The New York Times’ın Pulitzer ödüllü bilim ve sağlık muhabiri Natalie Angier, 2001 yılında gazetesi için yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Bugün soğuk algınlığı kadar yaygın ve Ebola kadar ender rastlanan hastalıklar yerküreyi neredeyse telefon hızında dolanıyorlar. Öyle ki, uzun mesafeli ilintiler ve kıtalararası enfeksiyonlar sanki uydu ile erişim sağlıyorlarmışçasına bir durum söz konusu. Hatta bir kişiye erişme ya da dokunma zahmetine de gerek yok. Şayet yaşıyorsanız ‘sıcakkanlı’ bir biyo-kütlesiniz; erişilecek ve dokunulacaksınız”. Peki, ama küreselleşmenin olumsuz etkileri karşısındabiz ‘sıcakkanlı biyo-kütleler’ gerçekten de eşit miyiz yoksa “bazılarımız diğerlerinden daha mı fazla eşit”?
Bugün özellikle de Batı Afrika’da etkili olan Ebola (EVD: Ebola virus disease: Ebola virüsü hastalığı) salgını başta DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) ve CDC (Hastalıkların Kontrolü ve Önlenmesi Merkezi) olmak üzere dünyadaki belli başlı sağlık otoritelerini, hastalığın yayıldığı ülkelerin hükümetlerini ve sağlık kuruluşlarını zorluyor.
Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü (MSF: Médecins Sans Frontières) Başkanı Dr. Liu ise, 2 Eylül günü BM’de yaptığı konuşmada hastalığa karşı yürütülen uluslararası tepkinin yetersiz kaldığını ve Batı Afrika’da savaşın kaybedilmekte olduğunu ifade etti. MSF, durumun vahametine dikkat çekerek Ebola ile mücadele için acil küresel biyo-felaket müdahalesi için çağrıda bulundu. Batı, salgından etkilenen ülkelerde yardım için bulundukları sırada virüsü alan sağlık personelinin ve bu ülkelerden seyahat yoluyla virüsü ülkelerine taşıyan/taşıma riski bulunan kişilerin kapısını çalması üzerine bu çağrılara kulağını daha fazla tıkayamayacağa benziyor.
Bu yazının amacı küreselleşmenin enfeksiyon hastalıklarının (bulaşıcı hastalıklar) yayılması üzerindeki etkilerini ve Ebola ile mücadelede risk iletişiminin kapsamının ne olması gerektiğini tartışmak. Bunun için de öncelikle küreselleşmenin güçlerinin enfeksiyon hastalıkları riski ile olan bağlantısını ve Ebola virüsünün seyir defterini gözden geçireceğiz. Ardından da salgın, epidemi ve pandemi kavramlarını ele alacak ve salgın durumlarında risk iletişimi ile ilgili temel noktalara değineceğiz.
Küreselleşme ve enfeksiyon hastalıkları
Enfeksiyon hastalıklarının küreselleşmesi hiç şüphesiz ki yeni bir olgu değil. Örneğin Orta Çağ’da Kara Ölüm’e (veba) neden olan Yersinia pestis bakterisi, Akdeniz Havzası’ndan Çin’e kadar pek çok ülkeye felaket getirmiştir. Yeni Dünya’nın XVI. yüzyılda Avrupalılar tarafından kolonileştirilmesinin ardından ise çiçek ve kızamık virüsleri, Aztek ve İnka uygarlıklarının çöküşünü hızlandırmıştır.
Günümüzde ise küreselleşme ve onun dinamikleri yalnızca ekonomileri, devletleri ve kurumları değil, aynı zamanda da bireylerin yaşamlarını ve deneyimlerini de etkilemektedir. Küreselleşme; ekonomik süreçler, teknolojik gelişmeler, siyasi etkiler, kültür ve değerler sistemleri ile sosyal ve doğal çevre etmenleri gibi güçler tarafından yönlendirilir ve zorlanır. Bu farklı güçler, küreselleşmenin bir parçası olarak insanların sağlığı üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak etki eder. Ekolojik, biyolojik ve sosyal şartlarda kimi zaman küreselleşmenin etkisiyle önceden kestirilmeyen değişiklikler meydana gelir. Bu değişikliklerin özellikle de enfeksiyon hastalıkları üzerinde önemli etkileri olduğu tespit edilmiştir. Öyle ki, örneğin sıtma hastalığının yayılması, hastalığa yakalanma ve hastalığın kontrolü gibi etmenler; sınır ötesi ticaret (kapitalin küreselleşmesi), iklim değişikliği, ormanların yok edilmesi, baraj yapımı ve seyahat gibi nedenlerden etkilenmektedir. Özellikle de gelişmekte olan ülkelerde bu etkiler oldukça belirgindir. Ayrıca küreselleşme ile ortaya çıkan ya da daha da derinleşen ekonomik uçurumlar da enfeksiyon hastalıkları üzerinde etkili olmaktadır.
