İşin abece’sinden başlayalım. Bir yayın organının, grubun, örgütün logosu onun kimliğinin ilanıdır. Yani logonuzda kullandığınız her sembol alıcıya sizin çizginizle ilgili mesaj verir. Söylemekten korkmayalım, logo “ideolojik ve politik” konumunuzu açıklar.
Bu girişe sebep Yalnız Dergi’nin logosu üzerinden çıkan tartışma sırasında dikkatimi çeken kavram kargaşası ve kakafoni. Konudan habersiz olanlar için özetleyeyim; söz konusu logo açıklanmadan önce derginin yazar kadrosunda olduğum hem derginin sosyal medya hesaplarında, hem benim tarafımdan duyurulmuştu.
Derginin logosuyla Instagram hesabındaki paylaşım vesilesiyle karşılaşmış oldum. Logoda “Yalnız” kelimesindeki “I” harfinin yerinde bir erkek silueti vardı. Bu siluet kasketi ve pardösüsüyle başka türlü yorumlanamayacak şekilde erkekti. Bunun üzerine hemen yayın yönetmeni Emir Can Kablan’a Instagram hesabından mesaj attım. Kendisine tam olarak şunu sordum; “Bir harfi insana çevirmek zaten yersiz ama neden bir erkek? Logoda erkek figür kullanmanız daha ilk sayıdan derginin kimliğini ne şekilde oluşturduğunuzla ilgili okura keskin bir fikir vermez mi?” Buna gelen yanıt, (daha sonra yaptıkları “biz aslında kapak konumuz olan Neruda’nın siluetini koyduk” bahsi bu konuşmada nedense hiç geçmedi) şu oldu:
“Figür bir insan sadece. Ya kadın olacaktı ya da erkek, Kadın erkek diye bakmak bile cinsiyetçilik yapmak değil midir? Biz sadece ‘insan’ olarak gördük ve düşündük figürü. Cinsiyetçi bir yaklaşımımız söz konusu değildir.”
Burada son derece ilginç bir durum var. Derginin logosuna erkek figürü koyan onlar. Yani öteki cinsleri dışlayan bir figürle derginin kimliğini belirleyen taraf derginin yöneticileri. Gel gör ki okur ve yazar olarak bunu eleştirdiğinizde size gönül rahatlığıyla “asıl cinsiyetçilik sizin yaptığınız” diyerek karşı eleştiride bulunabiliyorlar.
Bunun üzerine biraz düşünelim istiyorum. Ne denilmek isteniyor olabilir? Erkek figürüne bakıp onu erkek olarak algılamak mıdır cinsiyetçilik? Erkek figürünü otomatikman insan olarak görmezsen cinsiyetçilik yapmış olursun mu demek istiyor? Yoksa aslında cinsiyetçiliği sorun olarak kabul etmek istemiyor da bunu açıkça söylemeye mi cesareti yok? “Ben cinsiyetçilik yaparım, bunu eleştirirsen asıl cinsiyetçi sen olursun” diyerek bir tür yıldırma politikası mı güdüyor?
Yo yo, yayın yönetmeninin tüm bunları düşünerek yaptığını sanmıyorum. Sadece kendi içindeki cinsiyetçilikle karşılaşmaya o kadar cesareti yok ki, panikle karşı saldırıya geçiyor. Bildiği tek yol ise “Ben cinsiyetçi değilim, asıl cinsiyetçi sensin!” demek. Hemen peşinden gelen savunma da bunu ele veriyor zaten. Benim mesajımda hiçbir şekilde “cinsiyetçilik” kelimesi geçmediği halde şöyle diyor yanıtında: “Cinsiyetçi bir yaklaşımımız söz konusu değildir.” Ve bir gülücük. Çok hoş gerçekten. Ama zaten kimse “Ben şimdi cinsiyetçilik yapacağım” diyerek cinsiyetçilik yapmaz. Tartışmaları sonuna gülücük koyarak kapatmak gibi örtüktür pek çok tutum.
