20 Haziran ‘24 gecesi Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde başlayan ve Mardin Mazıdağı’na kadar yayılan yangın afeti birkaç gündür yeniden gündemde yer alıyor. Enformasyon akışının ışık hızıyla değişti(rildi)ği bir dönemde sorunun gündemde kalması elbette umut verici. Elbette tüketici bir pasiflik hali olan umuttan söz etmiyorum. Ne yapılması gerektiğini anlayan ve bilenlerin umudu bu. Mücadele etmenin yarattığı umut…
Doğa katliamlarının, eko-kırım saldırılarının zamana yayılan ve ancak büyük kayıpların yaşandığı afetlerle görünür olan sorunlar olduğu gerçeğini en başa koyarak bu süreci değerlendirmek istiyorum. Çünkü düşünce aktarımımın sonuna ulaştığımda bu (ve başka benzer) dezavantajlı durumun mücadele sayesinde tersine çevrilebileceğine dair bir süreç okuması yapmış olacağız.
Afetler, doğa ve insan kaynaklı olarak iki başlıkla öğretilmeye devam edilse de kapitalist-emperyalist koşullarda yaşanan her afetin finans-kapital ve sahiplerinin varlığı nedeniyle olduğu açıktır. Ekolojik açıdan antroposen çağı olan bu çağda yaşanan her saldırı ve yıkımın dönüşsüz, telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açtığı da bir o kadar önemli bir gerçektir.
Yakın zamanda yaşadığımız Akdeniz büyük yangını, 6 Şubat depremleri, Çanakkale orman yangını, İliç maden afeti, yaşandığı alanda eko-sistemde ciddi kayıplara yol açan örnekler. Can kaybının da yaşandığı bu afetlerde topyekûn bir sistem sorgulaması yapılmaksızın olayın doğru değerlendirilmesi imkânsız olmuştu. Çınar-Mazıdağı yangın afetinde de ciddi bir kayıp yaşandı. Hasat zamanı gelmiş dönümlerce ürün küle döndü. Afetin arazi olarak büyük olmasının yanında, ekonomik olarak da çok büyük olduğu çıplak gözle bile görünen bir gerçekti.
“…veriler, yangının ekolojik ve ekonomik yıkımının boyutunun büyük olduğunu ve yangın alanındaki insan dışı varlıklar için bir yok oluş anlamına geldiğini göstermektedir.”[1]
Sorunun büyüklüğü sorumluların yalanlarını, manipülasyonlarını da büyük kılıyor böyle zamanlarda. Bu kez de aynısını gördük. Suçu yangını yaşayanlara yıkmak için başta “anız yakma” olmak üzere, suçlu yaratmaya yönelik birçok iktidar söylemi üretildi. Söylem bir politika olarak ana akım medyada işlendi. Fakat doğadaki her şey gibi bu yangının da bir öncesi ve sebebi vardı. Başka afetlerle aynı bağlamda değerlendirilecek diyalektik bir bağı vardı. Sonuç olarak bu yangın afetinin başlangıcından itibaren başta bölgede çalışma yürüten ekoloji örgütleri olmak üzere, yaşam ve hak savunuculuğu alanındaki kurum ve kişilerin sürekli sahada ve sorunun merkezinde kalması bu yazıya da konu ettiğimiz sonuçları yarattı. Gelinen aşamada sonuçlar üzerinden değinilmesi gereken birkaç önemli başlık var.
Yangın sonrası tedavisi tamamlanan hayvanlar geçtiğimiz günlerde “taburcu” edildi. Covid-19 pandemisi sürecinde hastaneden taburcu edilebilenlere hazırlanan törene benzer bir törenle tekrar yaşam alanlarına döndüler. Tedavi edenlerin sevinci, birbirine kavuşan keçilerin, kuzuların sevincine karışmıştı. Marul, şeftali, mısır vb. ile doldurulan küvetlerin başında toplanan hayvanların görüntüsü tam olarak savaşın bir cephesindeki gazilerin bir araya gelişi gibiydi. Yanakları yanık, bacakları sakat, sırtlarında kocaman yaralarla bir aradaydılar. Yaşanan afetin, yaşandığı yer ve orada yaşayan herkese yönelik bir savaşın parçası olduğunu gösteriyordu bu örnek.
24 Haziran’da bölgede ilk incelemelerini yapan TMMOB heyeti, hazırladığı ön raporu açıkladı.[2] İnceleme taleplerini de içeren bu raporla birlikte suç duyuruları da yapılmaya başlandı. Devlet tarafından yapılan resmi incelemelerle birlikte bilirkişilere taşınan süreç de paralel olarak işledi.
