Klasikleşmiş eserlerin, ünü yazarını geçmiş karakterlerini kendimce çözümlemeyi, daha doğrusu anlamaya çalışmayı seviyorum. Hele de görünenin ötesinde yazarın gizlediği alt metinleri, bazı ipuçlarını keşfetmek çok keyifli.
Bu nedenle bu yazının konusunu “Frankenstein ya da Modern Prometheus” olarak seçerken hiç tereddüt etmedim. İki asırdır olduğu gibi bugünlerde de o kadar popüler ki, orijinal Frankenstein’a hakkını teslim etmenin tam zamanı diyebilirim.
Frankenstein ya da Modern Prometheus, şüphesiz edebiyat tarihinin en bilinen eserlerinden biri. Buna üne karşın yeterince anlaşılmamış, hatta adından başlayarak yanlış anlaşılmış bir anti-kahramanın dramatik hikayesi.
Gerçi “yalnız ve güzel ülkem” sağ olsun, tüm planlarımızı, hayallerimizi olduğu gibi bu isteğimi de sorgulatıp, anlamsızlaştırdı.
Memleketteki onca dert, tasa yetmezmiş gibi bir kediye tam 6 dakika işkence ederek öldüren birinin ‘iyi hal’den serbest bırakıldığı, tüm uyarılara ve gözle görülen çatlaklara rağmen madencilerin ölüme gönderildiği, çevrenin siyanüre kurban edildiği bir gündemde kurgu karakterlerden söz etmek ne kadar anlamlıydı?
Sonra ne kadar anlamlı olduğunu fark ettim; bizim de yaratılan ve terk edilen, görmezden gelinen o ‘Canavar’dan ne farkımız var ki? O sefil, korkunç görüntünün altında yatan suret; her türlü hakkı yenen, bir türlü derdini anlatamayan bir ‘öteki’ değil mi? Yaratılan ve terk edilen! Yaratılan ve kötülenen! Yaratılan ve ötelenen! Yaratılan ve ezilen!
Bu durumda plana sadık kalarak bu hafta “Frankenstein ya da Modern Prometheus” kitabını, bir sonraki yazıda da Alasdair Gray’in “Zavallılar” romanı üzerine yazmaya karar verdim. Çünkü; bu yıl 11 dalda Oscar adaylığı ile dikkatleri üzerine çeken “Poor Things - Zavallılar” filmi, Gray’in romanından sinemaya uyarlanmış. Günümüz sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden biri olan Yorgos Lanthimos’un Zavallılar’ı aynı zamanda “Feminist Frankenstein” olarak yorumlanıyor. Mary Shelley’in biçimsiz, korkunç Canavar’ına karşılık gelen Lanthimos’un güzeller güzeli Bella’sı (Emma Stone canlandırıyor) sıradışı bir kahraman olarak büyük ilgi topluyor.
Bu noktada kitabın yazarı Alasdair Gray’in “Frankenstein’dan çok fazla ilham almadığını” söylemesi kafamı karıştırmıyor değil. “Feminist Barbie”den sonra “Feminist Frankenstein” da bir pazarlama stratejisi olabilir mi? Bu soruma kitabı okuyup, filmi izledikten sonra karar verebileceğim.
Biz bu yazıda asıl kaynağa dönelim ve oradaki Canavar’ı anlamaya çalışalım… “Frankenstein ya da Modern Prometheus” aslında ünü yazarını geçen eserlerden biri.
Mary Shelley’in bizi delilik ile dahilik arasındaki sınırda dolaştırdığı roman; 205 yıl sonra bile edebiyat ve sinema dünyasına ilham oluyor, yeni okurlarla, yeni izleyicilerle buluşuyor. Bu müthiş bir durum, ancak hala hakkının yenmesi de bir o kadar dramatik.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitabının çevirmeni; Yiğit Yavuz’un dediği gibi; “popüler kültürün iki asırdır sömürdüğü” bir eser Frankenstein. Düşünüyorum da; bu eser tam da yeniden gündeme gelmişken, Canavar birazcık da olsa anlaşılmayı hak etmiyor mu?
