Geçtiğimiz haftalarda psikolojik danışma merkezleri, bağlı olmadıkları Sağlık Bakanlığı tarafından kapatma tebligatı aldı. Öyle görünüyor ki bu tebligatlar, Türkiye Psikiyatri Derneği'nin 21.04.2008 tarihli Sınır İhlalleri Görev Grubu Raporu'na dayanarak yapılmış durumda.
Raporda, hekim olmayan psikoterapistlerin hekimmiş gibi tanı koydukları ve tedavi uyguladıkları ileri sürülüyor. Geçerli bir temelden yoksun bu ithamlar talihsiz olmanın ötesinde haksızdır da.
Ayrıca bu tebligatların sanki yasal olmayan bir iş yapılıyormuş gibi baskınlar düzenlenerek gerçekleştirilmesi hizmet verenler ve alanlar açısından ciddi bir ihlal. Burada tüm ilgili meslekleri bağlayan özel bir ruh sağlığı yasası olmaması nedeniyle yaşanan bir kargaşa hüküm sürüyor.
Bu raporda en çok dikkatimizi çeken şey, artan bir eğilim olarak sorunsallaştırılan "psikiyatrize etme" kavramı. Bu kavramın nasıl ele alındığını kurcalayarak bir tartışmaya girmenin yerinde olduğunu düşünüyoruz, ki bu çaba hem günümüzdeki tabloyu hem de mesleki hak ve sınırları yeniden düşünmek anlamına geliyor. Kaldı ki hak ve sorumluluklar meselesi, temel bir insan hakkı olan eğitim ve sağlık hizmetlerinin nasıl düzenleneceği mevzusundan ayrı düşünülemez. Kapımıza dayanmış Sağlıkta Dönüşüm Projesini de hesaba katacak olursak.
Raporda, ruh sağlığı esasen ve tüm yönleriyle psikiyatrinin işidir ve diğer meslek grupları da yardımcı sağlık personeli konumunda bulunur, deniyor. Ayrıca psikoterapi bütünüyle bir "tedavi" yöntemine indirgendiği için, bunu icra eden kişiler yasadışı bir şekilde hasta tedavi ediyor oluyorlar.
Tedavi ise aslen medikal bir uygulamaya dönüşüyor. Tarihteki örneklerde de benzer bir ayrımın izlerini görebiliyoruz. Örneğin, Selçuklu tıbbında "otacı" olarak anılan hekimlerin ilaç, "efsuncuların" ise efsun kullanarak ruhsal sorunları tedavi etmeye çalıştıkları karşımıza çıkar. Ancak, tedavinin bütünsel olarak ele alındığı örnekler de vardır.
Sözgelimi melankoli için, ilacın yanı sıra müzik, perhiz ve kişiyi yalnız bırakmamak gibi "tedavi" yöntemlerinin önerildiğini biliyoruz. Bu, farklı iyileştirici yöntemlerin yan yana durabildiği örneklerdendir, ancak ne yazık ki günümüzdeki hâkim psikiyatri paradigması daha çok üst-alt anlayışına rağbet etmektedir.
Şimdi, bu paradigmanın uzantısı olmaya aday raporda hakkıyla ele alınabilseydi yerinde olabilecek eleştiriler var. Günümüzde olağan yaşam sürecinin giderek tıpsallaştırılması, yani bedenin doğal yaşlanma sürecinin "tedavi gerektiren durumlar" haline gelmesiyle paralel bir şekilde, her türden ruhsal durumun da terapiye alınması gereken bozulmalar olarak görülebildiği dile getiriliyor.
Evet, ama doğru bir şekilde ele almazsak, bu söylemi yeniden üretecek bir hataya düşebiliriz. Zaten raporda da benzer bir risk kendini gösteriyor. Öyle ki, insanın kendini daha iyi anlamak için ihtiyaç duyduğu psikoterapi, patoloji eksenli bir anlayışa kurban ediliyor.
Ayrıca, değişen toplumsallıkla birlikte sorun olarak kabul edilmeye başlanan durumlar önemini yitiriyor ve yeni ihtiyaçlar görmezden geliniyor. Artık biliyoruz ki kadının erkek egemen bir toplumda ve hâkim cinsellik anlayışı çerçevesinde yaşadığı problemler var, anne-babalar çocuklarını daha iyi yetiştirmek için arayış içinde.
