"İyi'nin ve Kötü'nün, kendilerini geçen salı günü olduğu kadar açıkça ortaya koydukları enderdir. Tanımadığımız insanlar, tanıdığımız insanları katlettiler. Hem de bunu hepimizi aşağılayan bir coşkuyla yaptılar."
Bunu söyledikten sonra gözyaşlarına boğuldu.
Güçlük şurada: Amerika, tanımadığı insanlara karşı savaş yürütüyor, onları tanımıyor, çünkü onlar pek televizyonda görünen kişiler değiller. Amerikan Hükümeti, düşmanını tam olarak teşhis etmeden, hatta nasıl bir yaradılışta olduğunu bile anlamaya başlamadan, aceleyle, propaganda amacıyla ve utanılacak bir ifadeyle, "teröre karşı uluslararası işbirliği" çağrısı yaptı, kara, hava ve deniz kuvvetleri ile medyasını harekete geçirdi ve hepsini savaş havasına soktu.
Sorun şu ki, Amerika savaşa hazırlanırsa, gerçekten savaşmadan geri dönmez. Düşmanını bulamazsa, ülkesindeki öfkeli yurttaşların hatırı için bir düşman yaratmak zorunda. Savaş başladığında, Amerika kendine özgü bir enerji yaratacak, mantık geliştirecek, gerekli mazereti hazırlayacak ve biz de bu savaşın neden yapıldığını unutup gideceğiz.
Bizim burada tanık olduğumuz gösteri, dünyanın en güçlü devletinin, kendisine yapılana tepki olarak ve öfkeyle, yeni bir tür savaş yürütmek amacıyla eski içgüdülerine dönmesidir. Bir anda, iş kendini savunmaya gelince, Amerika'nın modern savaş gemileri, füzeleri, ve F-16'ları köhne, hantal şeylere benziyorlar. Nükleer bomba deposunun hurda değerinin bile olmaması da caydırıcı. Yeni yüzyılın savaş silahları, kutu açacakları, çakılar ve acımasız bir öfke olacaktır. Öfke, kapıları anahtarsız açacak, gümrüklerden fark edilmeden geçecek, bagaj kontrollerinde görünmeyecektir.
Amerika kime karşı savaşıyor? 20 Eylül günü FBI, uçak kaçıranların bazılarının kimlikleri konusunda kuşkuları olduğunu belirtti. Aynı gün Başkan Bush, "Bu insanların kim olduklarını kesin olarak biliyoruz, onları hangi hükümetlerin desteklediğini de," dedi . Görünüşe göre Başkan, Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) ve Amerikan halkının bilmediği bir şey biliyor.
20 Eylül günü Kongre'de yaptığı konuşmada Başkan Bush, Amerika'nın düşmanlarını 'özgürlüğün düşmanları' olarak niteledi. Amerikalıların, 'Bu insanlar bizden neden nefret ediyor?' diye sorduklarını söyledi. "Bizim özgürlüklerimizden nefret ediyor onlar, din özgürlüğümüzden, konuşma özgürlüğümüzden, seçme özgürlüğümüzden, toplantı yapma ve farklı görüşlerde olabilme özgürlüğümüzden." Bu noktada insanlardan iki şeye inanmaları isteniyor: Birincisi, iddiasını destekleyecek somut kanıtlar olmasa bile Amerikan Hükümeti kime düşman diyorsa onu düşman bellemek. İkincisi, Düşman'ın amacının, Amerikan hükümeti ne diyorsa o olduğunu kabul etmek, ki Amerika'nın bu iddiasını da kanıtlayacak hiçbir şey yok.
Stratejik, askeri ve ekonomik nedenlerle, Amerikan hükümetinin, halkını, özgürlüklerinin, demokrasilerinin ve Amerikan tarzı yaşamlarının saldırıya uğramış olduğuna inandırması gerekir. Ülkede acı, öfke ve hırs hüküm sürerken bu düşünceyi kolaylıkla işleyebilir. Bununla birlikte, bu sav doğru olsaydı, Amerika'nın ekonomik ve askeri üstünlüğünün simgeleri olan yerlerin -Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon'un- neden saldırıların hedefi olarak seçildiği merak edilebilir. Neden Özgürlük Anıtı'na saldırılmadı? Saldırılara yol açan karanlık öfkenin kökü, Amerikan özgürlüğü ve demokrasisinde değil de Amerikan hükümetinin bunların zıddı olan şeyleri -askeri ve ekonomik terörizmi, isyanı, askeri diktatörlüğü, dinsel tutuculuğu ve akıldışı soykırımı (Amerika dışında)- benimseyip desteklemesinde olabilir mi?
