Etyen Mahçupyan Ağustos ayı boyunca sırasıyla “Azınlıkların En Hakiki Sorusu”[1], “Azınlıkların En Hakiki Sınavı”[2] ve son olarak “Palyaçonun Cehennemi”[3] başlıklarıyla kaleme aldığı polemik yazılarında kısaca T.C. devleti ile azınlıklar arasındaki zalim/mağdur ilişkisine rağmen Müslüman kitlelere bakış anlamında azınlıkların elitist “Türk”le aynı safta yer almayı tercih etmesini azınlıkların ontolojik çelişkisi olarak gördüğünden bahsediyordu. Yani Mahçupyan’a göre Türkiye’deki azınlıklar, toplumun otantik değerlerinin taşıyıcısı olan Sünni Müslüman kitlelerden kendilerini üstün gördüklerinden defalarca gadrine maruz kaldıkları Kemalist elitizmle çelişik bir ortaklığı günümüzde dahi hala sürdürmekteydiler. Mahçupyan ayrıca kendisine Ermeni cemaati içerisinden eleştiri yöneltenleri de ayrım yapmaksızın elitizm ile itham ediyor ve tümünün ancak laik olabilecek derinlikteki elitist Türk’e palyaçoluk ettiğini söylüyordu. Mahçupyan’ın açtığı ve şiddeti giderek yoğunlaşan elitizm/otantizm tartışmalarına[4], 17 Aralık operasyonu, 30 Mart Yerel Seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçim maratonlarının ardından bu toplumun ötekileri penceresinden bakmak gerek.
Elitizm/otantizm ikiliğinin Mahçupyan’ın “devrimci” olarak nitelendirdiği AKP’nin temel politik söylemini oluşturan çerçeveyi kurduğunu ve bu ikiliği aynı zamanda kendi kitlesini konsolide etmek için kullandığını düşünürsek kendimizi bir ideoloji tartışmasında bulmamız kaçınılmazdır. Karl Marx hem Alman İdeolojisi’nde hem de Kapital’in “Meta Fetişizmi” bölümlerinde bu bağlamda önemli bir ideoloji tartışması yürütür. Alman İdeolojisi’nde bir halkın siyasal dilinin üretiminde o halkın maddi faaliyetlerinin doğrudan etkisi olduğunu belirtir. Yani ideolojiler dışarıdan bir bilinçle kazanılmaz, bir camera obscura’dan[5] çıkmışçasına baş aşağı çevrilmiş olsa da aslında ideolojileri yaratan insanların zorunlu olarak içine düştükleri ve hakim sınıflar tarafından dizayn edilmiş maddi koşullardır. Marx Kapital’in “Meta Fetişizmi” bölümünde ise camera obscura içerisinden çıkan ideolojilerin tekil toplumsal yapının maddi temellerinden filizlenen bir anlayışa nasıl denk düştüğünü metalar dünyası üzerinden anlatır. Metaların üretiminden dolaşımına kadar tüm maddi süreçler ideolojinin üretimine olanak sağlarken, burada ideolojiye içeriğini kazandıran metaların fetiş karakteridir. Burada dikkat edilmesi gereken ideolojiyi yaratan şey, metalara aslında kendilerinin sahip olmadıkları toplumsal ilişkileri düzenleme değerinin, bir başka deyişle metaların fetiş karakterinin verilmesi gibi ideolojiye de kapitalist toplumda toplumsal ilişkilerin temel örgütleyeni payesi biçilmesidir. Bu açıdan Marx’a göre ideoloji basitçe yanlış bilinç olmanın ötesinde, sadece dine ya da felsefeye indirgenemeyecek bir bütünselliğe ve maddi sürekliliğe işaret eder.
