Halk müziği halkın hayat hikâyesidir. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir halkı tanımak istiyorsanız, gidip o halkın türkülerini derleyip dinleyin. O halk hakkında okuyacağınız onlarca sosyoloji kitabına eş değer bilgiler edinirsiniz.
Sevinci, duası, düğünü, ağıtı, tarımı, toprağı, ekimi, biçimi, dağı, acısı, mizahı, garipliği, eşkıyalığı, yiğitliği, korkusu, çaresizliği, sevdası, tarihi, bilgeliği veya cahilliği hakkında ne öğrenmek istiyorsanız hepsinin hakkında bir türküsü, bir deyişi, bir ezgisi vardır halkların.
Oysa adına "sanat müziği" veya "klasik müzik" denilen ve belli eğitim almış belli sosyal sınıf veya statüdeki kişilerin belli kurallar içinde kalarak yaptıkları müzikler, ne kadar sanatsallık içerirse içersinler, çerçevesi çizilmiş dar konuların içinde dolanıp dururlar.
Mesela bizim "sanat müziği"nin tek konusu var: marazi aşk. Adına şarkı denilen bu "musiki" (nedense müzik değil) eserlerin sözlerine azıcık kulak kabartırsanız, göreceksiniz ki hemen tamamında; titrek ruhlu, fazlaca mazoşist ve dirençsiz kişilikli bir erkek var. Sevdiği kadın ise, şuh ve güzel ama sevdadan anlamaz, sürekli naz yapan, süslü ve sadist ruhlu bir kadın.
Aslında yaşam şartları gereği hiç de hasretlik çekmiyor ve görüşüyorlar. Ama gel gör ki o zalim kadın hep ona naz yapmakta, "ııhh" etmekte, kıvrandırmakta ve yalvartmaktadır.
Hemen bütün şarkıların temel mesajları,
"Nereden sevdim bu zalim kadını,
Bana zehretti hayatın tadını."
Gibi mısraların ekseninde döner. Kendi adıma ne zaman bu tür şarkılar kulağıma değse, o pısırık ve yalvaran erkek tipleri gözümün önüne geliyor ve doğrusu onlar adına ben utanıyorum.
Çünkü aşk, iki insanın bir birine azabı değil, tamamlamasıdır. Karşılıklı zora sokma değil, dış engellere birlikte direnmedir. Onun için halk müziğinde yakınma (genel olarak) sevilenden değil, iradeleri dışındaki objektif engellerdendir.
Halk veya halkların müziği
İşte halk müziğinin inanılmaz zenginliği ve farkı tam olarak bu noktadadır.
Oğlu Yemen'den dönmemiştir; Yemen Türküsü'nü yakmıştır. Ama artık o türkü oğlu savaştan dönmeyen dünyadaki her ana-babanın türküsüdür.
Yokluk ve çaresizlikten sevdiği kızı ağanın oğlu almıştır;
"Sen gelin olalı burnun havalı,
Ben seni kız iken seven oğlanım" demiş.
Yoksulluktan gurbetteki kocasının yolunu yıllarca gözleyen genç gelin;
"Tez gel ağam tez gel eğlenmeyesin,
Elde güzel çoktur aldanmayasın"
Veya
"Ağam sen gideli yedi yıl oldu / Diktiğin fidanlar meyveye döndü" demiş ve artık bu türkü dünyadaki her sevgili yolu gözleyenin türküsü olmuştur.
Neşet Usta ve türküler
Bir "abdal" çocuğudur. Bizim Kürtlerin "gewende" dediği gruba İç Anadolu' da "abdal" derler. Nasıl bir hayat sürdüklerini anlatmaya gerek yok, herkes bilir. Kadın elbisesi giydirilerek oynatılmışlardır, desek yeter sanırım (köçek).
Neşet Usta bunlardadır. Çocuk yaşta saz ve müziğin içinde büyümüş ve Orta Anadolu müziğinin üç temel direğinin elinde yetişmiştir. Babası Muharrem Ertaş, Keskinli Hacı Taşan ve Çekiç Ali. Üçü de aynı aşiretten ve akrabadır.
Muharrem Ertaş' ı herkes bilir de "Keskinli" pek fazla bilinmez.
Eğer;
"Allı Turnam ne gezersin havada" türküsünün ona ait olduğun söylersem yeterlidir sanırım.
Çekiç Ali derseniz, Orta Anadolu Bağlama Tarzında kendine ait bir "çalma ve akort tarzı" geliştirmiş olup, Neşet Usta bu tarz bağlamayla yetişti ve tamamen "orijinal" bir tarzdır. (Kendim -naçizane- o zamanlar, mızrabın alttan yukarıya doğru hafiften taranarak çalınması için ne kadar uğraştığımı, fakat hala da beceremediğimi belirteyim.)
Neşet Usta piyasaya çıkmadan önce bizim bu taraflarda ne Orta Anadolu türküleri, ne de sanatçıları biliniyordu. İlk 45'likleri zamanın "müzik hol"leri sayılan kahvelerde Şükran Ay, Gencebay plakları ile beraber çalınıyordu.