Kısa bir süre önce sevdiklerini yitiren sıradan Amerikalıların gözlerinde yaşlarla başlarını kaldırıp dünyaya baktıklarında aldırmazlık diye yorumlayabilecekleri bir şeyle yüz yüze gelmeleri hiç kolay olmamalı. Bu aldırmazlık değil. Yalnızca öngörü. Sürpriz değil. Dünyanın yuvarlak olduğunu eski deneyimlere dayanarak bilme bilgeliği. Amerikalılar, nefret edilenin kendileri değil, hükümetlerinin yürüttüğü politika olduğunu bilmeliler. Kendilerinin, olağanüstü müzisyenlerinin, yazarlarının, oyuncularının, kusursuz sporcularının ve filmlerinin dünyanın her yerinde kabul gördüğünden kuşku duyuyor olamazlar. Saldırının olduğu günden bu yana itfaiyecilerin, kurtarma ekiplerinin ve sıradan büro memurlarının gösterdiği yüreklilik ve incelikten hepimiz etkilendik.
Bu olanlar Amerika'yı kedere boğdu ve bu kederi bütün halk yaşadı. Amerika'nın kederini ölçülü tutmasını ya da buna uyum sağlamasını beklemek saçma olur. Bununla birlikte, bu kederi, 11 Eylül'ün nedenini anlamaya çalışmak için bir fırsat olarak görmek yerine, bütün dünyanın kederini gasp edip yalnızca kendilerinin olanın yasını tutmak ve bunun öcünü almak için bir fırsat saymaları çok esef verici olur. Çünkü o zaman, sert sorular sormak ve sert şeyler söylemek bizlere düşer. Ve yanlış zamanda bu konuda çaba gösterdiğimiz için bizden hoşlanmayacaklar, bizi görmezlikten gelecekler ve belki de sonunda susturacaklar.
Amerika'daki binalara uçakla dalan haydutları neyin motive ettiğini insanlar büyük olasılıkla asla bilemeyecekler. O kişiler şan şeref peşinde değillerdi. Arkalarında intihar mektupları bırakmadılar, siyasal mesajlar da; saldırıları üstlenen bir örgüt de olmadı. Bütün bildiğimiz, yaptıkları şeye duydukları inancın, hayatta kalma içgüdüsünün ya da unutulmama arzusunun önüne geçtiği. Sanki bu insanlar, öfkelerini bu yaptıklarından daha küçük boyuttaki bir şeyle çıkaramayacaklardı. Ve yaptıkları şey, bildiğimiz dünyada bir delik açtı. Bilgi eksikliği yüzünden politikacılar, siyaset yorumcuları ve (benim gibi) yazarlar, bu konuda kendi görüşlerini, kendi yorumlarını ortaya koyacaklardır. Bu yorumlar, saldırıların gerçekleştiği sırada yaşanan siyasi havanın bu biçimde çözümlenmesi iyi bir şey.
Ama ufukta savaş görünüyor. Söylenecek ne kaldıysa çabuk söylenmeli. Amerika kendisini 'teröre karşı uluslararası işbirliği'nin dümenine oturtmadan; başka ülkeleri, neredeyse kutsal saydığı misyonuna katılmaya davet etmeden (ve onları buna zorlamadan) önce söylenmeli. Amerika önce İlahi Adalet dediği, ama yalnızca Allah'ın ilahi adalet dağıtabileceğine inanan Müslümanlara hakaret sayılabileceği uyarısından sonra adını Sürekli Özgürlük Harekâtı olarak değiştirdiği bu misyonla ilgili birkaç küçük açıklama yapsaydı iyi olurdu.