Cinsiyetçilik o denli derin bir tarihe sahiptir ki hepimizin içine o veya bu ölçüde işlemiştir. Türlü saiklerle çıkıverir dışarı. Hayatın her alanında, gündelik yaşamda sürekli olarak karşılaştığımız cinsiyetçi dil ve söylemlerden, sembollerden ister istemez etkileniriz. Bunlara karşı uyanık olmak mecburiyeti bu yüzden var. Tam da bu nedenle tartışmamız gerekiyor. Bunun için eleştirilmeye, uyarılmaya ihtiyacımız var. Benzer bir hatayı pekâlâ ben de yapabilirim mesela. Şu anda Yalnız Dergi’yi eleştiriyor olmam ve bu satırları yazan kişi konumunda bulunmam beni “cinsiyetçilik virüsüne” karşı bağışık kılmaz.
Ama ne yaparım? Yazıp çizdiklerimi bu alanda çalışan, düşünen, üreten dostlarıma okutur, eleştirilerini dinlerim. Hata yapabilirim çünkü. Hata yapmak büyük bir kabahat değildir. Hata yapma ihtimalini gözetmemek ve bu konuda hassas davranmamak, önlemini almamak ise büyük kabahattir. Diyelim ki beni kimse uyarmadı ve o hata yapıldı. Yine de geç kalınmış sayılmaz. Eleştirildiğimde “Cinsiyetçi bir yaklaşımım söz konusu değildir” demek yerine yaptığım şey üzerine düşünmem gerekir. Aksi halde elime hiçbir şey geçmez. Bir arpa boyu yol kat edemem. Sadece eleştiriyi savuşturmuş olurum.
Sindirmek için her yol mubah
Dergi yayın yönetmeninin eleştiri karşısındaki tutumu ve söylenenler üzerine bir an dahi düşünmemesi logonun tartışmaya kapalı olduğunu gösteriyordu. Ben de bunun üzerine derginin yazarları arasında yer almayacağımı açıklama gereği duydum. Açıklamamda şunları söyledim:
“Yeni çıkacak olan Yalnız Dergi’nin yazar kadrosunda yer almayı kabul etmiştim. Bugün ise derginin yeni logosu sosyal medyada karşıma çıktı. Logoda yer alan kasketli ve pardösülü erkek silueti kadınların ve LGBT-İ bireylerin de dahil olduğu bir edebiyatı temsil etmiyor, edemez de. Erkek dışında hiçbir şekilde yorumlanamayacak, başka hiçbir cinse yer açmayan bir logoyla temsil edilen bir derginin çatısı altında kendimi göremiyorum. Dergi yönetimine eleştirimi ilettim ancak kararlarında ısrar ettiler. O yüzden Yalnız Dergi’nin yazar kadrosunda yer alamayacağımın bilinmesini isterim.”
Kuşkusuz ki eleştiri içeren bu açıklamaya gelen tepkiler arasında “daha çıkmamış bir dergiyi ifşa etmemden”, “dergi aleyhine çalışma yürütmeye”; “feminist yobazlıktan” “kafasızlığa” uzanan ithamlarla karşılaştım. “Tipsizlikten feminist olmak” gibi faşizan saldırılara hiç girmeyeyim.
Pek çok destek mesajı da aldım elbette ama yaptığım açıklamayı olumsuz karşılayan tepkilerden bir kısmı yukarıda örneklerini verdiğim şekilde açıkça saldırgan, günümüzde pek çok kez karşılaştığımız sosyal medya linci zihniyetinin ürünü bir üsluba sahipti. Bir de konuyu küçümseyerek, önemsizleştirerek tartışılmaz hale getirmeye çalışanlar oldu. “Allah başka dert vermesin” tarzında kinik ifadelerle tepkilerini dile getiriyorlardı.
İkisi de aslında alışkın olduğumuz bir karşı tepki. Ülkemizde ne zaman eril bir tutuma, herhangi bir alandaki eril tahakküme işaret etmeye kalkışsak ve bu konuda eleştiri getirsek, bu sindirme politikasıyla karşılaşıyoruz.
Önemli değil. Çünkü biz eleştirmeye, sözümüzü söylemeye devam edeceğiz. Hakaretamiz paylaşımlar yapanlarla tartışılacak bir şey yok. Onu geçiyorum.