Aslında bardağa tersten baktığımız an; Dr. Frankenstein’ın ve yarattığı Canavar’ın varoluş sürecini irdelerken, onların fantastik hikayeleri üzerinden kendi varoluşsal sorularımıza yanıt bulmamız da olası. Bana kalırsa “Frankenstein” ve aslında “Canavar” terk edilmişliğin, çaresizliğin, anlaşılamamanın ve ötekilerin dramını, sadece yazıldığı çağın değil hemen her çağın insanına anlatan bir karakter.
Bu noktada ilk saptamamız; ötekilerin bir adlarının bile olmayışı olabilir. Kitabın yazarı ve Canavar’ı arasındaki en belirgin nokta, isimsizlikleri…
İngiliz yazar Mary Shelley, feminist yazar annesi, filozof yazar babası, şair kocası, Lord Byron gibi komşularıyla entelektüel bir çevreye mensup olsa da romanın ilk baskısına adını yazdıramamış. Shelley, bugün sadece korkunun değil, bilim kurgu türünün öncülerinden biri olarak kabul edilse de iki asır önce, bir kadın yazar ve tuhaf hikayesi hemen kabul görmemiş.
Önyargılar her zaman devrede! Bu eserin, bir kadın yazar tarafından kaleme alınmasının okuyucuda önyargı oluşturacağı önyargısı, romanın ilk baskısının “anonim” olarak çıkmasına neden olmuş.
Ne ilginç ki yazar Shelley’in, Dr. Victor Frankenstein eliyle yarattığı Canavar’ın da bir ismi yok! Doktor, roman boyunca kendi eserinden “iblis, şeytan, sefil, yaratık, canavar” olarak söz ediyor. Ama kaderin cilvesine bakın ki Frankenstein denilince kimsenin aklına Victor gelmiyor, gözümüzün önünde hemen Canavar beliriyor. Bu imge ise yazara değil, eserin en ikonik uyarlaması kabul edilen, 1931 yılında yönetmen James Whale tarafından çekilen ve Boris Karloff'un Canavar'ı oynadığı Frankenstein filmine ait. O filmdeki dört köşe suratlı, iri yarı adam zihnimizde Canavar’ı simgeliyor.
Bu hikayenin kötü adamı Canavar gibi görünse de aslında tam tersini savunmak mümkün. Bugün artık Frankenstein olarak anılan Canavar’ı yaratan Dr. Victor, ne sorumluluklarının bilincinde ne de eylemlerinin sonuçlarına katlanabilecek kadar erdemli.
Yaratıcı, tutkularının, arzularının eseri olan Canavar’dan korkup kaçacak kadar ödleğin teki aslında. Bu düşüncesizliği yüzünden Canavar’ın hedefi haline geliyor ve bedelini sevdiklerinin canıyla ödüyor.
Hal böyleyken empati kurulması gereken kişi Doktor mu, Canavar mı? Asıl kurban hangisi? Bütün suçların günahı Canavar’a mı yazılmalı, yoksa kişiliğini ele geçiren güç, üstünlük hissi, ego, kibir gibi duygularına teslim olan Dr. Victor’a mı?
Sizce de doktor, bu yakıcı ve yıkıcı duyguları ile hem kendini hem Canavar’ı hem de sevdiklerini trajik bir sona sürüklemiyor mu?
Anlaşıldığı üzere ben bu hikayede tarafım. Çünkü Dr. Frankenstein yaratıcı, Canavar ise yaratılan. Dünyaya gelmiş olması Canavar’ın değil, Dr. Frankenstein’ın seçimi. Ürkünç ve korkunç olmak onun için de üzücü, çünkü yaratıcısı ancak o kadar becerikli!