Örneğin kimin için İlahi Adalet ya da Sürekli Özgürlük? Amerika'nın bu savaşı, Amerika'daki teröre karşı mı yoksa genel olarak teröre karşı mı? Tam olarak burada neyin öcü alınıyor? Yaklaşık 7000 kişinin trajik ölümünün mü, Manhattan'da yerle bir olan bir buçuk milyon metre kare büro alanının mı, Pentagon'un bir bölümünün çökmesinin mi, yüz binlerce kişinin işsiz kalmasının mı, bazı havayolu şirketlerinin iflas etmesinin mi, New York borsasının dibe vurmasının mı? Yoksa daha fazlasının mı?
1966 yılında Madeleine Albright, Amerika Birleşik Devletleri Dış
işleri Bakanıyken ulusal televizyonda kendisine, Amerika'nın uyguladığı ekonomik ambargo nedeniyle ölen 500.000 Iraklı çocuk konusunda ne hissettiği sorulmuştu. Bakan bu soruya karşılık, bunun 'çok güç bir seçim olduğu'nu söylemiş, 'ama tümden bakıldığında, buna değer diye düşünüyoruz' demişti. Böyle konuştuğu için işinden olmadı Albright.
Amerikan Hükümetinin görüşlerinin ve amaçlarının temsilcisi olarak dünyayı dolaşmayı sürdürdü. Daha da önemlisi, Irak'a karşı ambargo sürüyor. Çocuklar da ölmeye devam ediyor.
İşte durum bu. Uygarlıkla vahşilik arasındaki dürüstçe olmayan ayrım bu; 'masum insanların katledilmesiyle' (ya da uygarlıkların çatışmasıyla) 'yakın ilişkili zarar' arasındaki ayrım. İlahi adaletin safsatası ve titiz matematiği. Dünyanın daha iyi bir yer olabilmesi için daha kaç Iraklının ölmesi gerekecek? Her ölü Amerikalı için kaç ölü Afgan gerekecek? Her ölü erkek için kaç kadınla çocuğun ölmesi gerekecek? Her ölen yatırım bankacısı için kaç tane ölü mücahit gerekli? Dünyadaki bütün televizyon ekranlarında Sürekli Özgürlük Harekâtı gösterilirken hepimiz ipnotize olmuş gibi seyrediyoruz. Dünyanın süper güçlerinden oluşan bir koalisyon, Afganistan'ı kuşatıyor, dünyanın en yoksul, en harap, savaşın yıkıp geçtiği ülkelerinden biri burası, hükümetteki Taliban'ın, 11 Eylül saldırısından sorumlu tutulan Usame bin Ladin'i koruduğu bir ülke.
Afganistan'da ikincil değer olarak görülebilecek tek şey herhalde halkıdır. (Bu halk arasında yarım milyon sakat öksüz var. Kuytu, izbe köylerin üzerine havadan takma uzuvlar bırakıldığında insanların topallaya topallaya koşuştukları anlatılıyor.) Afganistan'ın ekonomisi berbat durumda. Aslında Afganistan'ı istila edecek bir ordunun karşılaşacağı güçlük, askeri bir harita üzerinde işaretlenecek geleneksel koordinatların ve işaret levhalarının bulunmamasıdır; ne büyük kentler vardır orada, ne otoyollar, ne sanayi tesisleri, ne de su arıtma tesisleri. Çiftlikler toplu mezarlara dönüşmüştür. Kent dışı yerlere kara mayınları döşenmiştir; en az on milyon mayın bulunduğu tahmin edilmektedir. Amerikan ordusu askerlerini Afganistan'a sokmak istiyorsa önce mayınları temizleyip yol yapması gerekir.
Amerika'nın saldırısından korkan bir milyon kişi, evlerini terk edip Pakistan sınırına yığılmıştır. Birleşmiş Milletler, acil yardıma ihtiyacı olan Afganların sayısını sekiz milyon olarak tahmin etmektedir. Stoklar tükenirken -yiyecek ve yardım kuruluşlarının ülkeyi terk etmesi istenmiştir- BBC, insanlığın son zamanlarda yaşadığı en kötü felaketlerden birinin başlamakta olduğunu duyurmaktadır. Yeni yüzyılın ilahi adaletinin tanığı olun. Öldürülmeyi beklerken açlıktan ölen sivil halk.
