Dönemin şartlarından ötürü mültecilik meselesi günlük bir haber, günlük güzergâh tanıklıkları, yazlık yerlerimizin manzarası, mahallemizin yeni gördüğümüz çeperi olarak hayatımızın fanusuna dayanıyor ve günden güne aramıza koyduğumuz kişisel, toplumsal, siyasi camımız sırçalaşıyor. Böyle bir dönemde Mayıs’ta ilki düzenlenen Ankara Mülteci Film Günleri Ankaralı seyircinin karşısına Mülteci, İşte Buradayım/Refugee, Here I am (2015) belgeselini çıkardı. Film kısa bir zaman sonra İstanbul izleyicisiyle de Documentarist festivalinde buluştu ve yoluna devam ediyor. Belgeselin hayatını bize açtığı Enzo İkah aynı zamanda Eda Elif Tibet ile birlikte yönetmenliği paylaşıyor.
Bir mültecinin hayatını anlatan bir filmden beklentiler ürkmeyle de pekâlâ karışabilir. Günlük hayatımızın düzenini bozacak bir yüzleşmeyle karşılaşabiliriz; olayın kendisi her hâlükârda dramatikken filmler vicdanımızı bizim kontrolümüz olmadan çalıştırmak için yıpratıcı bir acı anlatısı benimseyebilirler; olumsuz yaklaştığımız gruplar arasında iyi bir örneği izlediğimiz bilgisiyle sosyal mesafelerimiz değiştirilmeden okşanabilir… Belgeseller de bir noktaya kadar kurmacaya dayanır nihayetinde ve konunun ciddiyeti bizim olası “beyaz” kimliğimize dert anlatmayı seçerse kendimize ve çevremize yabancılaşabileceğimiz bir gerçeklik yitimine de varabiliriz. Bu kaygılardan dolayı Mülteci, İşte Buradayım belgeselinin beni ilk etkileyen yanı kendi tavrıyla gözümün önünde durarak dert anlatmaktansa hayatı aktarmayı tercih etmesi ve kendi dilini hem ilkeli hem de dengeli bir şekilde kurmuş olmasıydı.
Herhangi biri sayılamayacak bir kişinin, yani mültecinin, İstanbul’da bir yabancı olarak başlayan hikâyesi, filmin içeriğini zenginleştiren arşiv görüntüleriyle beraber hem dünyadaki ve tarihteki yerine oturuyor hem de tek bir kişinin hikâyesi olmaktan çok mültecilik kavramının ve mülteci kimliğinin sorgulandığı bir hikâyeye dönüşüyordu. İçeriğin dengesi ve anlatının tutarlılığı için kişisel fikrim belgeselin konusundan ve içerdiği sorgulamalardan bağımsız olarak da ait olduğu türü zenginleştirdiği üzerine. Yine de filmin izleğini fazla serbest yorumlamak istemediğimden her iki yönetmen adına bana cevap veren Eda Elif Tibet’le biçimin nasıl kurulduğu hakkında konuşarak ve gerektiğinde cevaplarını alıntılayarak biçim üzerine yazmayı seçtim.