Yoksunluk, hiç şüphesiz ki enfeksiyon hastalıklarına karşı daha fazla savunmasız olmayı da beraberinde getirmektedir. Bu noktada Winslow’un “Erkekler ve kadınlar hastaydılar çünkü yoksuldular. Daha da yoksullaştılar çünkü hastaydılar ve yoksul oldukları için daha da hasta oldular” sözünü hatırlamakta fayda var. Bu kısır döngü, sağlığın sosyal belirleyicileri hakkında daha fazla kafa yorulması gerektiği anlamına da geliyor. Ebola’nın sömürgecilik dönemi ile birlikte başta köle ticareti ve doğal kaynakların talanına maruz kalan, hâlihazırda da kronik yoksulluk, başta Batı tarafından silahlandırılan çeteler, askeri darbeler, açlık, sefalet, kurumlara olan güvensizlik ve ilaç şirketlerinin etik dışı ilaç deneylerinden muzdarip post-koloniyel Afrika’nın bir bölümünü pençesine alması rastlantısal olmasa gerek. Bu nedenle de Ebola ile ilgili komplo teorilerine de aslında hiç ihtiyaç yok.
Öte yandan küreselleşmenin salgın hastalıkların epidemiyolojisini ve bu hastalıkların etkin şekilde önlenmesi, kontrolü ve tedavi kapasitesini etkilediği kaygıları bulunuyor. Küreselleşmenin belirli bir hastalığın risk faktörlerini etkileyebilmesi ama aynı zamanda da küresel enformasyon ve iletişim sistemlerindeki gelişmeler sayesinde salgın hastalıkların tarama, gözlemleme ve raporlama kapasitesini geliştirme fırsatı vermesi bu sorunsal ile ilgili tartışmaların odak noktasını oluşturuyor.
Salgın, epidemi ve pandemi
Enfeksiyon hastalıkları riski ile ilgili değerlendirmelerin odak noktasında doğru kavramlar ile yapılacak tespitler yer almalıdır. Bu nedenle de öncelikle ‘salgın’ (outbreak), ‘epidemi’ ve ‘pandemi’ terimleri arasındaki ilişki ve ayırımlar ortaya konulmalıdır.
‘Salgın’, bir hastalığın görülme sıklığının ani artışını tanımlamak için kullanılan bir terimdir. ‘Salgın’dan biraz daha ciddi bir durumu ifade eden epidemi ise “belirli bir zamanda, belirli bir yer ya da belirli bir grup insanda beklenilenden daha fazla hastalık vakasının meydana gelmesi” olarak tanımlamaktadır. ‘Salgın’, çoğunlukla epidemi ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Öte yandan ‘pandemi’ ise çok yaygın epidemiler için kullanılan bir terimdir. ‘Pandemi’ bir ülkeye, kıtaya ya da tüm dünyaya yayılan salgınlardır.
Ebola (EVD), şimdiki yayılma ve etki durumu göz önünde bulundurulduğunda otoritelerce bir ‘salgın’ veya ‘epidemi’ olarak tanımlanıyor. Henüz Afrika’nın belirli bir bölgesinde sınırlı kaldığı için bir ‘pandemi’ haline gelmiş değil ve virüsün bulaşma riski, enfekte olmuş bir kişinin 1.5 kişiye hastalığı bulaştırabileceği şeklinde hesap edilmiş. Bu oran düşük olarak tanımlanıyor, öyle ki çiçek virüsü için bu oran 1’e 5 olarak saptanmış, yani çiçek virüsü taşıyıcısı bir kişi, virüsü 5 kişiye bulaştırabiliyor.