İçselleştirdiğimiz cinsiyetçilik
Konuyu “abarttığımı” ima edenlerin söylem ve yaklaşımı üzerinde durmakta ise fayda var. Yukarıda cinsiyetçiliğin hayatın her alanında dışavurulduğundan söz etmiştim. Evde, işte, sokakta… İkili ilişkilerde, çocuklarımızın oyuncaklarında, kitapların satır aralarında ve dergi logolarında… Bütün buralarda karşımıza çıkan tahakküm dili aslında cinsiyetçi politikaların ürünü. Ve biz bu politikalara karşı mücadele ederken, onları ancak hayatın içinden dönüştürüp değiştirerek başarıya ulaşabiliriz. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanabilmesinin yolu eril zihniyetin uç verdiği her yerde onunla mücadele etmekten geçiyor. En başta da içselleştirdiğimiz, hayatın akışı içinde farkına bile varmadığımız, önünden geçip gidiverdiğimiz ayrıntılarda uç veriyor bu tahakküm. Yani hayatın kılcal damarlarında.
Bunun diğer bir boyutu da şu; cinsiyetçiliğin, erilliğin ve tahakkümün karşısında olduğunu söyleyenlerin de içinde ne yazık ki var olan bir illet bu. Yazının başında da söylediğim gibi, hiçbirimiz bu virüse karşı bağışık değiliz. Ve kendimizi değiştirmeden toplumu değiştiremeyiz. Okuyan, yazan, düşünen; toplumu dönüştürme iddiasındaki insanlar kendi içlerindeki bu virüsle yüzleşmek zorundalar. Edebiyat dünyasındaki cinsiyetçilikle mücadele etmeden sokaktaki cinsiyetçilikle mücadele edilemez. Ve evet edebiyat dünyasındaki cinsiyetçiliğin uç verdiği yerler pek çok zaman bu denli “basit” görünümlerle çıkacaktır ortaya. Başında bir kasket, sırtında pardösü bulunan erkek figürleriyle. Fakat görünümün basitliği size aldatmasın. Çünkü aslında bu ülkemiz edebiyat tarihine damgasını vurmuş bir problemdir. Yok sayılan kadın yazarlar ve yazarlığın erkeklikle temsil edildiği bir tarihin içinden geliyoruz. Bunu değiştirmek istiyoruz, meselemiz bununla. Çünkü kadın yazarlar, kadın kahramanlar var ve olacak. Bir dergisinin logosunda edebiyatın hâlâ erkek figürüne sıkıştırılmasına itiraz ediyoruz kuşkusuz ki. Etmeye de devam edeceğiz. Çünkü cinsiyetçiliğin ortaya çıktığı alan makro siyasetle sınırlı değil, aksine en yakıcı şekilde mikro ölçekte dışavuruluyor. Dolayısıyla aslında mücadelenin en yoğun ve aktif olarak verilmesi gerektiği yer de burası. Hayatın kılcal damarlarında karşımıza çıkan her türlü tahakkümü işaret edeceğiz, dile getireceğiz ki bu eril zihniyetten köklü şekilde kurtulabilelim. Kuşkusuz ki iktidar politikalarını tartışacağız. Yasaları değiştirmeye çalışacağız. Üstyapı kurumlarındaki eşitsizlikleri, ekonomiyi masaya yatıracağız. Fakat bu, tahakküm biçimlerine karşı verilen mücadeleler arasında bir hiyerarşi bulunduğu anlamına gelmiyor.
Erkek figürüne bakınca insan görmek
Yazının başına dönersek, ne demiştim? Logo bir yayın organının kimliğini temsil eder. Semboldür. Bir edebiyat dergisinin logosunda insan figürü kullanayım derken kasketli ve pardösülü erkek kullanmak bu dergi “erkek” bir dergidir demekten başka ne anlama gelir? En basitinden, yüzyıllardır süregelen edebiyattaki baskın erkek figürüyle hiçbir derdim yok demek değil midir? Kadın yazarların yok sayıldığı bir coğrafyada, edebiyattaki eril söylem ve üsluba karşı en küçük bir duyarlılık hissetmiyorum, anlamına gelmez mi?