Çile çekmiş, boynu bükük bir "Garip" ses olduğu hemen anlaşılıyordu. Sanki herkesin acısını, hasretini, sevdasını kendi üzerine toplamış, hepsine "vekâleten" inliyordu.
Onun gırtlağından, radyo dışında pek aşina olmadığımız bir müzik tarzı bin yıldır tanıdık bir müziğe dönmüştü.
Türkülerinde "Garip" mahlasını kullanırdı. Halk şairleri mahlaslarını genellikle son dörtlüğe ve göze batacak biçimde yerleştirir. Ancak Neşet Usta kendi "Garip" mahlasını herhangi bir mısranın içine öyle bir serpiştirirdi ki, ilgili olmayan biri onun "mahlas" olduğunu anlamazdı.
Mesela;
"Garibiz geldik gitmeye
Muhabbetimiz bitmeye
Yar ilen sohbet etmeye
Doyulur mu doyulur mu?"
Veya
"Aslı isen Keremi bul,
Derde derman vereni bul
Garip gibi Viranı bul,
Sor beni beni beni"
Ya da
"Al yanaktan aldıcağım azıktır
Tarama zülfünü gönlüm bozuktur
Öksüzüm garibim bana yazıktır
Destursuz yanına varamıyorum" gibi.
Gördüğünüz gibi eğer "Garip"leri koyulaştırmasaydık kimse farkına varamazdı. Burada "Garip" sözleri sanki mahlas değil de bir niteleme gibi kullanılmıştır. Bir de bütün şiirlerinde mutlaka bu mahlası kullanmayıp, rast geldiğince kullanmıştır..
O'nun için "Çağdaş Karacoğlan" diyenler vardı. Ancak Karacoğlan' a kendimce epey ilgilenmiş biri olarak hemen belirteyim ki, Neşet Usta'nın eserlerinin çoğunda "aşk" teması hâkim ise de, sosyal sınıf dışlanmışlığı, çaresizlik, yoksulluk ve yürek yarası açısından onunla kıyaslanamaz.
Karacoğlan, toplumdan biriydi. Neşet Usta ise bir "Garip Abdal"dı. İkisinin sosyal durumu arasında "kanyon" kadar bir yarık, dev bir "fay hattı" vardı.
Bir hikâye, bir türkü
İlk bestesinin hikâyesini anlatmıştı:
Köylerde ev ev gezip türküler söyleyerek yardım toplarlarmış. Bir gün bir eve girmişler. Çırıl çıplak bir oda, yerde pejmürde bir yatak, içinde ölmek üzere çok ağır hasta, bir deri bir kemik bir genç. Zamanın dermansız hastalığı ,"verem"miş. Bir tek anası var başucunda ağlıyormuş.Gerisin geri çıkmışlar. Daha gençmiş Neşet Usta o zaman. Gencin durumundan çok etkilenmiş. Bir köşede eline sazı alır ve ilk bestesini yapar:
"Anam ağlar başucumda oturur.
Derdim elli iken yüze getirir.
Bu dert beni yiye yiye bitirir.
xx
El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm kurtulmam ben yaradan
xx
Anama babama yüzüm kalmadı
Bir tas su ver demeye özüm kalmadı
Doktora tabibe lüzum kalmadı
Baki kalacak bu kubbede
Halk Müziği konuşulduğu her yerde, hep şunu söylerim:" Bazı türküler ve bazı Ustalar var ki yer yüzünde insanlar var olduğu sürece hep söylenip anılacaklardır."
Mesela;
"Urfa'nın etrafı dumanlı dağlar," "Allı turnam ne gezersin havada", "İşte gidiyorum çeşmi siyahım", "Lê dotmam lê dotmam", "Xezal Xezal"^gibi parçalar ve Türk Dilinde Neşet Usta, Mahzuni; Kürtçede Şıvan ve Aram gibi ustalar... Asla unutulmayacaklardır.
Diyelim ki bu halklar yeryüzünden silindi. Ama emin olun ki onlardan sonra gelecek olan halklar, hangi dilleri konuşursa konuşsun, mutlaka bu ezgileri kendi dilleri ile söyleyecek, sahiplerinin adını da altına yazacaklardır.
Neşet Usta, Şıvan, Aram, Mahzuni, Beethoven, Sokrat ve bunlar gibi kişiler evrenin en uzun ömürlü insanlarıdır.
Onlar kıyametle yaşıt yaratılmışlardır.
Onlar için üzülmüyorum. Tanrının daha başından itibaren özel yarattığı, genlerine bizlerde bulunmayan programlar yükleyerek ölümsüzlükle müjdelediği insanlara neden üzüleyim?
Onlar için değişen bir şey yok. Dün olduğu gibi yarın da ne zaman benim gibiler onların türkülerinden birini çalıp söylersek, hep müfettiş gibi tepemizde olacak,"bak burayı yanlış okudun haa!" diye kulağımızdan çekecekler.
Asıl vay bizim gibi bir çukura atılıp ardından üç gün kıymalı ve bir taziyelik ömrü olanların haline. Sonra sen toprakta çürü, onlar kaldığı yerden hayata devam.
Üzülemiyorum sana Neşet Usta, kusura bakma.
Vah ki, vah bize!.. (MG/HK)
Urfa / 25.9.2012