Üstelik yaratıcı baba sorumsuzun teki; sırf çirkin ve görünümü ürkütücü diye oğlunu dışlayarak bunu çok net bir şekilde gösteriyor. Bu yaratıcıyı, hayatın her alanında karşımıza çıkan otorite figürü olarak da düşünebiliriz; sürekli kendi isteklerini dayatan ve sonuçlarına katlanmaktan kaçınan, hep suçlayan, hep mağdur olan…
Bu hikayede ne yazık ki Canavar, düşünebilen, sorgulayabilen bir varlık; yaratıcısı tarafından terk edilmenin acısını içinde duyuyor. Canavar, insanlarla iletişim kurmak, etkileşime girmek için elinden geleni yapıyor; kabul görmek istiyor ancak kendisine en yakın hissettikleri tarafından bile dışlanıyor. Kendisini bir yere ait hissetmek için çabalarken, karşılaştığı sadece korku ve nefret oluyor. Saklanıyor, ta ki gücünü fark edip, kullanıncaya kadar…
Gücünü kullanmaya mecbur bırakılıyor dersek, bu onu aklamak mı olur? Suçlarını mazur görmeyelim diye Dr. Victor’un yaptıklarını görmezden mi gelelim? Canavar’ın Yaratıcı’ya ulaşma girişimlerine karşılık, Yaratıcı’nın onunla iletişim kurmayı, onu anlamayı reddetmesi affedilebilir mi?
Canavar ile Dr. Frankenstein’ın yüzleşmesi, aslında öteki olmanın zorluğunu çok net anlatıyor. Kapsayıcı olması gerekirken toplumun dışlayıcı doğası, farklılıklara gösterilen tepki günümüz insanının da karşılaştığı sorunlar…
İzolasyonun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini anlamak için Canavar olmaya gerek yok. Onu anladığımızda, asıl canacarların kim olduğu da daha anlaşılır oluyor.
Bu romanda dikkat çeken bir nokta daha var: Ateşi çalmanın gazabı!
Kitabın "ya da Modern Prometheus" olan ikinci başlığındaki mitoloji göndermesine değinmezsek olmaz. Prometheus, Antik Yunan mitolojisinde tanrılara karşı çıkan ve insanlara ateşi veren tanrı. Ateşi insanlara vererek onları bilgelikle donatan Prometheus, diğer tanrıların öfkesini çekiyor ve cezalandırılıyor.
Bu mit; insanın bilgiye, teknolojiye ve aydınlanmaya olan açlığını ve bu uğurda göze alabileceği riskleri temsil ediyor. Mary Shelleyn'in "Modern Prometheus" benzetmesi, Victor Frankenstein'ın yaratma sürecinde tanrısal bir rol üstlenmesine ve biliminin insan hayatına müdahalesine açıkça atıfta bulunuyor.
Victor, Canavar’ı ilk yarattığı zaman Prometheus'un ateşi insanlara vermesi gibi, yaşamın sırlarını keşfetmiş ve ölüme karşı bir başarı elde etmiş görünüyor.
Ancak Victor'un bu kararı; hem kendisi hem de eseri açısından trajik sonuçlar doğuruyor, o da Prometheus gibi yaptığı eylemin gazabına uğruyor. Ateşi çalmanın mitolojide, romanda, filmde ve tüm kurgu dünyasında olduğu gibi gerçek hayatta da maalesef bir bedeli var…
Bu yazı Canavar’ın sözleri bitsin… Bakalım ne hissedeceksiniz; apaçık tehdit mi yoksa koskocaman bir sitem mi?
“İyi duygularım vardı, karşılığında nefret ve küçümseme gördüm. Ey insan! Nefret içinde olabilirsin, ama dikkatli ol! Saatlerin korku ve perişanlık içinde geçecek. Yakında düşecek bir yıldırım, mutluluğunu ebediyen elinden alacak. Ben kendi sefilliğimin içinde sürünürken, sen mutlu mu olacaksın?.. Benden sakın; çünkü korkmuyorum, o yüzden kuvvetliyim… Ey insan, bana ettiklerine pişman olacaksın.”
(NK/EMK)