İdeolojinin bir bütünselliğe dahası bir sürekliliğe sahip olduğu gerçekliğinden hareketle seçimlerle geçirdiğimiz son altı ayı geçmişi ile birlikte ele almamız gerekir. Hatırlanacağı üzere 17 Aralık süreci ile başlayıp tapeler biçiminde şiddetlenen sağanak özellikle AKP otoriterizminden usanmış kitlelerin umudu olmuştu. Ancak bu durum karşısında otoritenin zayıflayacağı yönünde beslenen ümitler, AKP’nin plebisite dönüştürdüğü yerel seçimler sonrasında kitlesel gücünü hala kaybetmediğinin görülmesi ile yerini bahsi geçen kitleye dair analizlere bırakmıştı[6]. Seçimlerin hemen sonrasında Gürsel Korat[7]’ın ve Murat Paker'in[8] yapmış olduğu yorumlar bu açıdan kıymetlidir. Korat ve Paker’in yorumları, AKP’nin kitlesel desteğinin tüm bu olanlara ve muhtemel olacaklara rağmen neden hala zayıflamadığını açıklarken birbirleriyle bazı paralellikler içeriyordu. Her iki yorumda da AKP’nin konsolide etmeye çalıştığı kitlenin aslında ilkesellikler ya da ideolojiler üzerinden değil varoluşsal gerekçelerle yani AKP’nin iktidarını sürdürmesine olan ihtiyaçlarından dolayı AKP’nin yanında durdukları öne sürülmekteydi. Bu noktada Marx’ın yukarıdaki ideoloji tanımından hareketle pekala ortada camera obscura’sız bir ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hakikat karşısında bilerek ve isteyerek hakikati bükmeye girişmek ancak mevcut toplumsal ilişkilerin sizi makbul kıldığı ideolojik artalandan her ne koşulda olursa olsun vazgeçememek ile ilgilidir. Hakikat resmi ideolojinin içerisinden türediği maddi koşulların belirlediği toplumsal vasat karşısında mağlup olmuştur. Ancak bu durum Türkiye için ne istisnai bir durumu yansıtmakta ne de AKP Türkiye tarihi açısından müstesna bir örneği teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın son döneminden kalan miras ile birlikte ele alınırsa belki de hiçbir alanda sağlayamadığı siyasal ve kurumsal istikrarı ve sürdürülebilir inkâr politikalarını iki noktada üstelik hariçlerini kıskandıracak şekilde sağlamıştır; soykırım ve vasatlık[9].
Soykırım konusunda 20. yy’ın başından günümüze sürdürülen inkârcı politikalar konusunda farklı ideolojik kamplardan gelen iktidarların bile söylem birliği ettikleri aşikardır. Ancak bu yazının konusu doğrudan soykırım değil, soykırımın bu topraklarda vasata teslim olmak konusunda gösterilen “sağlam irade” ile bir bütünün parçalarını nasıl temsil ettiğinin ve elitizm/otantizm tartışmasında azınlıkların tartışmanın içerisine çekilmesinin pek de haklı bir tespit olmadığının gösterilmesidir.
Eğer Türkiye günümüzde AKP, muarızlarının da sıklıkla bir takım kültürel simgeler üzerinden eleştirdiği çalma çırpma ve talana odaklı, emek harcamadan zenginleşmeye dayalı, kültürel değerleri ve sanat ürünlerinin herhangi bir biçimini ancak paraya tahvil edilebildikleri oranda değerli gören bir sığ anlayışa teslim olmuşsa bu sürecin 20.yy’ın başındaki soykırıma giden süreç ile birlikte başladığını ifade etmek gerekir. Azınlıkların kadim topraklarından uzaklaştırılmaları, basitçe bir talana ve sermayenin el değiştirilmesine neden olduğu oranda devletin kurucu kadrolarının da vasatı belirleme konusundaki irade beyanları olarak okunabilir.