Ebola virüsü ve hastalığın seyir sefteri
İlk olarak 1976 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde Ebola Nehri kıyısında ortaya çıkan Ebola virüsü; insanları ve primatları (maymun, goril ve şempanzeler) etkiliyor. Virüsün orijini (virüsün doğal konağı) hakkında en kuvvetli hipotez, meyve yiyen bir yarasa türü (Fruit bat) olsa da virüsün ilk taşıyıcısı halen belirsizliğini koruyor; hastalığın hayvandan hayvana ve daha sonra da hayvandan insana bulaştığı biliniyor. ‘Ebola virüsü hastalığı’ (EVD), daha önceleri ‘Ebola kanamalı ateşi’ (Ebola haemorrhagic fever) olarak adlandırılmaktaydı. Bu virüs insandan insana bulaşıyor ve yukarıda da ifade edildiği gibi bulaşma oranı düşük. Virüsü alan kişinin yaşama şansı ise bu sefer yaşanan salgında biraz daha yüksek olsa da bu oran ancak yüzde 47’ye düşmüş durumda (önceki salgınlarda bu oran %90 olarak açıklanmıştı). Virüs; enfekte olmuş kişinin kan, vücut salgıları, organ ya da diğer vücut sıvıları ile doğrudan temas yolu ile (derideki bir çatlak ya da mukoza zarı vasıtasıyla) ya da bu sıvılarla enfekte olmuş çevre ile dolaylı temas ile bulaşıyor. Enfekte olmuş objelerle ya da ölü yakma törenlerinde enfekte olmuş cenazeye doğrudan temas da hastalığın bulaşmasına neden olmaktadır. Virüsün neden olduğu semptomların tespiti (kuluçka dönemi) 2 günden 21 güne kadar değişebiliyor. Yani virüsü alan bir kişinin hiçbir semptom göstermeden uzunca bir süre içinde seyahat edip, diğer kişilere virüsü bulaştırma riski taşıyabileceği anlamına geliyor. Ebola hastalarında kuluçka döneminin ardından yüksek ateş, kas ağrısı, yoğun yorgunluk hali ve boğaz ağrısı görülüyor. Ardından ishal, kusma, deride döküntü, böbrek ve karaciğer yetmezliği ve bazı durumlarda da iç ve dış kanamalar görülmektedir.
DSÖ’nün ilgili ülkelerin Sağlık Bakanlıklarının verilerine dayanarak hazırladığı rapora göre, 30 Ağustos 2014 itibarı ile Ebola; başta Gine, Liberya ve Sierra Leone’da yayılma gösteriyor. Bu üç ülkede toplam 3685 vaka görülmüş ve ölenlerin sayısı da 1841. Öte yandan hastalığın daha yavaş yayılma gösterdiği Nijerya ve Senegal’de ise toplam 22 vaka tespit edilmiş, ölü sayısı ise 7 olarak açıklanmış. DSÖ; 26 Ağustos’da Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde hayatını kaybeden bir kişinin taşıdığı Ebola virüsünün ise Batı Afrika’daki ile aynı olmadığını açıkladı.
Bulaşıcı bir hastalık ile başa çıkmada iki yol var; ilki hastalığı belli bir yerde kontrol altına almak, diğeri de bir tedavi ya da aşının geliştirilmesi. Karantina şu anda neredeyse tek önleme yöntemi. Tedavi için ise sadece sıvı kaybının önlenmesi için damar içi sıvı (serum) ve enfeksiyon için de antibiyotik verilmesi söz konusu. Zmapp ve TKM-Ebola gibi deneysel aşılar ise bazı gönüllüler üzerinde deneniyor. Bu arada Batılı ilaç firmalarının da “nasıl olsa henüz Batı’nın problemi değil” düşüncesi ile Ebola aşısı ile ilgili AR-GE yatırımı yapmamakla eleştirildiklerini de ifade edelim.
Enfeksiyon hastalıkları ve risk iletişimi
Risk iletişimi, mevcut ya da potansiyel bir tehlike ile başlar. Bu iletişim süreci; panikten kaçmak ya da paniği azaltmak, kamunun risk yönetimi karar sürecine katılımını sağlamak ve kamunun bireysel riskini azaltmasını sağlamaktan oluşmaktadır. DSÖ, risk iletişimini “karar vericiler ya da uzmanlar ile kamu arasında riskin varlığı, çeşidi, biçimi, ciddiyeti veya risk olarak kabul edilebilirliği hakkındaki iki yönlü iletişim süreci” olarak tanımlamaktadır.