Sivil toplum alanının genişlemesiyle birlikte görünür hale gelen başka durumları ele alalım: afetler, çocuk istismarı, çatışmalar, kimlik talepleri... Bu meselelerde psikososyal çalışmaların ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz.
Bilindiği gibi, sağlık, DSÖ tarafından "yalnızca hastalık veya sakatlıkların olmaması değil, bedensel, ruhsal ve sosyal açıdan tam bir iyilik hali" olarak tanımlanır. Bu biraz da ideal olandır elbette ama bu kavrayış, sağlığı bir bozukluğun olmaması üzerinden tanımlama riskini bertaraf eder.
Oysa ki ele aldığımız raporda bireylerin "özgüvenli, girişken, mutlu, tutarlı, güçlü, ahlaklı, dertsiz, başarılı, gerçekçi vb" olmaya ihtiyaç duymaları hayatın psikiyatrize edilmesi olarak görülüyor. Bu sıfatların aşırı yüceltilmesi ve bireyin kendini olduğu haliyle kabul etme çabasını bir yana bırakarak belli makbul özellikleri edinme uğraşına kaptırması elbette önemli bir mutsuzluk kaynağıdır, çünkü bireyi olduğu haliyle değersizleştirme riski taşır.
Ancak, böyle bir arayışta olan kişiye bu özelliklerin belki de gerekli olmadığını söylemek yerine, onu acaba bunlar hayatında nasıl bir yere tekabül ediyor, getiri ve götürüleri neler olabilir diye araştırmaya davet etmek daha anlamlı değil midir?
İnsanların bir bozukluk değil de sorun olarak hissettikleri durumları ya psikiyatriye havale etmeli ya da görmezden mi gelmeliyiz? Eşine isteklerini söyleyemediği için sıkıntı yaşayan bir bireyin durumu mutlaka bir psikiyatriste danışmayı mı gerektirir?
Günümüzde şirket çalışanları çelik gibi sinirlere sahip olma ihtiyacı duyuyorsa, bu yönde çabalaması mıdır sorunlu olan? Okulda problem yaşayan bir öğrenciyle "konuşarak" yapılan bir çalışma ders anlatmak değil de, ruhsallığını anlamak ve oradaki sıkıntıları aşmasına yardımcı olmak yönünde ise bu, psikiyatrinin konusuna mı girer? Hangisi psikiyatrize etmektir?
Böyle bir anlayış "hastalık/bozukluk" tanımını yapma hakkını hekimlere biçmekle kalmıyor, kendi ilgi alanında görmediği patolojik olmayan durumların da uygun hizmetlerle buluşmasının önünü kesiyor. Ortada endişe edilecek bir durum varsa, o da hayatın ekonomi politik, etik ve estetik boyutlarının göz ardı edilmesi, Foucault'nun iktidar eleştirisinde mevzu ettiği gibi toplumsal alanın tekil odaklarca hâkim ideolojiler üzerinden inşa edilmesidir.
Böyle bir gidişat, otoriter bir politik ortamda ve neoliberal politikalar egemenliğinde tanımlanan bir ruh sağlığı anlayışına razı olmamayı ve ortak bir karşı çıkışı gerektirir.
Hepimiz başa çıkamadığımız durumlar içinde buluyoruz kendimizi hayatta. Sıkıntılar bazen yaşam boyunca boğuşacağımız kadar ağır oluyor, bazen bu sürecin içinden geçip yaşamımıza devam ediyoruz. Bazen de kendimizi başka bir noktaya taşımak için yeni yollar arıyoruz. Ama eğer biyolojik psikiyatrinin tüm güçlü "üst" konumunu kabul edersek, o zaman bu arayışın bütün özneleri "potansiyel hasta", psikologlar da "sahte doktor" haline gelirler.
Oysa ki, gereken sadece nitelikli hizmetler hakkında doğru bilgiler sunup kişileri uygun yerlere yönlendirmek. Nihayetinde nasıl bir hizmet alacaklarını seçme tasarrufu kişilerin kendindedir. Hayatın sadece iyileştirici değil, dönüştürücü ve zenginleştirici pratiklere de ihtiyacı var. (HY-ABA/EÖ)