Amerika'da, 'Afganistan'ı taş devrine geri götürecek bir bombalama'dan söz edilmektedir. Biri onlara söylesin lütfen, Afganistan zaten taş devrini yaşıyor. Eğer Amerika'nın içini rahatlatacaksa, bu duruma gelinmesinde onun da payının azımsanmayacak ölçüde olduğunu söyleyelim. Amerikan halkı Afganistan'ın haritadaki yerini hayal meyal hatırlıyor olabilir (Afganistan haritasına hücum olduğu haberleri geliyor kulağımıza), ama Amerikan hükümetiyle Afganistan eski dosttur.
1979'da Sovyetler, Afganistan'ı işgal ettikten sonra, CIA ile Pakistan'ın YAİ'si (Yönetimler Arası İstihbarat), CIA tarihindeki en büyük gizli operasyonu başlattılar. Amaçları, Afgan direnişçilerinin gücünü Sovyetlere karşı kullanmak ve direnişi genişletip bir kutsal savaşa, bir cihada dönüştürmekti. Böylece Sovyetler Birliği'ndeki Müslüman ülkeler komünist rejime baş kaldıracaklar ve sonunda da dengesini bozacaklardı. Başlangıçta bu olayın Sovyetler Birliği'nin Vietnam'ı olacağı düşünülmüştü. Ama bundan çok daha öteye gitti. Yıllar boyu CIA, YAİ kanalıyla 40 İslam ülkesinden 100.000 radikal mücahide para yardımı yapıp kendine bağladı ve bunları Amerika adına yapılan savaşta asker olarak kullandı. Mücahitlerin alt tabakası, bu cihadı aslında Sam Amca için yürüttüklerini bilmiyorlardı. (İşin tuhaf yanı, Amerika da gelecekte kendine karşı yürütülecek bir savaşı finanse ettiğinin farkında değildi.)
1989 yılında, tam on yıl aralıksız sürdürdükleri ve kana bulanarak bitirdikleri çatışma sonunda Sovyetler arkalarında harabeye dönüşmüş bir ülke bırakarak çekildiler.
Afganistan'daki iç savaş sürdü. Cihat, Çeçenistan'a, Kosova'ya ve Keşmir'e sıçradı. CIA para ve askeri teçhizat yağdırmayı sürdürdü, ancak giderler çok arttığı için daha fazla para gerekiyordu. Mücahitler çiftçilerden 'devrim vergisi' olarak afyon ekmelerini istediler. YAİ, Afganistan'ın dört bir köşesinde eroin işleyen yüzlerce laboratuvar kurdu. CIA'nin ülkeye gelişinin üzerinden iki yıl geçmeden, Pakistan-Afganistan arasındaki sınır bölgesi, dünyanın en büyük eroin üreticisi ve Amerika sokaklarında satılan eroinin tek ve en büyük kaynağı olmuştu. 100 milyar dolarla 200 milyar dolar arasında olduğu söylenen yıllık kazanç, militan yetiştirilmesine ve silahlandırılmasına harcanıyordu.
1995 yılında Taliban -o sıralarda tehlikeli, köktendinci bir marjinal tarikattı- Afganistan'da iktidarı ele geçirdi. CIA'nin eski ortağı YAİ'den parasal yardım alan Taliban, Pakistan'daki birkaç siyasi partinin desteğini de görüyordu. Taliban bir terör rejimi başlattı. İlk kurbanları kendi halkıydı, özellikle de kadınlar. Kız okullarını kapattı, kadınları hükümet görevlerinden attı, 'ahlaksız' olduğuna inanılan kadınların taşlanarak öldürüldüğü, zina işlemekle suçlanan kadınların canlı canlı toprağa gömüldüğü şeriat yasalarını uygulamaya başladı. Taliban hükümetinin insan hakları konusundaki uygulamaları göz önüne alınırsa, savaş tehlikesinin ya da sivil halkın yaşamlarının tehdit altında olmasının onu korkutacağını ya da amacından saptıracağını düşünmek yanlış olur.
Bütün bu olanlardan sonra, Afganistan'ı bir kez daha harabeye çevirmek için Amerika ile Rusya'nın ele ele vermesinden daha ironik bir şey olabilir mi? Harap olmuş bir yeri yeniden harap edebilir misiniz? Afganistan'ı bir kez daha bombalamak yalnızca yıkıntıları karıştırmaya, eski mezarları birbirine katmaya ve ölüleri rahatsız etmeye yarar.