Risk iletişiminde sosyal ve politik kurumlar, medya kuruluşları, kamu ve karar vericiler arasında bir etkileşime ihtiyaç vardır. Risk iletişimi yoluyla farklı paydaşların bilgilendirilmesi, paniğin ya da korkunun, kimi zaman inkârın, söylentilerin ve mezenformasyonun (kasıt içermeyen hatalı enformasyon) en aza indirilmesi ya da giderilmesi, bireylerin uygun tedbirleri almaları sağlanabilmektedir. Ayrıca iletişim stratejileri geliştirilebilir, hedef kitlelere/paydaşlara destek sağlanması ve değerlendirilmesi yürütülebilir. Öte yandan haber medyası ile etkileşimde bulunmak da risk iletişimi açısından son derece önemlidir. Bu haberlerde iletilecek risk ile ilgili enformasyonun şeffaf, anlaşılabilir, güncel ve kullanılabilir olması gereklidir.
Riskin algılanması
Dünya medyasından yansıyan ve Türk medyasında da genellikle tercüme ederek kullanılan Ebola ile ilgili haberlerde koruyucu elbise ve ekipman kuşanmış sağlık görevlilerinin görselleri; karantina uygulamalarının ciddiyetini ve endişeyi gözler önüne sererken, bu gönüllü olarak alınması söz konusu olmayan, aşina olmadığımız riske karşı algılamalarımızı da oluşturuyor. Neredeyse Ebola ile ilgili tüm haberlerde bu görseller kullanılıyor. Öte yandan Türk medyasındaki haberlerde “4.risk grubu patojen” gibi fazla teknik, anlaşılır olmayan enformasyonlara, henüz teşhis konulmadan “Korkulan oldu: Hatay’da Ebola virüsü paniği” ya da “Korkulan oldu! İstanbul’a geldi!” gibi endişe ve paniğe sevk edebilecek mezenformasyonlara (daha sonra hastanın Ebola virüsü taşımadığı açıklandı) ve “THY’den Ebola virüsüne savaş” başlığında olduğu gibi sansasyonel dil kullanımı kaygısı ile yanlış algılama oluşturabilen haberlere rastlamak mümkün. Bu son haberde THY’nin sanki aşı ya da tedavi geliştirerek Ebola ile mücadele ettiği anlaşılıyor, hâlbuki haberin tamamını okuduğumuzda THY’nin doğru bir kararla Afrika’ya yaptığı seferleri de göz önünde bulundurarak personeline Ebola’dan korunma konusunda eğitim verdiğini anlıyoruz. Türkiye’nin sağlık iletişimi kapsamında, risk iletişimi eğitimi almış bilim ve sağlık habercilerine ihtiyacı olduğu ortada…
Öte yandan sağlık risklerinin ve özellikle de enfeksiyon hastalığı riskinin algılanmasında haber medyasının yanı sıra edebi eserlerin de yüzyıllar öncesinden başlayan gizem/korku/ölüm içeriği de etkili oldu ve olmaya da devam edecek. Boccaccio’nun Decameron’undan, Poe’nun The Masque of the Red Death (Kızıl Ölümün Maskesi) ve tabii ki Camus’nun Plague (Veba) gibi önemli edebi eserleri burada saymak mümkün. Popüler kültür de özellikle Outbreak, Underworld ve Contagion gibi filmlerle risk algılamamızın kodlarının oluşmasında pay sahibi olmakta. Son olarak da ülkemizde de büyük ilgi gören Dan Brown’ın ciddi edebiyat çevrelerince küçümsenen eseri Cehennem’in (Inferno) ‘öjenik’ diyebileceğimiz karakteri Bertrand Zobrist’in “dünyayı temizleme çabasını” hatırlayalım. Zobrist, Machiavelli’nin Discourses on Livy (Livy Üzerine Söylemler) adlı eserinde yer alan şu sözlerden hareket ettiğini söylüyordu: “Dünyadaki her bir vilayet bulundukları yerde geçim sağlayamayan veya başka bir yere taşınamayan sakinlerle dolup taştığında; dünya kendini şu üç yoldan biri ile temizleyecek: sel, salgın ve açlık”. Ebolayı aklımıza getiren bu kitap, bize bulaşıcı hastalık riski ve komplo teorilerinin birbirinden ayrılmaz bir ikili olduğunu da gösteriyor. Ancak kaçınılmaz bir gerçek hakkında da yani ‘geleceğin matematiği’ hakkında da bizi uyarıyor.