Enzo’nun üç senesi
Mülteci, İşte Buradayım siyasi sebeplerle Kongo’dan Türkiye’ye gelen ve burada müzisyen olarak yaşayan reggae sanatçısı Enzo İkah’ın hayatının bir dönemini bize sunuyor. Enzo’nun temsili gelişini anlatan girişten sonra kendimizi onun odasında ve oda içinde kullanılan öğelerle beraber kişiliğinin kabuğunda buluyoruz. Hemen girişte bize Enzo’nun hayatında yer tutan Che Guevara, Bob Marley, Hrant Dink, Bandista ve Dalai Lama gibi hem hayattaki tavrını hem de dünya ve Türkiye meselelerinde fikir yürüttüğünü gösteren figürler tanıtılıyor. Kabuktan Enzo’nun Türkiye ile bağlarını nasıl kurduğuna, mültecilik meselesine ve dünya tarihinde Enzo’yla beraber bizim ve herkesin durduğu noktaya geçiyoruz. Belgesel Enzo’nun hayatının İstanbul’daki ilk adımlarını tekrar ediyor ve bizi hayatını çevreleyen insanlarla buluşturuyor. Gelişinden itibaren Türkiye’de müzik yapmaya başlamasını ve Kongo’daki aktivizmini burada da yine müzikle sürdürmesini hem Enzo’ya dair arşiv görüntüleri hem de kendi müzik kliplerinden öğreniyoruz. Bunun yanı sıra sömürge ve mültecilik tarihine dair arşiv görüntüleri bizi bunun sadece bir kişinin belli bir zamanda yaşadığı bir deneyim olduğu yanılsamasından bizi kurtarıyor. Harmanlanmış görüntüler izliyoruz fakat sekansların dizilişi bir karmaşayı veya bir düzenden kaçışı değil; sekans geçişlerinin ve konularının uyumuyla kendine has bir dili ve aksamayan bir düzeni ortaya çıkarıyor.
Filmde mülteci olarak sadece Enzo İkah’ı görmüyoruz, filmde önemli bir yeri olan tanıdık ziyaretleri sayesinde Enzo’nun iki mülteci arkadaşıyla yaptığı sohbetlere bu kişilerin Türkiye’ye geliş öykülerine de tanık oluyoruz. Fakat asıl tanıklığımız ilk gördüğümüzde bize yabancı olan Enzo’nun ve onun temsil ettiği benzer konumdaki insanların mülteciliği bir kimlik gibi üzerinde taşıyan “tanımlanmış” yabancılar olmadığının farkındalığına varmamızı sağlayacak şekilde gelişiyor.
Benim izlememe göre bu tanıklığın zoraki bir seyre dönüşmemesinde iki etken diğerleri arasından sıyrılıyor. Bunlardan birincisi belgeselin hikâyesini bir acı anlatısı üzerine değil, bulunduğu kısıtlı durumda bile hayatı olumlu bir şekilde yaşayan bir kişinin ürettikleri, savunmaktan vazgeçmediği fikir ve eylemleri üzerine kurması. Filmin gerçekten kaçmayan fakat belgelediği insan dayanışmasının da ürünü olan olumlu tonu Enzo’nun filmde nasıl temsil edildiğiyle ilgili seçimlerle güçleniyor. Bu ikinci etken benim fikrimce filmin tonunun duygu sömürüsüne kaçmamasında büyük rol oynuyor. Enzo İkah’ın geçmişinde yer alan Paris’teki eğitimi, Kongo’daki muhalefeti ve bunun sonucunda geçirdiği işkenceler gibi öğeler hem yüksek sınıflarca hem de sol kitlelerce benimsenebilecek bir özelliğe sahip. Üstelik bu geçmişin acı deneyimlerinin bizim ülkemizin tarihinde de karşılığı var. Belgesel ise bu hazırda bulunan duygulara güvenerek kolayı seçmek yerine kısaca Enzo’nun geçmişinden bahsedip konuyu onun günümüzdeki üretkenliğine, hayatına ve bu deneyim üzerinden mültecilik ve sömürgecilik tarihinin tartışılmasına getiriyor.
Gerçekçi sinema tarzını benimseyerek akışa odaklanan filmin çekimleri 3 seneye varmış. Üç senenin görüntüleri Enzo’nun ve dünyanın mültecilik meselesindeki seyrini bize müzikal ifadelerle vermeyi başarıyor. Belgesel boyunca hem Enzo’nun çevre edinmesini ve “haklı olmak” olarak tanımladığı reggae ile aktivizmini birleştirmesini hem de başta yabancı olduğu bu ülkenin sorunlarını benimsemesini izliyoruz. Bu seyir halinde başta tanışıklığımızın olmadığı mülteci kimliği, Gezi Parkı gibi tüm ülkeyi ilgilendiren bir durumu benimseyen ve destek veren, Türkiye’yi yabancılamayan bir kimliğe dönüşürken buna paralel olarak yabancının ve mültecinin ülke ve dünyadaki tarihi ve durumuyla yüzleşiyoruz. Enzo, Kongo, Türkiye ve dünya ile bağını emperyalizm karşıtı barışçıl söylemiyle güçlendirirken kendi ülkesi, bulunduğu ülke ve dünya ona ve diğer mültecilere giderek yabancılaşıyor.