Toplum mühendisliği araçlarıyla vasatlaştırma iradesinin tek mağduru şüphesiz etnik azınlıklar değildir. Yakın zamanda medyada yer alan iki cinayeti pekala vasati iradenin istikrar söylemine eklenmiş yeni tespih taneleri olarak değerlendirebiliriz. Örneğin daha dört yıl evvel eğitimli bir ailenin iyi eğitim almış, ODTÜ mezunu ve devletin makbul vatandaş saydığı bir ferdi olabilecek Onur Yaser Can bir haziran günü üçüncü kez çağrıldığı itibar yitirici ve aşağılayıcı sorgu işkencesine katlanmamak için kendini boşluğa bırakmayı göze alıp ölümü seçmişti. Yaser, polislerin üst araması sonrasında üzerinde buldukları kullanım amaçlı esrara dayanarak defalarca emniyette sorgulamaya çağırdıkları ve sorgulamalarda uğradığı aşağılayıcı uygulamaları kendi kişiliğine yakıştıramadığından yeniden sorguya gitmemek için intihar etmişti.[10] Polis şiddeti ve karakolda ölüm hadiseleri aslında nicedir bu toplumun kanıksadığı olgular. Ancak bu ölümü farklı kılan, seleflerinden ayıran Onur Yaser’in ne Metin Göktepe gibi devletin açık düşman ilan ettiği sosyalist bir gazeteci ne de Festus Okey gibi gayriinsani koşullarda yaşamak zorunda bırakılan ve her daim polisin olağan şüphelisi konumundaki bir mülteci olmasıdır. Bu intihardan iki yıl sonra Onur Yaser’in annesi ise oğlu için eşiyle verdikleri hukuk mücadelesinin haksızlıkla sonuçlanması sonrasında intihar etmiştir.
Devletin tanımladığı vasatlık sınırlarını aşmak istediği için cezalandırılan bir diğer isim ise Gezi Parkı eylemlerinde polis şiddetinin simgeleştiği günlerden olan 16 Haziran günü, direnişin yoğun biçimde yaşandığı mahallesi Okmeydanı'nda başına isabet eden gaz kapsülü sonucu 11 Mart tarihine kadar yaşam mücadelesi verdikten sonra hayatını kaybeden Berkin Elvan’dır. Berkin, Tokat Kızıldereli bir babanın ve Dersimli bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Olay günü dışarıdaki şiddetin boyutunu bildiğinden dolayı annesinin alışverişe gitmesine engel olabilmek için kendisi bu görevi üstlenmiş ve ilk gençliğin verdiği çevikliğine güvenmiştir. Ancak ölüm onu bir köşe başında yakaladığında aldığı darbenin tesiri yanında dakikalarca biber gazını da solumak ve nefessiz kalmak zorunda kalacaktır. Annesinin anlatımına göre Berkin yaşının verdiği heyecanı yüreğinde taşıyan civanmert bir çocuktur.[11] Ailesinin maruz kaldığı kimliğe dayalı ve sınıfsal ayrımcılığın pekala farkındadır. Bu farkındalık elbette onu diğer "makbul" yaşıtlarından ayırmaktadır. Bu ayrımı örneğin müzik tercihlerinde görmek mümkündür; Grup Yorum hayranıdır Berkin. Tahmin edileceği üzere sosyal konularla da pekala alakalıdır ve tabii ki Gezi direnişindeki heyecan Berkin'in ilk gençlik heyecanları ile kesişmektedir...
Onur Yaser ile Berkin’i birbirlerinden ayıran, içerisinde etnik aidiyet, sınıfsal kimlik gibi toplumsal geçişliliğin pek de kolay olmadığı sert katmanlardan bahsetmek pekala mümkün. Ancak her iki cinayette de devletin gadrine uğrayanların ister düşünce ve yaşayışlarıyla isterse de politik aidiyet ve kimlikleriyle devletin sınırlarını vasatlıkla çizdiği makbul vatandaşlığın ötesine geçmek istemeleri ortak noktalarıdır. Devlet, tıpkı geçmişte Onur Yaser ve Berkin’in seleflerine yaptığı ve bundan sonra da yapmaya devam edeceği gibi, hak - hukuk mücadelesini, kişi onurunu, toplumsal faydayı ve kamusal değeri dile getirenleri ötekileştirip bunların yerine kitleyi, bireysel kurtuluşu ve koşulsuz itaati yücelttiği vasat bir toplumsal düzeni yeniden ve yeniden kurmak istemektedir.