Öneriler
Türkiye’de tespit edilmiş Ebola vakası yok; Ebola şüphesi ile hastaneye kaldırılarak karantinaya alınan iki Nijeryalı, bir İtalyan ve bir Türk vatandaşında virüse rastlanmadı. Afrika’daki riskli ülkelerden Türkiye’ye giriş yapan yolcular en önemli risk grubunu oluşturuyor. T.C. Sağlık Bakanlığı geçtiğimiz günlerde alınan önlemler ve prosedürler hakkında basını bilgilendirdi.
T.C. Sağlık Bakanlığı Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu; Ebola konusunda risk iletişiminin en önemli kaynakları durumunda. Bu nedenle risk iletişimi konusunda çok disiplinli bir anlayış ile çalışmaları gerekiyor; risk analizlerinin ve değerlendirmelerinin farklı disiplinlerden oluşturulmuş komisyonlarda ele alınması (örn simülasyonlar hazırlanırken), alınıyorsa da bunların risk iletişiminin alıcılarına aktarılması gerekiyor.
Risk ve kriz durumlarında geleneksel medya ve sosyal medyadan iletilecek enformasyonlar; her salgın riski için önem taşımalıdır. Bu enformasyonları hedef kitlelere, kamuya aktaracak olan önce kaynakların sonra da sağlık muhabirlerinin risk iletişimi konusunda eğitim almaları gereklidir. Bu da kısa dönemli bir çaba değil, uzun döneme yayılmış bir çaba olmalıdır.
Bütün bunların yanı sıra, vatandaşların risk algılamasında ve kriz durumlarında kaynağın güvenilirliğinin en önemli etken olduğu unutulmamalı. Hiç şüphesiz ki Ebola şu anda bir pandemi değil ancak Türkiye de kendi senaryolarını bu ya da başka bir enfeksiyon hastalığı için hazır etmeli. Sadece Ebola riski ile ilgili değil; genel olarak sağlık ile ilgili riskler söz konusu olduğunda vatandaşın hükümete, devlete ve kurumlarına, ayrıca medyaya güven azaldığında endişe/panik daha fazla olacaktır ve alınacak önlemler de yetersiz kalma tehdidi ile karşı karşıya kalacaktır. Unutmayalım ki krizi yönetmek riski yönetmekten çok daha zahmetli ve de maliyetlidir.
Kaynakça
Nathalie Angier, “Globalisation: Location: Everywhere; Together, in Sickness and in Health”, The New York Times, 2001.
Alessandra Zappa et.all, “Emerging and Re-emerging Viruses in the Era of Globalisation”, Blood Transfusion, 7(3), 2009, pp.167-171.
Regina E. Lundgren and Andrea H. McMakin, Risk Communication: A Handbook for Communicating Environmental, Safety, and Health Risks, 4.Baskı, NJ: John Wiley&Sons, 2009.
Niccolò Machiavelli, Discourses on Livy, Harvey C. Mansfield and Nathan Tarcon (Translated), 1998.
Ilona Kickbush, “Foreword”, Promoting Health: Global Perspectives, Angela Scriven ve Sebastian Garman (eds.), NY: Palgrave MacMillan, 2005.
WHO, Ebola Disease, http://www.who.int/csr/disease/ebola/en/, (05.09.2014).
Lance Saker vd., “Globalization and Infectious Diseases: A Review of the Linkages”, Special Topics No.3, UNDP/World Bank/WHO Special Programme for Research and Training in Tropical Diseases (TDR), 2004.
BBC, “Ebola: Experimental Drugs and Vaccines”, 12.08.2014, http://www.bbc.com/news/health-28663217, (29.08.2014).
Jodi Thesenevitz, “Introduction”, The Update, Special Issue on Risk Communication, http://www.thcu.edu.ca, (11.02.2000).
WHO, “Sixth Futures Forum on Crisis Communication”, 10-11 May 2004, Reykjavik-Iceland.
David Miller and Sally Macintyre, “Risk Communication: the relationships between the media, public beliefs, and policy-making”, Peter Bennett and Kenneth Calman (eds.), Risk Communication and Public Health, Oxford: Oxford University Press, 1999.
Tim Tinker and Elaine Vaughan, Risk Communication, Communicating Public Health Effectively: A Guide to the Practitioners, Washington DC: American Public Health Association Publications, 2002.
Doç. Dr. İnci Çınarlı, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler Anabilim Dalı Başkanı. Sağlık iletişimi, halkla ilişkiler kuramları, kriz ve risk iletişimi, halkla ilişkilerde eleştirel yaklaşımlar, spin ve manipülasyon konularında çalışıyor. |