Derginin yayın yönetmeni bu figüre bakınca erkek değil insan gördüklerini, bunu bir “insan” figürü olarak düşündüklerini, yani amaçlarının logoda bir erkek temsili üretmek olmadığını söylüyor. Ama anladığım kadarıyla ille de bir harfi “insan” figürüne dönüştürmek istemişler. Bu fikri çok sevmişler ve uygulama konusunda tutkulu davranmışlar. Olabilir.
Peki bu insan figürünün cinsiyetinin altı bu kadar kalın çizgilerle çizilmese ne olurdu? Madem insan olsun istediniz, cinsiyetsiz bir insan silueti ortaya çıkarılamaz mıydı? Daha stilize bir figür mesela? Her türlü cinsel, ırksal, hatta sınıfsal temsilden arındırılmış bir figür neden tercih edilmedi? Bu konuda herhangi bir hassasiyete sahip olunsaydı eminim ki bu tür sorular ortaya çıkar ve bir çözüm bulunurdu. Bu çözümün bulunmaması kuşkusuz ki dergiyi çıkaran kişilerin “Dur öyle bir logo yapalım ki çok erkek bir dergi olduğumuz anlaşılsın” türünde bir planlı faaliyet içinde olduğu anlamına gelmiyor. Ama toplumsal cinsiyet konusuna ve edebiyattaki erillik meselelerine hiç kafa yormadıklarını, daha da fenası eleştirildiklerinde dahi bununla yüzleşmeye, bir farkındalık geliştirmeye yanaşmadıklarını gösteriyor.
Erkek figürüne bakınca nasıl oluyor da insan görüyorlar, bu konuda kendilerini sorgulamaya yanaşmıyorlar ilginç. Olsun biz özgürüz, bunu tartışabiliriz. Elimizdeki siluet öyle primitif bir insan bedeni değil. Yani cinsiyetini vurgulayan pek çok unsura sahip. Figürün erkek olduğunu, sözgelimi kısa saçlı olmasından çıkartmıyoruz. Kasketi ve pardösüsüyle erkekliği özellikle vurgulanmış bir figürden bahsediyoruz. Peki dergiyi çıkaranlar ve destekleyenler nasıl oluyor da bu figüre bakınca insan görüyorlar? Tamam eninde sonunda bunun bir insan olduğunu biz de biliyoruz. Ama burada başka türlü bir çaba var sanki. İnsanı erkek olanla tarif etmekte bir ısrar söz konusu. Çok geride kaldığını sandığımız bir alışkanlığı hatırlatıyor. İnsanın kökünü Adem’e dayandıran, dolayısıyla “insan eşittir adam” anlayışının ürünü bir alışkanlık bu. İnsanı insanoğlu olarak adlandırmakta sakınca görmeyen bir bakış açısına kadar gidebiliriz buradan. Feministlerin yıllarca mücadelesini verdikleri ve elde ettikleri kazanımları yok sayan bir bakış açısı. Bu anlayışın dilde uç verdiği noktaları defalarca tartıştık. Dilimizi ne kadar dönüştürürsek zihniyetimiz de değişir diye çok yazdık çizdik. Adam kavramını insanla özdeşleştirmenin anlamları üzerine pek çok şey söylendi. Burada tekrar etmeye lüzum yoktur umarım.
Açıklamamdaki “Logoda yer alan kasketli ve pardösülü erkek silueti kadınların ve LGBT-İ bireylerin de dahil olduğu bir edebiyatı temsil etmiyor, edemez de,” cümlesine istinaden, “nereden biliyorsunuz belki de bu bir eşcinseldir” minvalinde itirazlar da oldu. Semboller ve görsel dil konusuna biraz çalışmak gerekiyor sanırım. Hemen şu kadarını söyleyip geçeceğim. Hepimizin kullandığı semboller dünyasında kabul görmüş bir küresel dil var. Mesela dünyanın neresine giderseniz gidin, kadın tuvaletlerinin kapısında etek giymiş bir kadın sembolü kullanılır çoğunlukla. Ve hiçbirimiz bunun geleneksel kıyafetleri içinde bir İskoç erkeği olabileceği ihtimali üzerinde durmayız. Bunun gibi, kasketli ve pardösülü bir erkek figürünün cinsel yönelimleriyle ilgili ihtimallere işaret etmek sadece spekülasyon yapmaktır ve demogojidir.
