Şanslı doğan malum kitle; çocukluğunda abi, baba, en yakınlarda gezen erkekler tarafından enseste maruz kalır. Biraz büyüdüğünde, taciz tecavüzün ne anlama geldiğini çözmeye çalışır. İlerlemiş kadın olma durumunda -kusura bakmasın mezhebimiz o denli geniş değil- ufaktan hakkın rahmetini...
Teşkilatlı memleketler fiziksel morlukları biraz öteleyip, kadınların yaralı ruhlarıyla uğraşma telaşı içindeler. Koca ya da sevgilinin, kadının fikirlerini hiçe sayan konuşmalarının morarttığı ruhun "çarpıtılmış ve bozulmuş perspektif"lerden sakatlandığını iddia ederler; bize uymaz bu fistan!
Bizde azim ile yaşamayı başarabilen söz konusu kadınlar; hakikaten enseste, tacize, tecavüze, açık ve örtülü şiddete rağmen hâlâ ayakta iseler takdire değer! Bu üstte sıklıkla bahsedilen ve erkek terörizmine daha yakın kitle kadar olmasa da, toplumun her katmanında benzeri morluklar yaşanır; hayattan kaytarmak yok!
Örf ve adetlerimizden olan kadın öldürme geleneği çok açık bir şekilde devam ediyor. Çok değil, kafayı namusa takmış bir aile erkeği, kurbanın eş, kız kardeş, akraba kızı olduğu cinayetler için yeterli. Kadınların yaşam haklarının sağlanmadığı kötü şöhretli topraklarda, en az kadın olmak kadar tehlikeli yazma eylemiyle meşgul olanları bekleyen örtülü cinsiyetçiliğe bakınca ürperiyor insan.
Kalemi kuvvetli kadınlar en çok polisiye yazmalılar belki. Kayıtlara geçmeyen ruhsal cinayetlerden de bahseden. (Yeri gelmişken geçtiğimiz günlerde gündemde yer alan sağlık çalışanlarının grevini hatırlayınız. TTB'nin hazırladığı ve niçin greve gittiklerini karikatürlerle anlattıkları broşürü görmüş olmalısınız. Açıkça erkek cinsini kayırmayanlarda dahi cinsiyet körü bir yaklaşım yazık ki mevcut. Broşür canlıları hep erkek, yalnızca "hemşire Ece" kadın! Hadi Hipokrat erkek diyelim, baştabip, uzman Dr. da erkek olunca, hekimler de kadınları meslektaş saymıyor galiba diye geçiyor içinizden!)
Kadınlar edebiyatın vasıfsız elemanları mı?
Yazma eylemi bir tür hesaplaşma içerir. Ülkede yazma derdi olan kadınlar, kolejli, üst sınıf kadınları değilseler; edebiyatın ancak ıslah edilmiş alanlarında kendilerine yer bulabiliyor olabilirler. Aslında hepsi için durum pek parlak sayılmaz. Kadın hareketi 1980 sonrası bu memlekette geliştikçe, kadınlar daha görünür olabildiler. Suya yazılan tarihlerini, kendileri, kendi sözcükleriyle yazmayı başardılar. Erkeklerin katlanmayı göze alamadıkları koşullar içerisinde; zaman hırsızlığı yaparak yazın alanında var oldular. Yer aldıkları edebiyat, erkek egemen toplumun günahlarıyla dolu, üstelik yayınevi politikalarının çok belirleyici olduğu yüksek ölçekte zor bir alandı.
Yayıncılık giderek endüstrileşirken, okur mu tüketici mi sorusu akla pek sık konuk olamaya başladı bu arada. Nicelik bakımından hakikaten bir patlama var ve bu yazmaya gönüllü insanları sevindiriyor, küçümsemenin gereği yok elbette. Hani kediyi merak öldürülmüş ya benimki o hesap! Kadınlar daha düne kadar edebiyatın nesnesi, terbiyeli hanım kızlarıyken ne hadlerineyse özne olmak! Bu gidişle erotik eserleriyle tanınan kadın yazarlarımız bile olur!