Yukarıda bahsettiğim uyum ve düzenden ötürü, Eda Elif Tibet’ten aktarılan belgeselin yapım öyküsünden belgeselin senaryosuz olarak ortaya çıktığını ve üç yıl boyunca Enzo İkah’ın hayatındaki gelişmeleri takip ederek doğal akışın yakalandığını, öğrendiğimde şaşırdım. Beraber film yapma kararı alındıktan sonraki süreci Eda Elif Tibet şöyle anlatıyor:
Tüm filmi baştan sona ikimiz beraber kurguladığımız, düşündüğümüz ve yarattığımız için de yönetmenliğini paylaşmış olduk. Zaten bu tip rollere en başından beri hiç önem vermedik, tek kaygımız, derdimizi en etkin biçimde nasıl aktarabileceğimizdi. Aynı amaç altında ben film çekiyordum Enzo da müzik besteliyordu, ben ev sahibiydim o mülteciydi ama tüm bunlar iç içe geçmiş artık önemini neredeyse tamamen yitirmişti. Bir noktadan sonra Enzo hayatından ve duygularından ilham aldığı şarkıları, artık filmin kendisi için de bestelemeye başlamıştı, çünkü film Enzo'nun ve benim de hayatlarımızın ve dostluğumuzun önemli bir parçası haline gelmiş, kendiliğinden bir oluşum halindeydi.
İkiz anlatılar
Yukarıda bahsettiğim gibi filmin anlatısı Enzo’nun dünü ve bugününün, mültecilik ve sömürgecilik tarihini aktaran kesitlerle harmanlanmasından oluşuyor. Bu harmanı özel kılan noktalardan biri Enzo’nun odasından hayatına ve dünyadaki konumuna ilerlerken odada bize tanıtılan ve onun kimliği ve siyasi duruşuyla ilgili parçaların bizi yalnız bırakmaması ve filmde kendi yerlerini edinmesi. Odada resmini gördüğümüz Bandista ilerleyen dakikalarda Enzo İkah ile beraber yaptıkları şarkıyla karşımıza çıkıyor ve hem Enzo’nun siyasi görüşünü aktarıyor hem de filmin mültecilik üzerine söylemini pekiştiriyor. Bu öğeler harman içinde yer kazandıkça onlara benzer, filmdeki yeri önceki öğeler tarafından güçlendirilmiş başka öğelerle çoğaltılıyor ve içerik zenginleşiyor.
Enzo’nun bindiği taksiciyle Ahmet Kaya üzerine konuşması ve filmin motiflerinden biri olan sürgünlük kavramının yerel karşılığını bulması bunun örneklerinden biri. Bir diğer örnek Martin Luther King’in filmde belirip daha önceki sömürge ve sömürge üzerine arşiv görüntülerinin sömürülenin edilgenliği olarak yorumlanabilecek anlamını tersine çevirmesi.
Arşivlerin anlatımı besleyecek şekilde ve birbirleriyle alışveriş içindeki kullanımı belgeselin orijinal çekimleri ile diyaloga girdiğinde ise bir nevi ikiz anlatıların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu ikiz anlatılar bence sadece filmin durduğu noktayı pekiştirmiyor ama belgeselin başarısı olarak sömürge ve kapitalizm tarihine dair daha genel anlatılara da katkı koyuyor. Sömürgecilerin modern tıbbı bir sömürü aracı olarak kullanmasını izledikten sonraki sahnelerden birinde Enzo’nun iki mülteci arkadaşıyla Kongo’nun hayati meselelerinden olan koltan madenciliğinin yol açtığı sömürü ve sağlık sorunları hakkında yaptığı konuşma bence bu diyalogun en yetkin örneklerinden bir tanesi. Benzeri anlatılar sonucunda hikâye hem güne hem de tarihe yerleşiyor ve eleştirisini daha kapsamlı bir alanda gerçekleştirebiliyor.