Yazının başında da belirttiğimiz üzere Türkiye'nin vasat olana dair beslediği hayranlık bugünlere ait bir olgu değil. 1915 öncesinde başlayan soykırım sürecinin yalnızca bu toplumun ötekilerini, azınlıklarını kırmadığını aynı zamanda geride kalanları ve hatta bu kırımlara seyirci kalanları da kurak topraklarda yapayalnız bıraktığı anlaşılıyor. Üstelik 1915 öncesinde başlayan süreç yerinde durmuyor: 1934’de Trakya Yahudileri’nin Trakya’yı terketmelerine yol açacak saldırılar, 1942 yılında savaş koşulları bahane edilerek azınlık toplumlarının “yabancı sermaye sahipleri” kapsamına dahil edilip onlardan alınacak yüksek vergilerle sermayenin “yerlileşmesi”ni amaçlayan Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955’te[12] Mustafa Kemal’in Selanik’teki evinin bombalandığı yalanıyla İstanbul’un çeperlerine iktidar tarafından yerleştirilen yağmacıların gerçekleştirdiği pogromlar ve Kıbrıs olaylarının yoğunlaşması ile 1964 yılında gerçekleştirilen tehcirle bu toprakların asli unsuru olan halklar, artlarında yağmalanmak üzere bıraktıkları mülkleri ama daha da önemlisi vasatlaştırılmaya direnen iradeleri ve izanlarıyla öldürüldüler ya da sürüldüler.
AKP gücünü tam da resmi ideolojinin geçmişteki temsilcilerinin uyguladıkları vasatı yücelten bu camera obscura’sız ideolojiden alıyor. Kendilerini cumhuriyet’in sahibi olarak gören kitlenin varoluşsal gerekçelerle AKP’ye dolaysız bir ideoloji ile bağlanan kitleleri “makarnacı”lar olarak adlandırması erken cumhuriyet döneminin mirası üzerinde yükselen cumhuriyet elitlerinin aslında “makarnacılar” ile aynı sofrada oturuyor oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Kaşıkların ve çatalların konumlanışı ya da yemeğin adının makarna değil de lazanya oluşu, bu toplumun azınlıkları ve ötekileri açısından en fazla biçimsel bir farklılığa denk düşüyor.
Bu nedenle azınlıklar, salt elitist oldukları, yerlileşemedikleri ya da kategorik Müslüman düşmanlıklarından dolayı değil, uzun ve çileli 20.yy’ın kolektif hafızalarında biriktirdiği haksızlıklar ve eşitsizlikler nedeniyle ama en çok vasatlaştırmaya teslim olmanın kendileri için yok olmak olacağını bildiklerinden çoğunluk kültürünün tektipleştirici totaliterliğine tepki gösteriyorlar. O halde Mahçupyan’ın sorusunu baştan formüle etmek gerekiyor[13]: Katiline aşık olan ya da ontolojik çelişki içerisinde bulunan acaba vasatlaştırmaya direnme koşullarını var etmeye çalışan azınlıklar mı yoksa tam da “afedersiniz Ermeni” sürçmesinin işaret ettiği rabıtalılıkla vasatlığı savunan (hatta öyle ki asimile olmaya direnme halini, hakim söylemin polarizasyonlarında boğan) “Yeni Türkiye”nin kanaat teknisyenleri mi?