Çıplak gözle görülemeyen mikro hegemonya, erkek lobiciliği, yazın alanına, oldukça sempatik bir biçimde çöreklenmiş durumda. Kadın yazarların bu durumu fark ederek edebiyatın omurgasında yer alma mücadelesini de ayrıca vermeleri gerekiyor. Hayatla ve kendileriyle çarçabuk hesaplaşarak, kurgu ile gerçeğin sevişmesine tam ortadan dalmaları, kendi hayatlarına daha az değen alanlarda da ürün vermeleri gerekiyor.
Geçmişe kısa ve kaba bir bakış
1800 sonları 1900 başlarında Halide Edip Adıvar, Nezihe Meriç gibi hem toplumsal bir misyon yüklenmiş, batılı olma derdinde kadın yazarlardan çoğu, o yıllarda, İngiliz Edebiyatı'nın da etkisiyle romanla başlamış ve devam etmiş olmalarını hatırlarsınız. Bu dönem tek tük öykü kitaplarına da rastlanabilir. Roman açısından kadın yazarlar sistemli ve olağan bir artış içerisinde yer aldılar.
Öyküye gelince, 1940 ve 1980 arası yaklaşık kırk yıl; Nezihe Araz, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Cahit Uçuk ve Sevim Burak, İnci Aral, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Tezer Özlü, Nazlı Eray, Füruzan, Gülten Dayıoğlu dışında zorlarsak isim buluruz.
1980 ve 1990'lara gelindiğinde neredeyse bir patlama halinden söz edilebilir. Suzan Samancı, Sema Kaygusuz, Müge İplikçi, Gaye Boralıoğlu, Aslı Erdoğan, Şule Tankut, Semra Topal, Şebnem İşigüzel bir çırpıda akla gelenler ve daha onlarcası var. Sayılamayacak kadar çok kadın öykü yazmaktadır.
Romanda kendi ritmini bozmayan ilerleme, öyküde tuhaf ve anlamlı bir artış içerisindedir. Yaşar Nabi, Sait Faik'in hayatta olduğu dönemde bütün yazarlar, romanda adını duyurmuş yazarlar bile öykü yazmaya heves etmişler ki, şöyle bir uyarı yapmak gereğini duymuş: "Edebiyatın ana türü romandır beyler. Lütfen artık roman yazın".
Şimdi yaşasa, nezaketen dahi olsa kadınlara seslenir miydi? Nitekim raflarda kadınlara ait bol öykü kitabının olmasının da sakıncası yok tabii.
Kültürel geçmişindeki çarpıklıklardan ve önyargılardan arınmış bir edebiyat mümkün mü? Geçmişin erkek egemen toplumun günahlarından arınmış; ayrımsız bir edebiyatın neresinde olduğumuz aşikar. Kadınlar günümüzde yazı ile eskiye oranla daha fazla içli dışlı olsa da; son zamanlarda en çok öykü yazıyorlar, bu biraz tuhaf değil mi?
Anlamlı bir orana ulaşamayan kadın roman yazarlarına bakınca son yıllardaki kadın öykücü oranı dikkat çekici. Hayatı eşit bölüşemeyiş nasıl ki mutfağa gönüllü hapsedilişi getiriyorsa, edebiyatın mutfağı da öykü olsa gerek. Kasıtlı bir hapsediliş olması; ancak bu istasyonda nefes alabiliyor olmak; kadınların anlatacak ve birikmiş öykülerinin çokluğu; edebiyatın omurgasında yer almaya vakitlerinin olmaması gibi ihtimaller ilk sayılacaklardan. Bir tutam Leyla Umar şefkatine maruz kalması gereken, megaloman ve erkek yazarların "kadından edebiyatçı olmaz" iddialarının ürkütücülüğü ve akıldışı oluşunun şiddeti, kadınları yazarken de otistik yapıyor olmasın?!
