Bayramı bitirdik ama tatili devam ediyor.
Hepimizin bayram imgesi farklı; zamanla onlar da değişti. Bayramın geçmişten bugüne gelen imgelerine, bir başka deyişle nasıl yaşantılandığına bir göz atalım. Hadi nostaljik görünme riskini de göze alarak, “Nerde o eski bayramlar?” sorusunu soralım.
Bayram eskiler için ne demekti? Bir gece önceden yastık altına koyup ertesi gün giyeceğini hayal ederek yatan çocuklar, özlemle yakınlarını göreceğinin telaşıyla bekleyenler… Artık meta, her ‘bütçe’ için üretiliyor, her yerde her maldan çokça var. Bir ayakkabı almak için bayram beklenmiyor. Şimdi en fakirimiz bile o kadar ‘zengin’ ki bayramlık almaya bile ihtiyacımız yok. Gogol, 1852’de ölse de paltosu hala fukaraları öldürmeye devam ediyor. O palto ki rengi, deseni değişse de varoluş nedeni kadar bir ölüm nedeniydi.
Daha düne değin çocuklara şeker verilirdi, şeker bile yerini çikolataya bıraktı. Şimdi de sembolik bir ritüele dönüştü. Şeker Bayramı başka pek çok şey gibi, modern zamanlarda, “Kendi gitti adı kaldı yadigar” sözünü gerçekliyor.
Sahi bayrama neden şeker bayramı demişler? Tarım takvimine göre, hasadın tamamlandığı, depoların artık boşaldığı, doğanın uyuduğu, bir ürünün üretilmediği dönemde oruç tutulur, sonra doğanın uyanışı ve baharın müjdesiyle, depolarda birikmiş olan her şeyi yeme ritüeli olarak potlaç, karnavallar, festivaller, bayramlar yapılırdı. Sembolik düzeyde de olsa, günümüzdeki Rio Karnavalı, bu kökleri hala yaşatır.
Başka anlamlara dönüşerek gelen bayramların, doğanın döngüsüne göre yaşayan tarım toplumları için pek çok işlevi söz konusudur. Oysa bugün ne küsler barışıyor ne kolayca alınıp giyilebilen metalar nedeniyle bir ayakkabıya ulaşma heyecanı var ne de uzun süre bir şeyin sıkıntısını yaşadıktan sonra bolluk-bereket yaşanıyor. O nedenle bayramların eğlence, temaşa, imgenin temsili üzerinden sembolik hazzı dışında anlamı ve işlevi de hiç kuşkusuz tartışmalı.
Hepimizin bir bayram imgesi var. Bayramı, başka pek çok kavram gibi, kendi imgemiz dolayımıyla yaşarız. Kimimizin imgesine bayramlıklar, kimimizin şekerler, kimimizin el öpmeler, kimimizin köy, kimimizin yurtdışı ziyaretleri, kimimizin alamadığı bayramlıklarla gidemediği yerler, yani arzularından yoksunlukları, kimimizin imgesine ise uzaktaki sevdiklerine duyduğu özlemler rengini verir. Bu renkle anar, arar ve özlem duyarız. Aradığımız daha ziyade imgelerimizdir.
Çocuklar, aile büyüklerini ziyarete gider. Dedeler, nineler torunlarını görürler. Kuşaklar buluşur. Zaman zaman ailelerin mazide halının altına süpürdükleri sorunlar alevlenir ve çocuklar dünyaya “merhaba” demeden önceki olaylar hortlar. Çocuklar, bir anda alevlenen ortamı anlamlandıramazlar. Az önce birbirlerine sarılan, kucaklaşıp öpen, daha önce görmediği, görse bile hatırlamadığı ‘aile yakınları’ birden birer canavara dönüşürler. Kimi zaman ironik laf sokmalar, kimi zaman birbirine küskün olanların tesadüf eseri ortak bir akrabada birbirlerine rastlaşmalarıyla göz teması kurmamak için başlarını başka yöne çevirmelerine tanık olurlar.
Çocuklar, bunlara anlam veremezler. “Onlar kim? Neden sana öyle baktı? Ondan neden nefret ediyorsun? O kimdi? Sana neden bağırdı?” gibi sorularına ya yanıt verilmez ya azarlanır ya da sen anlamazsın diye terslenirler. Bir muamma olan ‘büyüklerin dünyası’ daha da koyulaşan sis bulutu içinde iyice tanınmaz hale gelir. O dünya görünmezleştikçe çocuklar için hayat hem anlaşılmaz hem de anlamsız hale gelir.
Çocuklarla felsefe yaparken anladım ki onların dünyasında ne düşmanlık ne iletişime kapalılık ne de küslük var. Birbirlerine küstükleri olur ama saman alevi gibi hemen sönümlenir. O nedenle bayramların ne anlama geldiğini “küsler barışır” diye başlayan söylemleri, bayramlarda küslerin barışmasını anlamlandırmaları güçtür.
Yetişkinlerle gerçekleştirdiğim P4C atölyelerinden birinde, katılımcılardan biri benzeri olguları “çocukları büyüklerin dünyasına çekmek” deyimiyle açıklamış, ardından bunun ne demek olduğunu tartışmıştık. Bu deyim, çocukların dünyalarında olmayan olguları, kendi yetişkin dünyamızın diliyle anlatmak, -beyhude bir çaba olsa da- çocukların manevi gelişimlerine “harici” bir zehir zerk etme pratiği olarak açıklanabilir.
Çocuklarla yaptığım P4C atölyeleri de çocukların imgesel temsillerini her zaman barışçıl yönelimde buldum. Yetişkinler, -harici anlamda- savaşa içkin maneviyatla çocukları zehirler, yarının nefret söylemi üreticilerini yetiştirerek cehenneme giden yolun taşlarını döşerler.
Bayramlar, eski tarım toplumlarında doğanın döngüsüyle sıkı sıkıya bağlantılıydı. Hasat zamanları, yağmur duaları, bereketin kutlanması gibi ritüellerle doluydu. Ancak günümüz modern toplumlarında, bu doğal bağlam giderek kayboldu. Artık insanlar, bayramları sadece sembolik birer gösteri olarak algılıyorlar. Örneğin bir ayakkabıya kavuşma sevinci gibi tüketim alışkanlıklarının değişmesi ve her talebe kolayca ve sürekli erişebilir olunmasıyla birlikte, eski yaşanan bayram heyecanı anlamını yitiriyor. Bolluk ve bereketin sürekli olarak mevcut olduğu bir dünyada, bayramlar eğlence, temaşa ve sembolik tatmin araçları olarak varlığını sürdürüyor.
Ancak bu durum, bayramların kaybettiği eski işlevlerini ve derin anlamlarını gölgede bırakıyor, onları birer karikatür haline getiriyor. Bilinmelidir ki her çağ kendi ritüellerini yaratarak var olabilir, diğer çağlardan öyle ayrışabilir. Çocuklar kendi özgün ritüellerini yarattığı ölçüde asla sıkılmazlar. Hangi ritüelin çağımıza ait olup olmadığının turnusol kağıdı, ancak çocuklarımızın tepkileri olabilir. Bayramlarımıza, çocukların gözünden bakacağımız bayramlar dileğiyle…
Kız Çocuğu
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Nazım Hikmet
(MVB/AS)