Doğanın en eski kurallarındandır, her canlı dara düştüğünde kendini koruma gereksinimi duyar. Bu hayatta kalıp kalmamak sorunudur. Moda deyimle varlık yokluk sorunudur. Bu savunmanın niteliği sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla ve insanın doğaya hükmedişinin gelişimiyle farklılıklar göstermiştir. İlk çağlarda insan da diğer canlılar gibi doğadan, diğer canlılardan gelen tehlikelere karşı kendisini korumaya çalışıyordu. Birçok şeyi anlamlandıramıyor, tanrılar yaratıp onlara sığınıyordu. Bu sığınma korkular karşısında avutucu bir rol oynuyordu ama tehlikeler karşısında bir hükmü yoktu. En büyük ve güzel başarısı mitolojiye temel oluşturmasıydı bana göre.
Korkularını sadece bir şeylere sığınarak yenemeyen insan, alet yapabilme kabiliyetini kullanarak ve kollektif hareket ederek öz savunmasını gerçekleştirmeye çalıştı. İnsanın bu dönüştürücü özelliği uygarlıklar yarattı ama bir taraftan da doğa ve diğer canlılar üzerinde bir tahakkümün de imkanlarını oluşturdu. Bu tahakküm eşitsizliği derinleştirdi. Bir kısım insan köleleştirildi. Kadınlar ve sakatlar çeşitli ayrımcılık ve şiddet türlerine maruz bırakıldı. Aslında bu şiddetin altında eşitsizlik yatıyordu. Sağlamcılığın tarihini de bu zamandan başlatmak hiç de isabetsiz olmaz. Çünkü köleci toplumda engellilerin belli bir yaşa gelmeden katledilmesi yaygın bir uygulamaydı. Özellikle Roma ve Sparta’da böyleydi.
O zaman o kadar geriye gitmeden engellilik ve öz savunma ihtiyacını irdeleyelim. Engellilerin uğradığı ayrımcılık sadece köleci dönemdeki katliamlar ile sınırlı değil. Aydınlanma Çağı’ndaki büyük kapatılma, bugün sokakta yaşanan ayrımcılık, işyerindeki mobbing… Uygarlık geliştikçe her sisteme özgü ayrımcılık biçimleri de şekillenmiş. Kapitalizm bu çeşitliliğin adeta sınırsız hale geldiği bir sistem. Özellikle onun neoliberal döneminde canlı, cansız her şeyin korunması gerekiyor gibi. Çünkü orman kanunu desek onu bile aratacak bir durumdayız. Küçük bebekleri bile koruyamıyoruz.
Neyse biz bu işin sağlamcılık boyutuyla ilgilenelim şu an. İşin sağlamcılık boyutu çok fazla gündeme gelmiyor çünkü. Duyarlı kamuoyunun da bir şey, yok sayılamayacak kadar görünür olduğunda onu gündemine aldığını not düşeyim. O nedenle ırkçılık, cinsiyetçilik, LGBTQ+ ayrımcılığı ve bunların kesişimselliği konuşulurken sağlamcılık o listeye girmez genellikle. Oysa sağlamcılık da aynı kökten beslenen ve benzer bir tahakküm şekli olan bir ayrımcılık türü. Yani sağlamcılığın muhatabı da diğerleri kadar öz savunma ihtiyacı duyuyor.
Tahammül etmek zorunda değiliz
Sağlamcılık ile bağlantılı ayrımcılık ve şiddet çok fazla görünür değil. Bunun altında farklı nedenler var. Bu nedenlerden bazıları: Sağlamcılığın çok fazla bilinmemesi, engellilere yönelik şiddetin çoğu zaman merhamet maskesiyle örtülmesi, sağlamcılığın ve kanıksanmış sağlamcılığın çoğu kişide hala var olması vb. Mesela yolda yürürken birden önümdeki adama arkadan hafifçe vurup gizlensem bu büyük bir kavga sebebi olur. Sokaktaki bir kadının bir anda beline sarılmak linç gerekçesi olabilir. Birisinin eşyasını alıp saklamak saygısızlıktır mesela. Cezmi Ersöz’ün bir öyküsünde, bir dükkandan alt kata bir kapı açılıyordu ve oradan çok farklı bir dünyaya gidiliyordu. Sosyalizm gelmişti oraya. Burada da ona benzer ama tersi yönden görünmez bir kapı var. Ayrımcılığa açılan bir kapı. O kapı engelliler ya da ötekiler söz konusu olduğunda bir anda açılıyor ve yukarıda saydığım davranış türlerinin hepsi serbest oluyor.
Kör birine vurup kaçmak, beline sarılmak, eşyasını bulamayacağı yerlere koymak gibi. Bunlar genel olarak mikrosaldırganlık kapsamına giriyor ama mikrosaldırganlık da bir nevi şiddet. Hadi şiddet saymayalım, şiddete dönüşme potansiyeli çok yüksek. Çünkü insanın bir tahammül sınırı var. Sağlamcılar engellileri eşit canlılar olarak görmedikleri için bunun farkında değiller ama özsaygı diye bir şey var ve kimse onu ilelebet çiğnetmez.
Yaşar Kemal diyor ya: "İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli." Tam da o şekil. Bu mikro saldırganlıklara tahammül edilemeyip itiraz edildiğinde maske düşüyor. Nefret ile “merhamet” arasındaki kıldan çizgi aşılıyor ve şiddet en sağlamcı haliyle kendini gösteriyor. O nedenle bu şiddete karşı öz savunma yöntemleri geliştirilmeli. Çünkü şiddet ve tehlike bununla sınırlı değil. Sınırlı olsa bile tahammül etmek zorunda değiliz. Tehlikenin daha büyüğünü kriz anlarında görüyoruz. Bir anda tüm sorunların kaynağı oluvermişiz. Gücü gücü yetene kültürünün yaygın olduğu toplumlarda hemen görevden vazife çıkaranlar oluyor.
Yıllar önce birkaç kör yolda yürürken birisi gelip bize musallat oldu. Sorun haberlere bir körün suç işlemiş olarak çıkması. “Hepiniz aynısınız” diyor. Hayatında kimseye hesap soramamış olmanın susamışlığıyla haykırıyor. Aynı şekilde cevabını aldığı için susuzluğunu gideremedi ama moralimizi yerle yeksan ettiğiyle kaldı. Sözün özü sağlamcılığa karşı öz savunmayı geliştirmek de hayati sorumluluğumuz. Bunun da kolektif bir şekilde yapılması gerekiyor. Herkes kendi içindeki sağlamcıyla yüzleşmeli, örgütlü hareket etmeli ve diğer ötekileştirilenlere ses olmalı.
25 Kasım’a gidiyoruz. Her gün kadınlar katlediliyor. İşte fırsat. Kadına yönelik şiddete karşı dur diyerek başlayabiliriz. Sonra homofobiye, sağlamcılığa ve her türden ayrımcılığa. Bekleme lüksümüz yok. Elimizden alınan ilk hakla birlikte o da gitti. Kendimizi ve birbirimizi anlamak ve savunmaktan başka çaremiz yok. Bunu bilelim de. Yoksa hayat her gün yeni kötülüklerle bunu bize öğretmeye devam edecek. Anlamayı öğrenene kadar. Karar bizim.
(BS/RT)