Afganistan'ın perişan toprakları, Sovyet komünizminin mezarıydı ve Amerika'nın hükmü altındaki çift kutuplu bir dünyanın sıçrama tahtasıydı. Onun yerini yine Amerika'nın hükmü altındaki neo kapitalizm ve birleşik küreselleşme aldı. Şimdi de Afganistan, Amerika için savaşıp bu savaşı kazanan inanılmaz askerlere mezar olmak üzere.
Ya Amerika'nın güvenilir müttefiki ne durumda? Pakistan da büyük acılar çekti. Amerika, demokrasi düşüncesinin bu ülkede kök salmasını engelleyen askeri diktatörleri desteklemekten hiçbir zaman çekinmedi. CIA gelmeden önce Pakistan'da afyon konusunda küçük bir kırsal pazar vardı yalnızca. 1979 ile 1985 arasında eroinmanların sayısı sıfırdan bir buçuk milyona yükseldi .
11 Eylül öncesinde bile sınır boyundaki çadır kamplarda üç milyon Afgan mülteci yaşıyordu. Pakistan'ın ekonomisi çökmekte. Mezhepler arasındaki sert çatışmalar, küreselleşmenin getirdiği yapısal uyum programları ve uyuşturucu tüccarları ülkeyi mahvediyorlar. Sovyetlere karşı mücadele etmek amacıyla kurulan ve ülkede pıtrak gibi çoğalmış bulunan terörist eğitim merkezleri ve medreseler, Pakistan'da çok tutulan radikal eğilimli kişiler yetiştirdiler. Pakistan Hükümeti'nin yıllarca kol kanat gerdiği, desteklediği, para yardımı yaptığı Taliban'ın, Pakistan'ın siyasi partileriyle maddi ve stratejik ittifakları var.
Şimdi de Amerikan Hükümeti, Pakistan'dan, yıllar yılı arka avlusunda kendi eliyle yetiştirdiği hayvanı boğazlamasını istiyor (istiyor mu?). Amerika'ya destek vereceğini açıklayan Devlet Başkanı Müşerref, kendi ülkesini de iç savaş içinde bulabilir.
Kısmen coğrafi konumu, kısmen de önceki yöneticilerinin uzak görüşlülüğü sayesinde Hindistan şu ana kadar bu Büyük Oyun'un dışında kalabildi. Eğer bu oyunun içine çekilseydi, demokrasimizin -pek iyi sayılmasa da- yaşama şansı pek kalmazdı. Bugün, bazılarımızın dehşetle izlediği gibi, Hindistan hükümeti azgın azgın kalça kıvırıyor, Pakistan'da değil de Hindistan'da üs kursun diye Amerika'ya yalvarıyor. Pakistan'ın berbat kaderine ring kenarından tanık olduktan sonra Hindistan'ın bunu yapmak istemesi yalnızca tuhaf değil, inanılmaz da. Hassas bir ekonomiye ve karmaşık bir toplumsal temele sahip olan her üçüncü dünya ülkesi, Amerika gibi bir süper gücü ülkesine çağırmanın (ister kalacağını söylesin ister yalnızca geçtiğini) arabasının ön camından içeri bir tuğla düşmesini istemekle eşit olduğunu bilmelidir.
Sürekli Özgürlük Harekâtı, görünüşte Amerikan Yaşam Tarzı'nı ayakta tutmak için yürütülmektedir. Büyük olasılıkla bu iş, bunun tümüyle baltalanmasıyla son bulacaktır. Bu harekât, dünya üzerinde daha çok öfkeye ve daha çok teröre yol açacaktır. Amerika'daki sıradan insanlar için bunun anlamı, çok rahatsız edici bir belirsizlik ortamında yaşamaktır. Çocuğum okulunda güvende olacak mı? Metroda sinir gazı olacak mı? Sinema salonunda bomba? Sevgilim bu akşam eve gelebilecek mi? Biyolojik savaş olabileceği yolunda uyarılar gelmiştir; kızamık, veba, şarbon hastalığı: masum ilaçlama uçaklarının ölümcül yükü. Her seferinde birkaç kişinin etkilenmesi, herkesin birden bir seferde bir nükleer bombayla yok edilmesinden çok daha kötü olabilir.
