Görsel: iyikigormusum.com
Nadine Labaki’nin "Kefernahum" (2018) filmi sonrası sıkça dolaşıma giren bir söz vardı:
“Bir kentin mutluluğu, her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?”
Takip edebildiğim kadarıyla bu deyiş pandemi sürecinde de revaçta idi. Neticede evlerinde oturan milyonlar ve bu milyonlara ‘mecburi’ hizmet eden, kargo taşıyan bir küme vardı, sağlık sektöründe çalışanlar vardı. Birilerinin mutluluğu için birileri ayaktaydı.
Söz Dostoyevski’ye ait. Hangi eserinden ilham alınmış tam bilmiyorum ama "Karamazov Kardeşler" yüksek olası. Çünkü kitabın ‘akıl’ yönünü temsil eden İvan’ın uykularını kaçıran, onu sürekli düşündüren ve içinden bir türlü çıkamadığı tek bir problemi vardır: Çocuklar…
Masumiyetin, güzelliğin ve elbette günahsızlığın simgesi çocuklar! Onları dünyanın yaratılışında, suç – ceza meselesinde ve cennet – cehennem ikileminde nereye koyacağını bilememekte, isyan etmektedir.
İvan’ın sancıları günceldir. Biz de henüz bilmiyoruz…
Söze geri döneyim, henüz işim bitmedi onunla. Çünkü tam bir Dostoyevski takipçisi olan (Mülksüzler adlı kült eserin adını Ecinniler’den alacak kadar) Ursula Le Guin’in tam da bu sözdeki sorudan yola çıkarak kurguladığı bir kısa öykü var.
1974’te Hugo ödülü başta olmak üzere başka ödüllere de layık görülen bu kısa felsefik kurgunun adı “The Ones Who Walk Away from Omelas" (1973) yani “Omelas’ı Terk Edip Gidenler”
Bu öykü farklı bir anlatıma sahip. Son derece canlı, okuyucu ile konuşan bir tarzdadır.
Kendi içinde iki parçalıdır. Birincisi Omelas’ın nasıl bir yer ve yurttaşlarının nasıl insanlar olduğu; ikincisi ise araya eklenen bir ‘ama’ ve sonrasında öğrendiğimiz katlanılması zor gerçek/ler…
Omelas’takileri şöyle tasvir eder:
“Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? ... Kral yoktu burada. Kılıç da kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi hainde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi”
Evet, topluluğun belirli sosyo-politik-ekonomik yapısından söz edilmez; anlatıcı sadece her şeyden emin olmadığını iddia eder.
Fakat metinde bariz tekinsizlik, tedirginlik, dilsel dolanma hali var. Satır aralarında ‘hayır, anlatamam burayı’ sancısını aleni şekilde aktarır. Bu sancıyı “İnanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı?” sorusu izler ve “Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere” diyerek okuyucu bir her açıdan kötü bir bodrum katına, o yerin içindeki zamansız/mekânsız bir çocuğun yanına çeker.
Şehrin köhne bir yerinde, bir çocuk bodrum katında kilitlidir. Omelas’ın tüm sakinleri bu bodrum katındaki çocuktan haberdar. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor.
Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler.
Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu.’
Le Guin, ‘inanılması daha zor’ dediği finali de “Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar” paragrafı ile aktarır.
Öykü özü itibariyle bu aktarımdan ibaret, başka da yorum yapmıyor. Sadece bir sorudan yola çıkarak sessiz bir uzaklaşmaya odaklanıyor.
***
Müsaadenizle bu hikâye çerçevesinde, bizi de ilgilendiren bir "uzaklaşma" olduğu için iki bağlamda tartışma yürütmek istiyorum!
Birincisi;
Bu hikâyede bir ehven-i şer ya da hukuki mantıkla mı karşı karşıyayız? Kişisel sorumluluk mu burada önemli? Yoksa H.Arendt’tin kolektif sorumluluk etiği bağlamında değindiği ‘dünyaya karşı sorumluluk’ta mıyız? Belki de Kant’ın sade şekilde ifade ettiği ve "Doğru olanı yap, çünkü doğru olan budur" olarak formülize ettiği bir politik-etiğin içindedir uzaklaşanlar.