Küresel dilin kullandığı sembollerin ifade ettiği anlamların altı kazınmaya açık değildir. Yoksa bu şizofrenik bir hal almaya başlar. Sembolleri iradeleri olan varlıklar gibi düşünmeye başlarız ki bu hiç sağlıklı bir sonuç değildir.
Ama şunu yapabiliriz. Kullandığımız sembolün gerçekten tüm cinsiyetleri, ırkları ve sınıfları temsil etmesini istiyorsak, herhangi bir cinsiyeti, ırkı, sınıfı anıştıracak öğeler içermeyen, her tür kimliksel veriden soyutlanmış bir sembol yaratabiliriz. Kullandığımız sembolün herkesi içerebilmesi için bu gereklidir. Bunu yapmayıp, “Canım siz buna bakınca niye bir erkek görüyorsunuz, algınızı değiştirin” demek zekâmızla alay etmekten başka bir şey değildir.
Neruda mı?!
Derginin yayın yönetmeniyle yazışmamızda, kendisi bana bu figürün Neruda olduğunu söylemedi. Oysa bunu söyleseydi ne kadar tuhaf bulsam da bir tercih meselesidir, demek ki önümüzdeki sayı kapak Sylvia Plath olduğuna göre bu kez bir kadın silueti koyacaklar diye düşünür, hay Allah nasıl başa çıkacaklar bu işle diye onlar adına dertlenir, pek aklıma yatmasa da konuyu uzatmazdım. Ancak yayın yönetmeni “neden bir erkek figürü kullandınız?” soruma “erkek ya da kadın diye düşünmedik. Cinsiyetçi bir yaklaşımımız yok,” diye yanıt verdi. “Aman Irmak Hanım o herhangi bir erkek değil, Pablo Neruda, hani kapağımızı da ona ayırdık ya,” demedi.
Neden sonra, benim açıklamamın ve bazı okurların tepkilerinin ardından Instagram hesabında figür paylaşıldı ve şöyle bir açıklama yazıldı altına:
“Logomuzdaki ‘insan’: Neruda silueti. Logomuzu yaparken çok düşündük. Bir ‘insan’ siluetiydi aklımızdaki. Ve dedik ki; ilk sayımızda Neruda’yı dosya konusu ve kapak yapacağız. Bizce dergimizle bütünleşecek imge, siluet ve logo bu olmalı. O sadece bir ‘insan’ değil, çok önemli ve çok sevdiğimiz bir yazar çünkü. Pozitif-negatif her tür ayrımcılıktan uzak, yaşasın özgür edebiyat!”
Figürün aslında Neruda olduğunun benden gizli tutulmuş olmasını yadırgadım. Belki de büyük bir sırdı ve ben bunu ifşa etmiş oldum. O yüzden mecburen kamuoyuna da açıklamaları gerekti.
Yoksa bizi test mi edeceklerdi? Yani bu figürün Neruda olduğunu bakalım kimler anlayabilecek, kimler anlayamayacak türünde bir sınav mıydı söz konusu olan?
Gelin görün ki bu açıklama olmadan figüre baktığımızda onun Neruda olduğunu anlama ihtimalimiz pek zayıf. Onun Neruda olduğunu anlayabilecek kaç şanslı kişi vardır merak ediyorum. Sonuç olarak okurun algısıdır belirleyici olan, değil mi? Okur dergiyi alınca ne görecekti logoda? Neruda mı, tanımadığı bilmediği bir erkek mi?
Öyle görünüyor ki dergi yöneticileri eleştiriler karşısında düşünmemek bir yana, kendilerini kurtarma telaşıyla minareye göre kılıf biçiyorlar. (IZ/HK)