Mahçupyan Ermeni aydınlara birey olabilmeyi, azınlık toplumlarına ise kişilikli tavır göstermeyi öğütlerken bireylik ya da kişilik kategorilerinden ne anladığı da ziyadesiyle sorunlu. Zira Mahçupyan eğer bu kavramları insanın aklını kullanarak[14] sürü kültüründen ayrılması gerektiği anlamında kullanıyorsa, ifade etmek gerekir ki bu anlamda birey ve kişi kategorileri 18.yy’da Aydınlanma düşüncesi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Aydınlanma ile ortaya çıkan dönüşümün sanat, siyaset ve bilimdeki taşıyıcısı olan modernizm, ortaya çıktığı tüm biçimlerde geleneği parçalayan bir söyleme sahiptir. Bu açıdan bağlı bulunduğu AKP muarızları grubunda hakim söylem olarak kullanılan Aydınlanma eleştirisi ve bunun yerine tercih edilen yerelci, gelenekçi söylem Aydınlanma’nın bakiyesi olarak önümüzde duran birey ve kişi kategorilerinin yüceltilmesi ile çelişmektedir.[15]
Azınlıkların ve toplumun tüm ötekileştirilmiş kesimlerinin öteki olmanın getirdiği haleti ruhiyeden kurtuluşu aynı zamanda bu toplumun vasata teslim olmuş çoğunluk kültüründen kurtuluşu demektir. Yıllardır ödenen bedeller, Mahçupyan gibi hakim söylemin içinden yazan kalemlerin yerlicilik olarak yücelttikleri vasat toplumsallığa teslim olmamak, onun içerisinde soğurulmamak adına ödenmiştir. Mahçupyan’ın azınlıklara getirdiği içe kapanma eleştirisinin aşılabilmesi ise ancak vasat olan karşısında toplumun sorgulayan, farklı düşünen kesimlerinin güçlendirilmesi ile mümkün olabilir. Her ne kadar sekülerlikle maceramız netameli olsa da, Mahçupyan’ın bir kenara attığı sekülerlik azınlıklar dahil bu toplumun tüm ötekilerinin toplumsalı güçlendirmek adına bir araya gelebilmeleri, nefes alabilmeleri ve egemen karşısında ayakta durabilmelerini sağlayan önemli payandalardan biridir, bu nedenle göz ardı edilmek şöyle dursun sekülerliğin reel hale gelebilmesi için daha fazla mücadele vermek gerekir.[16]
Ezcümle azınlıkların kendilerini politik olarak ifade edebilecekleri ve müdahil özneler olabilecekleri bir toplumsal zemin ancak ötekilerin sesi olmayı başarabilecek seküler bir politik çizgide kendine hakiki bir varlık alanı bulabilir. Bunun haricindeki tüm toplumsal yapılanmalar - ister devlet organının eski sahibi ister yeni sahibi olsun - geçmişlerinden gelen resmi ideolojik pratiklerle azınlıkları en iyi ihtimalle vitrin objesine indirgeme eğilimi taşıyabilirler. Çünkü “bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker”, tarihin içinde bulunduğumuz aşamasında iktidarı devralan kuşakların “gömlek“ değiştirmeleri ya da yeni eğreti biçimsellikler kullanmaları geçmişin mirası üzerine inşa ettikleri “Yeni Türkiye”nin yalnızca paylaşım düzeninin kendisine dair bir “yeniliğe” işaret ettiğini bizlere gösterir, devrim ise geçmişin mirasını tamamen reddederek yeni bir başlangıç yapabilme cüretini gösterebilenlere nasip olacaktır. (AE/HK)
Aras Ergüneş, Kocaeli Üni. Felsefe Bölümü'nde araştırma görevlisi. Aynı bölümde "devlet teorisi" üzerine doktora tezi yazıyor. Başlıca çalışma alanları: Siyaset felsefesi, Devlet teorisi, Marksizm, Hukuk felsefesi. |
[4] Recep Tayyip Erdoğan’ın 2007’den bu yana sıklıkla kullanmaya başladığı ama 17 Aralık operasyonundan sonra tüm söylemini üzerine inşa ettiği basit ikilikler üzerine kurulu olan hitabeti birçok farklı biçim alsa da temelde; milletin manevi ve geleneksel değelerinin sürdürücüsü olan “milletin adamı” ile milletten kopuk, onlara dışarıdan bilinç aşılamaya çalışan, batıcı ve elitist “ötekiler” denklemi üzerine kuruludur. Recep Tayyip Erdoğan tüm seçim mitinglerinde olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yaptığı “balkon konuşması”nda da gene kitlesine seslenerek “onlar yıllarca bu milleti aşağıladılar, kendilerini bu milletten üstün gördüler” demiştir.