Amerikan hükümeti ve kuşkusuz dünya üzerindeki öteki hükümetler de, savaş atmosferini, yurttaşlık haklarını kısmak, ifade özgürlüğünü kaldırmak, işçi çıkarmak, etnik ve dinsel azınlıklara eziyet etmek, kamu harcamalarını kısmak ve savunma sanayiine büyük paralar akıtmak için bahane edeceklerdir. Hangi amaç için? Başkan Bush, dünyayı azizlerle dolduramayacağı gibi 'kötülerden de kurtaramaz'. Amerikan Hükümetinin, terörizmi daha fazla şiddet ve baskı uygulayarak ezeceğini düşünmesi bile saçma. Terörizm, hastalığın belirtisidir, kendisi değil. Terörizmin ülkesi yoktur. Ulusal sınırların ötesine uzanır, tıpkı Coca Cola, Pepsi ya da Nike kadar küresel bir kurumdur. Sorun çıkacağı belli olunca, teröristler tası tarağı toplayıp daha iyi bir iş olanağı için 'iş yerlerini' bir ülkeden öteki ülkeye taşıyabilirler. Tıpkı çokuluslu şirketler gibi.
Terörizm bir olgu olarak hiç bitmeyebilir. Ama eğer zaptedilecekse, Amerika'nın atacağı ilk adım, en azından bu gezegeni başka uluslarla, başka insanlarla paylaştığını kabul etmesidir; televizyonda görünmeseler de, sevgileri, acıları, öyküleri, şarkıları, kederleri ve elbette hakları olan insanlarla. Bunun yerine, Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, kendisine Amerika'nın giriştiği bu yeni savaşta, neye zafer diyeceği sorulduğunda, Amerikalıların yaşamlarını eskisi gibi devam ettirmelerine izin verilmesi gerektiğine dünyayı inandırabilirse bunu bir zafer olarak kabul edeceğini söylemiştir.
11 Eylül'deki saldırılar, ürkütücü bir biçimde hatalı yolda olan bir dünyadan atılan olağandışı birer kartvizitti. Kartlardaki mesajı Bin Ladin yazmış (kim bilir?) ve kuryeleri getirmiş olabilirdi, ama altındaki imza pekalâ da Amerika'nın eski savaşlarında ölenlerin hayaletlerine ait olabilirdi.
Kore, Vietnam ve Kamboçya'da ölen milyonlarca kişi; İsrail 1982 yılında Amerika'nın desteğiyle Lübnan'ı istila ettiği zaman ölen 17.500 kişi; Çöl Fırtınası Operasyonu'nda ölen 200.000 Iraklı; İsrail'in Batı Sahra'yı istilası sırasında ölen binlerce Filistinli. Ve Yugoslavya'da, Somali'de, Haiti'de, Şili'de, Nikaragua'da, El Salvador'da, Dominik Cumhuriyeti'nde, Panama'da, Amerikan Hükümetinin desteklemiş, eğitmiş, parayla ve silahla beslemiş olduğu teröristlerin, diktatörlerin, soykırımcıların ellerinde ölen milyonlarca insan. Üstelik bu listede daha çok eksik var.
Bunca savaşa ve çekişmelere karışmış olduğu göz önünde tutulursa Amerikan halkı gerçekten de çok şanslı sayılır. 11 Eylül'deki saldırılar, yüz yıldır Amerikan topraklarında yer alan ikinci saldırı olayı. Birincisi Pearl Harbour idi. Bunun intikamının alınması uzun sürdü, ama Hiroshima ve Nagazaki ile sonuçlandı. Şimdi dünya soluğunu tutmuş, tanık olacağı felaketleri bekliyor.
Eğer Usame bin Ladin olmasaydı, dedi, Amerika onu yaratmak zorunda kalırdı. Ama bir bakıma yarattı da. Amerika, Afganistan'da operasyonlarına başladığında 1979 yılında oraya giden mücahitlerden biriydi Usame bin Ladin. Bin Ladin'in özelliği, CIA tarafından yaratılmış olup FBI tarafından aranması. İki hafta içinde kuşkulu şahıs konumundan baş kuşkulu konumuna yükseldi, sonra da ortada gerçek bir kanıt yokken şimşek hızıyla tepeye yükselip 'ölü ya da diri' aranır oldu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Bin Ladin'le 11 Eylül olayı arasında bağlantı kuracak (ve mahkemedeki incelemede kabul görecek) kanıtlar bulup çıkarmak olanaksızdır. Şu ana kadar onu suçlu gösterebilecek en büyük kanıt, bu olayı kınamamış olmasıdır.