Parçalar arasındaki uyumun önemli öğelerinden biri de Enzo İkah’ın müzik kliplerinin filmde kullanımı. Eda Elif Tibet’in yönetmeni olduğu klipler ile belgeselin benzer bir kurguyla çekilmiş olması, müziksel anlatımın ön planda olduğu filmde içeriğin uyumuna yardımcı oluyor. Müziğin kliplerinin dışında da harmanın kıvamında önemli bir payı var. Müziğin akışta görüntüleri bağlamak için yaptığı aracılık sayesinde de filmin takibi kolaylaşıyor ve belgesel kendini tanıttığı şekliyle müzikal bir belgesel olmayı hakkıyla yerine getiriyor. Arşiv taramasının ve eşlik edecek kısımların seçiminin nasıl yapıldığına dair sorduğum soruya Eda Elif Tibet tarafından verilen cevap seçim sürecini olduğu kadar film çekiminin işleyişini de anlatıyor:
Arşiv görüntüler, kendi araştırmalarım esnasında vurgulamak istediğimiz ve Enzo’nun hayatıyla aktarmak istediğimiz bazı unsurları daha görsel ve daha ilgi çekici nasıl anlatabiliriz diye düşünürken, keywordslerde ve argümanlarla çıktı karşımıza. Hem Enzo’nun zaten takip ettiği kişilerden, onun hayal ve görüş dünyasını aktarmak adına aklımızda olan bir fikirdi ama bir yandan hem müzikal anlamda da oturabilecek öğeler seçmeye gayret ettik. Martin Luther King‘in konuşma sahnesindeki National Anthem (milli marş) veya Batı’nın genişlemesini ve büyümesini anlatan şarkı ile uluslararası anlaşmalara ve sanayileşme sürecine kısa da olsa değinmek, sonrasında Enzo’nun isyanını anlatan baladıyla devam etmesi gibi. Bunlara da en başından nasıl yer vereceğimizi tam anlamıyla karar vermemiştik aslında. Her şey, birbirimizi ve düşüncelerimizi daha iyi tanımamızla beraber zaman içinde gelişti ve her şeyden önce birbirimize ve kendi içimize şöyle bir derinden baktığımızda, karşımıza böyle bir film çıktı diyebiliriz.
Doğallığın Yakalanması
Mülteci, İşte Buradayım ile ilgili olarak son değinmek istediğim özelliği akışının önemli bir kısmını oluşturan yakın çevreyle karşılaşmalara dair çekimlerin çoğunda yakalanan doğallık. İstanbul’daki ilk adımların, ilk karşılaşılan insanlarla buluşularak aktarıldığından daha önce bahsetmiştim. Bu karşılaşmalar hem geçmişe dair anlatımı dinamik hale getiriyor hem de Enzo doğrudan kameraya konuşmadan nasıl bir kişi olduğunu, neler ürettiğini ve koşullara, hayata dair fikirlerini öğrenebiliyoruz. Çoğu buluşmayı izlerken Enzo İkah’ın çıktığı merdivenlerin arkasından çıkıyormuşuz, evde onun peşi sıra geziyormuşuz hissine varabiliyoruz, yani kameranın gözüyle kendimizinkinin arasındaki perde büyük ölçüde kalkıyor. Enzo ile yapılmış az sayıda röportaj ise Enzo’nun kamerayla yalnız kaldığı anlarda gitar çalması gibi görüntülerle doğallığı bozmayacak şekilde dengeleniyor. Enzo’yu benimseyen ve ailesi kabul ettiği kişiler, müzik grubunun üyeleri gibi onu tanıyanlarla yapılan röportajlar belgeselin tutumunun dışına çıkmadan Enzo için zoraki sempati yaratma kaygısından bağımsız ilerliyor.
