“Bu, siyaset üstü bir meseledir.” Liderlerden, karar vericilerden sıklıkla duyduğumuz bu cümle, ilgili konunun hassasiyetine işaret etmek için kullanılagelmiştir. Özellikle kadına yönelik şiddet konusuna ilişkin herhangi bir çıkmaz söz konusu olduğunda, durumu bu şekilde konumlama sıklıkla başvurulan bir ‘kaçış’ olmaktadır.
bianet’te 2018 yılı boyunca yayımlanan “52 Erkek 52 Hafta” başlıklı yazı dizisini okudukça aklıma sıklıkla bu cümle geldi. Her hafta farklı alanlardan erkekler, erkekliklerini, erkekliklerin ürettiği şiddete dair düşüncelerini ve kendi deneyimlerini anlattı.
Mehmet Bozok’un eleştirel erkeklik incelemelerinin genel çerçevesini özetleyen yazısı ve editör ile yapılan söyleşiyi resimden çıkardığımızda geriye kalan 52 yazı, erkekliklerin farklı süreçlerini ve suretlerini gösterdi bize.
Kimine göre erkeklik krizlerinin tezahürleri, kimine göre erkekliklerin farklı kurucu unsurlarının ifşası idi bu 52 hafta. Gündelik hayat içinde genellikle sorgulamadığımız, aksine normalleştirdiğimiz, erkeklik hallerinin belki de yüzleşmeye en korkulan boyutu idi erkek şiddeti.
Çoğu yazının başında yazarların da belirttiği gibi, kendi erkeklikleri ile yüzleşmeleri ve kendilerini bir bakıma ifşa etmeleri beklenen, bu ‘ileri gelen’ erkekler için bu alanda yazmak güvenli miydi? Hayır. Cesurca mıydı? Belki.
Erkek şiddetini, siyasetin üstüne, altına, yanına, ötesine yerleştiren anlayışa, iki sebeple eleştirel baktığımı söyleyerek başlamak isterim. Birincisi, şiddet de tıpkı erkeklikler gibi tek yönlü, tek boyutlu ve tek bileşenli değildir. Şiddet, orada, burada, şurada dura(bile)n bir bütüne işaret etmez, aksine çoğu zaman dağınıktır, örtüktür, akışkandır.
Erkek şiddetini sadece fiziksel şiddet olarak almak da bu eksik tanımlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkmakta. Cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddeti, cinsiyete dayalı şiddetten bağımsız düşünmek, resmin eksik okunması tehlikesini beraberinde getirir. Söz de, bakış da, tavır da şiddet içerebilir.
Ancak, erkek şiddeti dendiğinde ilk akla gelen heteroseksüel erkeğin heteroseksüel kadına uyguladığı fiziksel şiddet oluyor. Kanımca yine bu sınırlı bakışın sonucudur şiddete ilişkin görsellerde failin görünmemesi, sadece dayak yemiş/yemekte olan kadının olması...
İkinci olarak, erkek şiddetini siyaset üstü olarak tanımlamak yani siyasal alanın dışına konumlamak da sorunlu. Siyaseti sadece devlet ve onun yapıları ile gerçekleşen bir hegemonya mücadelesi yerine, toplumsal yaşamda rol oynayan dinamiklerin, sistemlerin, söylemlerin de önemli rol oynadığı bir alan olarak okumanın daha ufuk açıcı olduğu kanısındayım.
Siyaseti özel alan-kamusal alan ikiliğinden bağımsız düşünebilmemize olanak sağlayan tanımlamalar, özellikle toplumsal cinsiyetin siyasete, siyasetin de toplumsal cinsiyet ilişkilerine içkin yönlerini anlamamız için yol gösterici olacaktır. Kamusal alan-özel alan ikiliği, siyaseti ve daha da önemlisi siyasal olanı kamusal alana sıkıştırdığında, geride kalan herşeyi özel alana hapsetmiş ve onu kapsam dışına atmış da oluyor.
Örneğin, erkek şiddetini siyasal olandan ayıran söylem, onu aslında bağlamdan koparmış oluyor. Bu kopuş, şiddetin sadece aile içinde aranmasını ve/veya kültürle ilişkilendirilmesini beraberinde getiriyor diye düşünüyorum.
Buradan bakıldığında, yazı dizisindeki anlatıların da genellikle aile içi rollere -anne, eş/sevgili, babaanne ile olan ilişkilerdeki şiddet anlatıları- ya da bu coğrafyanın kültürüne -Ortadoğu, Türkiye, toprağın kültürü- bağlanıyor olması da rastlantısal olmuyor.
Her ne kadar kültürel hafızanın ve onun farklı tezahürlerinin –muhafazakar, solcu, liberal, İslamcı- şiddetin yerleşik hale gelmesinde çok önemli rol oynadıklarını düşünsem de, bu bağlamdan kopuk bakış, ataerkinin sistemik yeniden üretimini sorgulayabileceğimiz zemine de zarar veriyor.
Şiddet, sadece evde, ‘belli’ bir kesimden gelen eşin/babanın/amcanın/ağabeyin, “kendini tutamayıp”, “öfkesine yenik düşmesi” ile olan bir hal olarak değerlendirilince, siyasal alan içerisinde varolan tüm eşitsizlikleri, ayrımcılıkları, farklı tahakküm pratiklerini ve özellikle de sistematik şiddeti konuşamıyoruz. Bu resimde, kadın sadece ‘kurban’ oluyor ve sistematik şiddet göz ardı ediliyor.