Nasıl ve nereden bakarsak bakalım, bir ‘sorumluluk’ duygusu ile sarmalanıyoruz.
Omelas’takiler, çocukla karşılaşmadan sonra, belki de güç getiremediği bir gerçeği kendine bükerek, sorumluluğu gitmekte buluyorlardır.
Fakat anladığım kadarıyla burada Le Guin özgürlük ile ilgili bir tartışmayı murat ediyor. Çünkü özgürlük her şeyden önce bir sorumluluk meselesidir.
Özgürlük üzerinden düşündüğümüzde metni, burada esastan bir özgürlük sorunu yok. Yukarıda da kısaca değindiğim üzere Omelas’ın nasıl bir yer olduğu az çok net.
Omelas, sistemini dişlileri arasında öğüten, sürekli bunu dolduracak şekilde kurgulayan bir yer de değil. Dahası, Omelas’a yönelmiş bir dış tehdit göremiyoruz, böylesi bir dert de yok.
‘Uzaklaşanların’ halet-i ruhiyesini anlamlandımak açısından, Ayrıntı yayınlarından çıkan Kamu Vicdanına Çağrı: Sivil İtaatsizlik kitabındaki H.Arendt’ın “Diktatörlük Döneminde Kişisel Sorumluluk” bölümünden bazı satır araları bize yardımcı oluyor gibi.
Nazi yönetimi sürecinde iş birliği/itaat/sorumluluk üzerine düşünen Arendt:
“Ayaklanıp, isyan edememiş olsalar da kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yasamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi?” diye soruyor.
Buna cevabı yine Arendt’e göre oldukça basittir: Çünkü katılmayı reddeden ve bu nedenle çoğunluk tarafından sorumsuzlukla suçlanan insanlar, kendi başlarına karar verme cesaretini gösterebilmiş olanlardı. Bunların böyle davranabilmeyi becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hala eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi.
“Dünya onların bu davranışlarıyla olumlu yönde değişeceği için değil, sadece bu şekilde kendi olarak yaşamaya devam edebilecekleri için yapmışlardı bu tercihi.
Omelas’ı terk edenlerin diğerlerinden farkı nedir? Bence de kendi olarak yaşamaya devam edebilme itkisi ağır basıyor. Gidişatın öncesi ve sonrasına dair bir bilgi sahibi olduklarından değil, sorumluluk duygusu hissettiklerinden ötürü idi.
Toparlsarsam, Omelas’ı terk edenlerin nedeni hikayedeki şu cümle: “Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak…”
Çokluğu karşısına alamama, ama bir şey de yapma isteği ve bunun yarattığı ahlaki ikilemden çıkma dürtüsü, Omelas gibi bir yerden gidebilmeyi de göze aldığı için anlamlandırmaya değerdir. Evet, gidenlerin bir derdi vardır, en başta kendileri ve etik ile.
İkincisi,
Bu hikâyenin garip bir halini de biz ülke olarak yaşıyoruz.
Omelas’ı Türkiye’nin aktüel serencamı ile okumak, ülkenin fecaatini görmek açısından iyi olabilir.
Herkesin mutluluğu için bir kişinin gözden çıkarıldığı Omelas’ın tersine; bir kişinin mutluluğu için herkesin gözden çıkarıldığı ve her şeyden uzaklaştığı bir Türkiye var.
Kimdir bu? O’dur o!
Bu durum beni bir soruya da götürüyor.
Omelas’ta “herkesin mutluluğuna karşı bir” sorunu var.
Haliyle o bir’in durumu görmezden gelinebiliyor.
Peki herkesin haklı olduğu ama bir’in haksız olduğu, herkesin mağdur olduğu ama bir’in mutlu olduğu bir atmosferde nasıl oluyor da o bir uğruna hala ‘uzaklaşma’ bir çıkış olarak görülebiliyor? Hem de ‘Kör olmayan her göze batan, taşlaşmamış ve fesada uğramamış her yüreği isyan ettiren adaletsizlik’ açık yaşanıyorken…
Ursula Le Guin bu durumu görse nasıl bir hikâye kurgulardı, gerçekten merak ediyorum. (ÖA/EMK)