumak için hazırladığı yeni bir insan hakları sözleşmesine, yani İstanbul Sözleşmesi’ne ilham verdi. Sözleşme, Türkiye'nin öncülüğünde hazırlanmış; Türkiye'nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanı olduğu sırada imzaya açılmış ve ilk imzalayıcısı Türkiye olmuştur. Şüphesiz bu gelişme, kadınlar tarafından umutla karşılanmış, şiddetin cezasız bırakılamayacağına dair bir inanç gelişmiştir. Ancak ne var ki, Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamadığı gibi 20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan 3718 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı sonucunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Sözleşmenin feshedilmesine karar verilerek; 1 Temmuz 2021 tarihinde Sözleşmeden resmen çekilinmiştir. Başlı başına bu hamle dahi, erkeğe adeta öldürme emri vermekle eşdeğer değil miydi?! Bu kararın ardından erkeklerin eli tetiğe daha çabuk gitmedi mi?! Matematik ortada, anıt sayaçta her geçen gün artan isimler ortada!
Evet, “Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür…” Her bir ölümle bir kişi eksiliyor; çokça da küçülüyor anakaramız! Bir toplumun yarısıdır kadın, doğan güneşin, açan çiçeğin… Toprakta artan mahsul kadının emeği, fabrikada dokunan kumaş kadının gözyaşı, nasırlı ellerde pamuk, toprağa vurulan çapa, emekle yoğrulmuş umut, gözyaşı ile örülen barış, varoluş, kadın! Ve yarısıysak bu koca gezegenin ve ellerimizden yükseliyorsa hayat, bizim de sözümüz var! Bin yıllar ötesinden gelen sesimizi, haklarımızı bir bir alıncaya dek yükselteceğiz; yaşam için, yaşamak için.
Yükselttiğimiz sesin duyulması, yürüdüğümüz yolların açılması kanla, terle, acı ile, emek ile, kimi kez gözyaşı, çoğu kez yitip giden canların geride bıraktığı isyanla oldu. Bu nedenle kadın mücadelesinin engin ve bir o kadar çetrefilli yolu, bizim kutsalımızdır. Bu nedenle bizi hiçbir kuvvet yolumuzdan geri çeviremez. Zulüm perdesini bir kez yırttık, bin kez daha yırtmak için gerekli kudretimiz, cesaretimiz ve isyanımız var.
Şu an hepimiz duyumsuyoruz; bizler için alarm zilleri çalıyor en yüksek perdeden! Tarihi ya yeniden yazacağız ya da yitip gideceğiz karanlığın girdabında. Talihimize karanlık perdenin örtülmemesi için, ölmemek için, yok olmamak için mücadelemizi büyütmenin zamanıdır. Karanlık perdeyi biz kadınların mücadelesinin üzerine örtmek isteyenlere inat, her yerde ve her zaman varız, var olmaya devam edecek ve kazanımlarımızı bir iktidarın bekasına kurban etmeyeceğiz. 25 Kasımlar, 8 Martlar bizimdir, hayatı yeniden öreceğimiz günleri çağıran kıblelerimizdir.
Ve evet, kadınlarla değişir! Değişir bu dünya ve yeniden güneş doğar tüm karanlık iklimlere! Haydi kadınlar, hep birlikte yeni yaşamı inşa etmeye, özgürlüğe ve barışa! Ve unutmayacağımız, hep yanımızda tutacağımız bir gerçek var; o da kadının yurdunun kadın olduğudur. Ve Virginia Woolf’un da dediği gibi bir kadın olarak bizim ülkemiz dünyadır! Tüm ideolojilerin üstünde, tüm fikriyatların dışındadır kadının varoluş mücadelesi. Biliyoruz ki tüm dünyada kadınların mücadelesi barış ve yaşam üzerindedir; çünkü yaşamı var edendir kadın!
(MDB/RT)