Eda Elif Tibet’in de sorularımı cevaplarken belirttiği gibi Enzo İkah’ın kişiliğinden gelen bir doğallığın buluşmadaki gerilimsiz ortamın yakalanmasında payı olduğu açık fakat sonuç olarak doğallığın kontrollü ve yönetmenlik gerektirecek şekilde yakalandığı filmden anlaşılıyor. Bundan ötürü Enzo’nun kendisine gitar hediye eden Ekrem Özkarpat ile buluştuktan sonra ikisinin beraber gitar çalması örneğinde olduğu gibi karşılaşılan insanlarla geçirilen zamanda yapılanların önemi büyük. Eda Elif Tibet bunda kısmen şansın da payı olduğunu söylüyor. Verdiğim örnekte bize tanışma hikâyesinin anlatılması Ekrem Özkarpat’ın evinde tesadüfen bulunan başka birinin nasıl tanıştıklarını sorması ile kendiliğinden doğal bir hale gelmiş. Tesadüfi olanın kurguda yerinde bir şekilde değerlendirilmesi ise yönetmenlerin bunu şansa bırakmadığını gösteriyor.
Sonuç
Senaryosuz yaratılmış bu belgeselden ortaya çıkan sonuç, siyasi ve sinemasal tavrı belli, arşiv görüntüleri ile orijinal çekimlerin görsel ve içeriğe dair tutarlılığı kuvvetli, akışı güzel bu filmin beceri kadar kontrollü bir ilerleme ve üretilen ürünü ciddiye alma sonucu ortaya çıktığını da gösteriyor. Bundan dolayı iyi bir belgesel seyretmenin kendisi, belgeselin tavrını ve mesajını gölgelemeden, bir değer kazanıyor. Benzer şekilde iyi kurgulanmış ve kendine has bir dil oluşturmuş bir filmin izleniyor olması içeriğinin yanı sıra belgeselin önemli özelliklerinden.
Siyasi tavır bakımından ise belgeselin dünyadan ve tarihten kopmadan Türkiye’de durduğu noktayı belirlemesine önem veriyorum. Bu sayede kullanılan arşivler yalnızlaşıp, anlatıyı desteklemek dışında işlevsizleşeceğine belgeselin konusu ve tarih arasında iki tarafı da besleyen bir diyalog ortaya çıkıyor. Son olarak mültecinin ve iltica ettiği ülkenin nüfusu ile karşıtlık halinde değil, iletişim halinde gösterilmesi kendi başına önemli bir adım. Kendi hayatımızda görmeye başladığımızı umduğum gibi mülteci-ev sahibi ilişkisi biz onu karşıtlık içinde ve bütün düzenlemeyi otoriteye bırakarak ele aldığımız sürece küçük bir sömürü pratiği veya daha büyük sömürüye ilgisiz kalarak destek vermekten öteye gitmeyecek. İzleyicinin sadece yerli nüfustan oluştuğunu varsaydığımız durumlarda bile, aradaki kristalleşmiş mesafeleri aşındırmak ve mültecinin her anlamda yalnız, yabancı ve bizden ırak olmadığını aktarmak açısından bahsettiğim seçim önem kazanıyor.
Fakat bunların ötesinde, bir yandan filmler içeriklerinin toplamından fazlası oldukları için de, film hakkında yazdıklarımdan çok daha fazlası Mülteci, İşte Buradayım. Belgesel hakkında yazmaya başlarken bu filmin içinde yaşadığı dönemden ötürü özel bir önemi olduğunu hafifçe belirtmiştim. Yazı biterken belirtmem gereken bir diğer nokta ise yukarıda belirttiğim sebeplerden ötürü belgeselin sadece farkındalık sahibi olmak, zamana tanıklık etmek gibi amaçlar dışında da kaliteli bir seyir sunduğu. Her iki yönetmenin de kendisini vererek ortaya çıkardığı güzel bir film izlemek bunlardan bir tanesi. Filmin söylemi sadece Enzo İkah’ın bedenine hapsolmasa da Enzo İkah’ın şarkıları, fikirleri ve hayata olumlu bakışı ile tanışmak bir diğeri. (PK/EKN)
* Enzo İkah'ın web sayfası için tıklayın