Mezopotamya Ekoloji Hareketi (MEH) çağrısı ile 25 Haziran’da ekoloji örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir heyetle ikinci bir saha incelemesi yapıldı. 10 Temmuz’da Diyarbakır Kent ve Dayanışma Platformunun düzenlediği toplantıyla bu incelemenin sonucu olan rapor halkla ve basınla paylaşıldı.[3] Yangının sebebi raporda en dikkat çeken tespitti. Çünkü bütün hikâye bunun üzerine kurulmuştu. Sahaya dayanarak yeniden kurulan “sebep” cümlesi de kurulan oyunu bozan anahtar oldu: Yangın temel olarak bölgede bakımı yapılmayan elektrik hatları ve süreklileşen elektrik kesintileri nedeniyle yaşandı.
Çınar Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ön raporu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin açıklama ve raporu, ekolojik tahribat, sağlık açısından tahribatların da yer aldığı raporun sonuç bölümünde, sürece ilişkin talepler de yer aldı:
- Yangından etkilenen bölge ivedilikle Afet Bölgesi ilan edilmelidir.
- Yangınlara hızlı ve etkili bir şekilde müdahale edebilmek için acil durum planlarının güncellenmesi ve düzenli tatbikatlar yapılması gerekmektedir. Havadan müdahale kapasitesinin artırılması önemlidir
- Elektrik altyapısının düzenli bakımı ve güncellenmesi, yangın risklerini azaltmak için hayati önem taşımaktadır.
- Yangından etkilenen bölge halkına ekonomik destek sağlanmalı ve psikolojik yardım hizmetleri sunulmalıdır.
- Çevre hakkı, temel haklar sisteminin bütünlüğü içinde değerlendirmelidir. Ulusal ve uluslararası çevre hukuku ve politikaları; çevrenin dünyanın her yerinde ve her koşulda korunması anlayışına dayanmalıdır.
- Yangından etkilenen ekosistemin yeniden yapılandırılması ve ağaçlandırma çalışmalarının yapılması gerekmektedir.
- Hayvanların yangınlardan korunması için özel tedbirler alınmalı, yangın anında ve sonrasında hayvanların kurtarılması ve tedavi edilmesi için veteriner ekipleri hazır bulundurulmalıdır.
- Yaban hayatının korunması ve yangın sonrası ekosistemin yeniden dengelenmesi için projeler geliştirilmelidir.
Raporun açıklanmasının peşinden “İçişleri Bakanlığı’na bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Diyarbakır-Mardin sınırında 20 Haziran’da meydana gelen ve 15 kişinin hayatını kaybettiği yangının ardından bölgenin “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan edildiğini duyurdu.”[4]
Diğer yandan afet bölgesi ilanının, özel bir statü oluşundan kaynaklı suiistimale ve kötüye kullanmaya açık olduğu da aklımızda tutmamız gerekenler arasında yer alıyor. Bu konuda yasal ve idari düzenleme inisiyatifini elinde bulunduran iktidar tarafından tersine çevrilebilir. Kayıpların bir nebze maddi tazmini/telafisi ve eko-sistemi tehdit eden bir kısım bakım onarım işlerinin yapılmasıyla sağlanacak kazanım, yeniden daha büyük bir hak kaybına dönüşebilir.
Başlarken anımsadığımız yakın zamanlı afetlerin sonrasını düşündüğümüzde, afet bölgesi ilanının yapılması, hayvanların tedavi edilmesi gibi örneklerin hak mücadelesi ve yaşam savunuculuğu açısından çok değerli olduğu alenidir. Faşizm koşullarında hiçbir hakkın ve kazamın sürekliliği söz konusu olamaz tezini aklımızda tutarak bu örnekler mücadele hat ve yöntemlerine dahil edilmelidir. Her süreçte güncelliğini koruyan “nasıl yapmalı” sorusuna bir cevap var çünkü burada.
Tüm bunlar ışığında ekoloji örgütlerinin, yaşam savunuculuğu iddiası taşıyanların yapması gereken de açıktır: Çınar-Mazıdağı sürecinin takipçisi olmaya devam etmek; baştan başa ekolojik yıkım sahasına dönüşen Türkiye’de ekoloji mücadelesini hayatın her alanında doğru örneklerle yeniden üretmek; özel savaş politikaları ile yaşadığı her saldırıda iki misli bedel ödemek zorunda bırakılan Kürdistan için iki misli -en az- emek ve dayanışmayı örgütlemektir.
Her türden sömürgeciliğe ve faşizme karşı mücadele, ekolojik birlik ve dayanışma perspektifiyle hayat bulacaktır.
“Annelerin ninnilerinden / spikerin okuduğu habere kadar, / yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, / anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, / anlamak gideni ve gelmekte olanı.” (Nazım Hikmet/ Beş Satırla)
Dipnotlar:
[1] Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu'nun hazırladığı rapor, 4 Temmuz'da kamuoyuyla paylaşıldı.
[2] https://www.tmmob.org.tr/icerik/tmmob-diyarbakir-ikk-diyarbakir-cinarmardin-mazidagi-ilce-yanginlarinin-degerlendirme-ve
[3] https://drive.google.com/file/d/1jJDTEUFCaPf2LF8crMQkxybBlxqTp0B_/view
[4] https://www.bbc.com/turkce/articles/c72vngnzj8go
(UŞ/VC)