Kaçıyoruz çünkü kurtulmak istiyoruz. Sevgisizlikten kaçıyoruz çünkü kendimizi güvende hissetmiyoruz. Yaşamak için güvenli ortamlara ihtiyacımız var. Bundan yoksun kaldığımızda kaçmak duygusu bilincimize çörekleniyor. Nefes aldığımız ya da yaşadığımız yer yuvamız. Oysa yuvasızız. Yuvamız sıcak değilse onu arıyoruz. Sıcaklığı yitiren yuva aynı zamanda sevgisizleşiyor. Sevgisizlik güveni öldürüyor. Sevgisizlik, yaşamın en büyük tehdit kaynağı. Kısacası sevgisizlikten kaçıyoruz. Çünkü sevgi, yaşamın oksijeni. Yaşama ait her ne var ise sevgiyle bağlantılı.
İnsan türü olarak herhangi bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda başka pek çok tür gibi üç davranışımız refleksif olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor: Eylemsiz kalmak, mücadele etmek ve kaçmak. İnsan sıkıldıkça ya da herhangi bir sorunla mücadele gücü zayıfladıkça kaçmak eğiliminde oluyor. Sorundan kaçıyoruz, yüzleşmekten kaçıyoruz, biriyle görüşmekten ya da bir sorunu konuşmaktan kaçınıyoruz. Peki nedir kaçmak dediğimiz eylem ya da olgu? Bilincimizde hangi imge ile yer alıyor?
Kaçarak kurtulmak ya da bir diğer deyişle sorunla kaçarak mücadele etmek ne demek? Kaçmak, birçok farklı bağlamda yaşanan güvenlik ve memnuniyetsizlik duygularının sonucunda ‘çözüm’ olarak belirir. Ülkenin yaşadığı politik, ekonomik güvenlik, çevresel, toplumsal sorunlar kaçmaya neden olabilir; kültürel aidiyet, özgürlük ve toplumsal örgütlenme gibi etmenler, insanların kaçma dürtüsünü tetikleyebilir ya da onlara yaşadığı sorunları imgesel anlamda bir sığınak sağlayabilir. Kaçtığımız yerin karşısına bir imge koyar, onu arzular, ona yönelir, onunla içimizi ısıtırız. İmgemiz, deyim yerindeyse artık içinde nefessiz kaldığımız “kalpsiz dünyanın kalbi”, acılarımızı dindiren afyonumuz, yaşama çığlığımız haline gelir.
Bir ülkenin politik istikrarsızlığı, ekonomik krizler veya sosyal huzursuzluklar, insanları kaçmaya yönlendirebilir. Bu durumda, insanlar kendi yaşamlarını ve ailelerini korumak için daha güvenli bölgelere ya da ülkelere kaçma eğiliminde olabilirler. Ancak, bu kaçışın tek nedeni harici ya da dışsal nedenler değildir, olamaz da. Nerede yaşarsak yaşayalım, her zaman irademizde çözümleyecebileceklerimiz yanında, irademizin işlemediği yapısal sorunlar da var olacaktır.
Geçim kaygıları da insanları kaçmaya yöneltebilir. İşsizlik, yetersiz gelir ya da temel ihtiyaçları karşılamaktan yoksunluk, insanları daha iyi bir yaşam arayışına itebilir. Bununla birlikte insanın kendini konumlandırdığı bir yerin ya da yapmak istediklerinin bulunduğu yerde şu ya da bu nedenle gerçekleşme olasılığının düşüklüğü, içsel tatmin ve mutluluk arayışını gölgeler. Arayışın gölgelenmesi, kişinin kendi yaşamı/nı yaşamasına engeldir. Engeldir çünkü bu gölge katlanılmaz bir koku yayar. Kokan, kişinin imgesidir. Kaçmak, bir anlamda bu katlanılmaz kokudan uzaklaşma çabasıdır. Böylesi durumlarda kişi, kendi potansiyelini gerçekleştirmekten alıkonduğu hissine kapılır -ki bu algı hiç de yersiz değildir-, kaçmaya yönelir. Kişi, kendini ifade edebileceği ya da hayata katılabileceği bir yer arayışına girer.
İnsan, yaşadığı yerde ihtiyaç duyduğu güveni hissettiği ölçüde aidiyet geliştirir. Yaşadığı yer kuru taş topraktan çıktığı ölçüde yurda dönüşür. Yurtlaşma, taşın toprağın sevgiyle, ortak bellekle harmanlanmasıdır. İşte bu nedenledir 100 yıl da olsa üçüncü kuşak da olsa gidilen yerin yurda dönüşememesi, sıla hasretinin kuşaktan kuşağa aktarılması. Yurdun terk edilmesi, bu nedenle arzulanmaz. Bebeğin annesinden koparılıp alınma hikayesinde olduğu iki taraf da travmatize olur, hem anne hem çocuk eksilir. Hiç kapanmayacak derin yaraların izleri kalır.