Aslında siyasal alanın içinden, onu ve içindeki yapıları, ilişki ağlarını, söylemleri sorgulayarak başlayacağımız noktayı ve onun ardından da ortak bir eylem ile yol alma fırsatını kaçırıyoruz diye düşünüyorum.
Bu yazı dizisini okurken, sanırım erkekliklerin ve şiddetin kurgusundaki ortak motiflerin izlerini sürebildik. Yazılarda, askerlik, futbol, babalık, sokak, kapitalizm gibi yapı ve düzenlemelerin sorgulanması da şaşırtıcı olmadı. Buna ek olarak, toplumsal cinsiyetin ilişkiselliğinden hareketle, bu anlatıların kadın ve kadınlık halleri ile olan karşılaşmaları anlatıyor olması da bekleneni fazlasıyla vermişti.
Hegemonik erkekliğin kurucu öğesi olarak, etraftaki erkeklere ‘kanıtlar’ sunarak erkekliğini yeniden üreten bu erkeklerin, asker arkadaşlarına, babalarına, tribündeki taraftara, dolmuştaki yolcuya karşı kendilerini nasıl konumladıkları ile yüzleşmeleri de yine önemliydi. Ancak, acaba bu yazılar, birçok tahakküm pratiğini ifşa ederken, diğerlerini de gizlemiş oluyor muydu?
Kesişimselliğin yani sosyal sınıf, etnik köken, cinsel yönelimden kaynaklı farklılıkların ve karşılaşmaların da kapsanmasının öneminden de hareketle, ortak erkeklik hafızasının dışına çıkmayı kıymetli buluyorum. Benzer pratikleri, benzer sosyo-mekansal ilişkilerde sorgulamanın da bir noktada kısıtlayıcı olduğunu düşündüğüm için olabildiğince dinamik, geçişlere izin veren bir zeminde konuşma ve hareket etme fırsatını önemli buluyorum.
Buna ek olarak, sadece kendi ayrıcalıklarımızı konuşmak ve de onları sorgulamak, özdüşünümü de zedeliyor diye eklemek isterim. Çünkü o miyopik lens, olası düşünme ve sistemi yeniden –hatta gerekirse en baştan- kurma olasılığını da ortadan kaldırıyor.
Kendini kuran ‘biz’ ve ayrıldığımız ‘diğerleri’ sarmalı ve bu antagonizmanın eril şiddete uyarlandığı halleri konuşabilmek işin en kolayı sanırım. Ama asıl önemli olan, sessizlikleri de konuşabilmek diye düşünüyorum. Sessizlikleri kollektif bir sese dönüştürebilmek ve birlikte hareket edebilmek.
Sanırım düşünmenin ve konuşmanın ötesinde artık neler yaptığımızı/yapabileceğimizi konuşmalıyız. Mesela iş yerinde bezdirmeye (mobbing) uğrayan bir kadın iş arkadaşın için ne yaptın/ne yapmalısın? Cinsiyetçi küfür duyduğunda nasıl tepki verdin/vermelisin? Bu soruların sayısı ve kapsamı kolaylıkla artırılabilir. Önemli olan bu soruları pusula alıp, erkek şiddetini nasıl okuyalım ve nasıl birlikte mücadele edelim yönünde ilermek diye düşünüyorum.
Barış Ünlü’nün “Düşünce Dünyası ve Erkeklik” başlıklı zihin açıcı yazısının sonundaki soruları hatırlayalım:
"Feministler, yumuşattıkları ve onlardan yeni bir erkek tipi yarattıkları “erkek yoldaşları”yla birlikte bu mücadeleyi kazanabilir mi? Veya daha da genel olarak, gittikçe yumuşayan bir güç gittikçe sertleşen bir gücü yenebilir mi? Bu türden sorulara olumlu cevap verme eğiliminde olsam da, bunlar retorik sorular değil. Yani cevaplarından tam olarak emin olamadığım sorular. Ama soruların içerdiği mantıktan da emin olamıyorum, çünkü bu türden büyük soruları ancak bir erkek sorar diye düşünmekten kendimi alamıyorum.”
“Erkekler kulak memesi kıvamına geldi mi” ya da “gelmeli mi” sorularına şimdilik buradan cevap vermeme hakkımı kullanarak –ama cevap verme hakkımı da saklı tutarak- Ünlü’nün sorduğu bence en önemli soru ile başlamak belki yol gösterici olabilir diye düşünüyorum.
Evet, bu mücadele kazanılabilir ama esas kazanım bunu bir iktidar mücadelesi olarak görmeden, yani biz ve diğerleri sarmalına düşmeden kurabilmek sanırım. Bu tip soruları hep birlikte ve birbirimiz için sorsak; kadın, erkek, LGBTQ çok sesli düşünsek; harekete geçsek. Hem de hiç parmak kaldırmadan, öğretmenin de söz vermesine gerek kalmadan... (SA/HK)
* 52 Erkek 52 Hafta dizisinin analiz ve tartışma yazıları (21-26 Ocak 2019) Oslo Metropolitan Üniversitesi (Oslo Met) - Journalism and Media International Center (JMIC) mali desteğiyle yayınlanmıştır.