Bin Ladin'in gizlendiği yer ve içinde bulunduğu yaşam koşulları hakkında bilinenlere bakılırsa, bu saldırıları bizzat onun planlayıp yürütmüş olmaması çok olası; o bu işin esin perisi, 'bu şirketin başkanı' olabilir. Taliban'ın, Amerika'nın Bin Ladin'in teslim edilmesi çağrısına verdiği yanıt, son derece mantıklı olmuştur: Kanıt gösterin teslim edelim. Başkan Bush'un buna yanıtı ise, taleplerinin 'tartışılmaz' olduğudur.
(Şirket başkanlarının iade edilmesi konusundaki müzakereler sürerken, acaba Hindistan, Warren Anderson'un iade edilmesini Amerika'dan isteyebilir mi? Anderson, 1984 yılında 16.000 kişinin ölümüne neden olan Bopal gaz sızıntısının sorumlusu olan Union Carbide şirketinin Yönetim Kurulu Başkanıydı. Biz gerekli kanıtları topladık. Hepsi dosyalarımızda. Onu bize teslim edebilir misiniz, lütfen?)
Şu Usame bin Ladin aslında kim? Cümlemi başka türlü söyleyeyim. Usame bin Ladin nedir? O, Amerika'nın aile sırrıdır. O, Amerikan başkanının karanlık ikizidir. Güzel ve uygar görünen her şeyin vahşi ikizidir. Amerikan dış politikasının, yani gambot diplomasisinin, nükleer birikiminin, adice ifade ettiği 'eksiksiz üstünlük' politikasının, Amerikalı olmayan yaşamları insanın kanını dondururcasına yok saymasının, barbarlık kokan askeri müdahalelerinin, baskı ve diktatörlük rejimlerini desteklemesinin, yoksul ülkelerin ekonomilerini bir çekirge sürüsü gibi kemiren acımasız ekonomik uygulamalarının yerle bir ettiği bir dünyanın yedek kaburga kemiğinden yaratılmıştır Usame bin Ladin.
Şimdi aile sırrı artık ortaya döküldüğüne göre, ikizler birbiriyle örtüşüyor ve gitgide birbirinin tıpkısı oluyorlar. Silahları, bombaları, paraları ve uyuşturucuları bir süredir aynı dairede dönüp duruyorlar.(Amerikan helikopterlerine karşı gönderilecek Stinger füzelerini CIA sağlamıştı. Amerika'daki uyuşturucu bağımlılarının kullandığı eroin Afganistan'dan geliyor. Bush yönetimi geçenlerde Afganistan'a uyuşturucuyla savaş için 43 milyon dolar vermişti...)
Şimdi Bush ile Bin Ladin birbirlerinin sözlerini bile ödünç almaya başladılar. İkisi de birbirine 'yılanın başı' diyor. Her ikisi de Allah'a yakarıyor ve konuşmalarında bin yılımızın geçerli akçesi olan 'iyi ile kötü'ye bolca yer veriyorlar. Her ikisinin de belirgin siyasi suçları var. Her ikisi de tehlikeli biçimde silahlanmış; biri, hiç de hoş olmayan biçimde güçlü olanların nükleer deposuyla, öteki, tümüyle umutsuz olanların tahrip edici akkor gücüyle. Ateş topu ve buz arasında bir seçim. Sopa ve balta arasında. Şunu unutmamalı ki hiçbiri ötekinin makbul bir alternatifi değil.
Başkan Bush'un dünyaya verdiği ültimatom, 'Bizimle birlikte değilseniz, bize karşısınız demektir!" haddini bilmezlikten başka bir şey değildir. İnsanların yapmak istedikleri bir seçim değil bu, yapmaları gerekmiyor ve yapmak zorunda da değiller.
----------------------------
* TÜRKÇESİ: İLKNUR ÖZDEMİR