Ama daha köklü bir arzu, yani yaşama arzusu baskın gelir, ölmektense hiç kapanmayacak yara ile yaşamayı ‘tercih’ ederiz. Tercihimiz bir tür trajedidir, travma yaratır. Travma sonrası ortamdan uzaklaşmaya çalışır, kaçarız.
Kaçmak, insan türünün içsel bir çatışma anında doğal refleksle başvurduğu bir tepkidir. Bu tepki, yüzyıllardır insan davranışlarını incelemek, anlamak, açıklamak isteyen yazarlar, düşünürler, sanatçılar, teologlar ve bilim insanlarınca derinlemesine ele alınmıştır. Kaçmanın nedenleri ve sonuçları üzerine yapılan kavramsal analizler, şiirler, sanatlar, mitler ve tarihsel olaylardaki izdüşümlerinde görülebilir. Bunlar, kaçışın insan bilincindeki yerini ve bu eylemin insan deneyimindeki derinliğini daha anlamamıza kılavuzluk edebilir.
Kaçış bir tür savunma mekanizmasıdır. İnsanlar, çoğu zaman karşılaştıkları stres, tehlike ya da rahatsızlıkla başa çıkmak için kaçınma eğilimindedirler. Bu, antik çağlardan beri var olan bir olgudur. Örneğin, Homeros'un destanlarında, savaşçıların kaçma isteği ve savaşın getirdiği dehşet anlatılır. Platon, insanın kaçma eğilimini duygusal bir tepki olarak ele alır ve bu eylemin bireyin iç dünyasında kök salan derin etkileri olduğunu ileri sürer.
Kaçmanın insan bilincindeki yerini anlamak için, modern psikolojinin yanı sıra edebiyat ve sanat da önemli ipuçları sunar. Örneğin, Edgar Allan Poe'un eserlerinde sık sık karşımıza çıkan kaçış motifleri, insan psikolojisindeki karanlık yönleri ve içsel çatışmalarını yansıtır. Benzer şekilde, Shakespeare'in Macbeth'i gibi eserlerde, suçluluk duygusuyla başa çıkmak için kaçma; insanın, çağları ve kültürleri aşan evrensel bir eğilim olarak işlenir.
Kaçma eğilimi, günümüzde modern edebiyatta ve psikolojide de sıkça ele alınır. Özellikle anksiyete bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu gibi durumlar, insanların kaçma mekanizmasını nasıl kullandıklarını anlamak için önemli bir zemin sağlar. Virginia Woolf'un "Mrs. Dalloway" gibi eserleri, insanın içsel dünyasındaki kaçışı incelerken, bu eylemin bireyin ruhsal sağlığı üzerindeki etkilerini derinlemesine ele alır.
Peki son yıllarda öznesi ya da tanığı olduğumuz kaçmak ne demek? Felsefi iletişimin kavramlara bakışıyla “kaçmak” olgusuna ya da kavramına bakalım: Muradımız, kavram temizliği yapmak, anlam sağlığımızı iyileştirmek ve böylece zihinsel katharsis (arınma) yaşamak çünkü kavramsal anlamda arınma sağlamadıkça kavrayışımız ve de facto yaşayışımız gölgeli kalmaya mahkum. Gölgeyi kaldırmak, sisi dağıtıp nasıl bir manzara içinde olduğumuzu görmeye ihtiyacımız var.
Felsefi iletişimin anlama ya da kavrama imkanını kullanarak cangılda anlam vahaları yaratabiliriz. Kavramların anlamları ona dair duygularımızın, deneyimlerimizin, inançlarımızın ve bilgilerimizin toplamı. Bu toplam bir imge üretir. O imge dolayımıyla da o kavramı yaşarız. Kavrama dair imgemiz bir diğer deyişle o kavramı yaşantılama, arzulama, şeklimizdir. Kavramı, bizdeki imgesel temsil üzerinden anlar, hisseder ve anladığımız, hissettiğimiz gibi de yaşarız.
Kaçma eylemi, insan bilincinde genellikle bir kaçışın sembolik bir görüntüsüyle ilişkilendirilir. Bu semboller, bireyin kişisel deneyimlerine, kültürel arka planına ve ruhsal durumuna bağlı olarak değişir. Örneğin, bir kişi için kaçmak, ormana doğru koşmak ya da uzak bir adaya gitmek ile imgeleştirilirken bir başka biri için evine kapanmak ya da kitap okumak gibi daha içsel bir kaçış biçimi ya da imgesi olabilir. İmgemiz hem arzularımızı hem de korkularımızı tarif eder, kavrama rengini vererek onu nasıl yaşantılacağımızı belirler. Kısacası kaçtığımız ya da arzuladığımız imgeler/miz arasında salınırız.
Kavafis’in “şehir” şiiriyle bakalım kaçmaya ya da kaçarak ‘kurtulma’ya. Cevat Çapan’ın çevirisiyle Şehir:
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
(MVB/AS)