[5] Ortaçağ’da kullanılan ve düz bir yüzeye aynalar yardımıyla manzara görüntüsünü düşürmeye yarayan alet. Alet ilk ortaya çıktığında görüntü, kağıt üzerine baş aşağı düşüyordu, daha sonra geliştirilen merceklerle bu sorun aşıldı.
[6]İrtikap ve rüşvetin aleni görünümüne karşın toplumun neredeyse yarısının bu yapıyı desteklemesini, Ahmet İnsel ise “ahlâki çürüme” olarak adlandırmıştı.
[9] TDK sözlüğünde “vasat” sözcüğü “orta” anlamına gelmektedir. Biz burada vasatlık sözcüğü ile toplum içerisinde öteki olan, farklı olan ya da eleştirel olan karşısında iktidarın belirlediği homojen toplumsal sınırların ortalamasını kastediyoruz. Bu açıdan iktidarın tüm toplumu kendi tanımladığı vasatlık içerisinde soğurma ve bu vasatı aşma girişimlerini de sönümlendirme çabası yukarıdan aşağıya toplumun tüm katmanlarına sinen bir totalitarizme işaret eder.
[10] Onur Yaser Can’ı intihara kadar götüren süreci İrfan Aktan haber-yorum yazısında devletinin vatandaşından onursuzluk talep ettiği bir riyakarlar apartmanı benzetmesi ile pek güzel anlatmıştır.
[12] Recep Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta kendisinin ve partisinin selefi olarak gördüğünü gururla ifade ettiği Adnan Menderes ve DP geleneğinin iktidara geldiği 1950’li yılların başlarında uyguladığı liberal politikaların azınlıkların desteğini aldığı söylemek mümkün. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı’da uygulanmaya başlanan iç ekonomiye yönelik kalkınmacı anlayışla birlikte Türkiye’de başgösteren ekonomik sıkıntılar Menderes hükümetinin de gözünü seleflerinin yaptığı gibi azınlık sermayesinin son kalan birkaç dişini sökmeye yöneltmiştir. Varlık Vergisi’ni önceki Kemalist politikalar ile bir süreklllik içerisinde değerlendiren ayrıntılı bir çalışma için bkz. Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. 2005
[13] Mahçupyan’ın sorunsal tespitinin eksiklerine dair Ohannes Kılıçdağı’nın yazısı okunabilir. Mahçupyan’ın hakim söylemin dilini kullanması bir yana yapmış olduğu analizde tüm azınlık katmanlarını, kültürel ve sınıfsal kodları gözetmeden aynı çuvala doldurması da ciddi bir problemdir.
[14] Sapere Aude (Aklını Kullanma Cesareti Göster), İlk olarak Romalı şair Horatius tarafından kullanılan bu ifadeyi Kant “Aydınlanma Nedir” metninde Aydınlanma düşüncesinin parolası olarak kullanmıştır.
[15] Öte yandan Mahçupyan’ın kullandığı kişi kavramının Batı dillerindeki karşılıkları (person, personne, persona, pessoa) Grekçe Prosopon kökenine dayanmaktadır. Antik Yunan’da Prosopon sahnede oyuncunun duruma göre yüzüne taktığı maske, yüzünün aldığı şekil anlamına gelir. Mahçupyan azınlık toplumlarına kişilikli olmayı salık verirken kimbilir belki de bu eşitsiz düzen içerisinde azınlıkların hayatta kalabilmeleri için farklı Prosoponlara girmek zorunda olmalarına atıfta bulunmak istemiştir.
[16] Dış politikada gösterdiği üstün meziyetlerle başbakanlık koltuğuna layık görülen Ahmet Davutoğlu döneminde yürütülen mezhepçi bölge siyaseti nedeniyle Kesab’ta, Şengal’de yaşanan kırımlar azınlıkların sekülerlik konusundaki hassasiyetlerinin hiç de yersiz olmadığını göstermektedir.