Söz konusu yurttaşlara göre kadınlar edebiyatın nesnesi ya da ıslah edilmiş öznesi olmalılar. Kadın olmak dünyanın her tarafında, hangi durumda yaşıyor olsanız dahi, benzer ezilme halleri ve aşağılanmalar içeriyor. Son yıllarda habercilerin aktardıkları kadına yönelik şiddete sosyal, siyasal yaşamdaki temsiliyetsizliği de eklersek; yazın alanını bu çıkarımlardan soyutlayamayacağımız gibi, aksine hüzünlü sonuçlar elde edebiliriz.
Tablonun bu denli vahim olduğu bir ülkede, nasıl oluyor da son yıllarda kadınlar arka arkaya öykü kitapları yayımlıyorlar? Niçin edebiyatın omurgası olan roman
türünde dikkat çekici bir artış yok? Niçin şiir, deneme, edebiyat eleştirisi alanında değil de öyküde kadınlar çarpıcı çoğunlukta?
Kadın yazarların vakitleri yok. Bir yandan ev içi görünmeyen emek, diğer yandan toplumsal sorumluluklar, anne olmak, sadık eş olmak, pür namus kız kardeş ya da kız evlat olmak, para kazanma derdi, bütün bunların yanında yazma eylemi ve zaman hırsızlığı yapmak zorunda olan kadınlar. Roman yazmak, öyküye göre daha fazla zaman ve enerji demek çünkü. Bir yandan ev reçeli kaynatırken diğer yandan roman yazmak hayli zor iş.
Kadınlar kendilerini aslında henüz anlatmaya başladılar. Eğrisiyle doğrusuyla kadın hareketinin, ülkemizdeki suya yazılan bir tarihten yazılı tarih çıkarması, üstelik erkeklerin yazmadığı bir tarih olmasının katkısı olabilir. Kadınlar artık daha cesur bir şekilde deneyim aktarabiliyor ve paylaşabiliyorlar.
Çoklukla yazılan öyküler zaten iç dünyalarda yaşanan sarsıntılar, kişisel deneyimler, ruhsal yaralanmalar, acıtılmaları içeriyor. Kadınların anlatacak çok hikâyesi var ve bu yüzden önce kendileriyle ve hayatla hesaplaşmaları gerekiyor.
Biraz ele avuca alınmaz, önyargılı sayılabilecek tuhaf soruya gelince; tehlikeli sularda risk alarak düşünmek istiyorum. Acaba öykü edebiyatın mutfağı mıydı? Nasıl ki evlerde mutfak kadınların en çok zaman geçirdiği, hizmet ettiği ve iktidar olabildiği bir alansa -hatta ayrı bir dili olduğu ileri sürülür- öykü de yazın dünyasının rahatlıkla erkeklerin vazgeçebilecekleri bir alan olmasın? Diğer alanlarda bu denli rahatlıkla geçiş sağlanabilir miydi?
Tıp alanında var olan cinsiyetçilik, kadın hekimleri, cerrahlık gibi prestij ve yüksek gelir elde edilen bölümlerdense, daha az gelir getiren ve prestiji az bölümlere sıkıştırması; eğitimcilerde orta öğretim, yüksek öğretimdeki kadın eğitimci sayısının ilk kademedeki eğitimci sayısından fark edilir azlıkta olması gibi.
Kadın yazarlar öyküde özellikle destekleniyorlar iddiasındayım! Hayatın her alanındaki eşitsizlik, kadınların gönüllü ya da gönülsüz ezilme hallerinin, yazın alanına da etki edeceğini söylemek hamasi sayılmaz. Yazın dünyasının giderek endüstrileştiği bir ortamda kadın yazarların öyküye bu denli yatkın olması genetik sayılmaz değil mi? Bu durum tesadüf de olamaz.
Diyebilirsiniz ki, son yıllarda öykü zaten bir patlama yaşıyor. Bunun sonucunda elbette erkek öykücüler gibi kadın öykücüler de artabilir. Bu denli masum bir neden olmayacağını zannediyorum. (NT/EÜ)