* Bu yazıyı Birikim dergisinin, Haziran/Temmuz 2019 sayısında yer alan “Yaşlılara da bir yer var mı?” başlıklı dosyadan kullandık.
Çiçeği burnundalıkla, yeniyetmelikle, gençlikle hatta orta yaşlılıkla ilgili bir dosya olsaydı bu, kimse bana, “yazı yazar mısın bu dosyaya?” demeyecekti.
Oysa ben ne zaman, yaşımdan, yaşlandığımdan, yaşlı olduğumdan dem vursam, karşımdaki, benden çok daha genç kişi(ler), “a, olur mu hiç”; “ben sizin enerjinize hayranım, keşke bende de olsa” gibisinden bir lafla başlayıp, “hem 72 yaş ne ki, artık orta yaş sayılıyor biliyorsunuz” gibisinden bir cümleyle devam ediyor ya da konuyu sonlandırıyor(lar).
Yaşlının yaşlılığının farkında olması, bunu açıkça ortaya koyması (itiraf etmesi?), o konuda söz sahibi olması yasak yani. Başka hiçbir yaş grubu için bu reddediş söz konusu değil sanırım.
“Yaş almak” da neymiş; yaşlanıyoruz işte. Yaş alma falan değil; yaşlılık, yaşlanmışlık. O kadar. Alınan bir şey, alınmayabilirdi ya da alındıktan sonra başkasına verilebilir ya da devredilebilirdi. “Yaş almayacağım ben, teşekkür ederim. Sizde kalsın” ya da “almayacağım; bendekini size vereyim” denilebiliyor mu?!
Kendine, yaşlanmışlığıma acıma oyununa gelmeyeceğim. “Doğal bir süreç” gibisinden laflar da etmeyeceğim. İşin psikolojisine, bilişsel süreçlere falan hiç girmeyeceğim. Hukuksal, teknik vb. olarak yaşlı kimdir, yaşlı kime denir/denmeli sorularına yanıt da aramayacağım.
Uzmanlar bunları yapıyor. Kuramsal, bilimsel, araştırmaya dayalı olandan değil, benim ya da yakınlarım tarafından deneyimlenmişten, yaşanmışlığa dayalı olandan ya da gözlemlenenden söz edeceğim. Hani, neredeyse, yaşlının iç dünyasına gireceğim demek geliyor içimden. Kendi deneyimlerim ve gözlemlerim üzerinden de yapıyor olsam, bunu söylemek, böyle söylemek, biraz fazla kendini büyümsemek olur diye kaygılanıyorum.
Yine de, belki o dünyanın, bana özel ya da herkese ait kapısını aralama çabası denilebilir. Bu çabayı gösterirken, daldan dala konmayı, kendimi serbest çağrışımın akışına bırakmayı düşünüyorum!
Yaşlı olmak hoşuma gidiyor benim! Daha geçen hafta, sokakta karşıdan karşıya geçip kaldırıma yaklaştığımda, yanımda yürüyen tanımadığım bir genç insana, “evlatçım, kaldırıma çıkarken kolunuza dayanabilir miyim, çok yüksekmiş” dedim. Hemen uzatıverdi kolunu karşımdaki... Aynı şekilde, otobüste anında yer verileceğini bilmenin keyfi. “Geç şöyle teyze”nin, sen diye hitap edilmiş olmanın yarattığı kızgınlığı aşan, örtüveren, görünmez/ duyulmaz kılan rahatlatıcılığı. Gerçi son zamanlarda yaşlılara otobüste yer vermeyin diye bir akımın da olduğunu biliyorum! Neymiş efendim: Yaşlıda hareketsizliğe katkı yapılmayacak, egzersiz özendirilecekmiş! Elde paketlerle, dermansız bacaklar üzerinde dikilmek, egzersizmiş yani! Hadi canım!
Yaşlıysanız, daha aldırmaz, toplumsal kurallara daha başkaldırıca olabiliyorsunuz (kuzinim buna “nasıl olsa yakında gidiyorum, ne istersem yaparım!” diyor).
Yaşıma sığınıp yapabildiğim nice şey var ki daha gençken yap(a)mazdım. Bunun basit örnekleri: Etrafı uluorta eleştirmek! Restoranda yemeği geri göndermek. Müzik sesinin yüksekliğinden yakınmak. Söz aramızda, beni gençliğimden beri tanıyan dostların, bunu okusalar, “hadi hadi, sen gençken de yapardın bu ve daha nice ukalalıkları” diyeceklerini de öngörebiliyorum!
Ama bir sorun var: Biga pazarında, ne zaman, abladan/yengeden, önce teyzeye sonra da anneye, nasıl desem, “terfi” ettiğimi, düşün düşün bulamıyorum. Ama bunun, adım adım ve son yirmi yılda olduğu kesin zira Biga’da kesintisiz oturmaya başlayışımız yirmi yıl önceydi.
Çoook istenirse, herkesin annesi oluş, bir tür terfi olarak nitelendirilebilse de (!) siz yerine sen denilmek -yukarıda bu konuda ne demiş olursam olayım- hiç öyle değil. İşte burası, bir, hatta iki, anının/anekdotun hadi adlı adınca söyleyeyim, yaşlı ayrımcılığına ilişkin iki yaşanmış vakanın tam yeri:
1. 1990’lı yılların başları olsa gerek. Kayınvalidemi doktora götürdüm. Çıktığımızda pek keyfi yerindeydi. “İlaç verdi ya doktor, hemen keyfiniz yerine geldi” dedim. “Yok, ondan değil” dedi ve devam etti “Bak kızım, herkes beni nasıl görür bilmem ama ben kendimi bir hanımefendi olarak görürüm. On yılı geçkin zamandır doktora yalnız gitmedim; ya sen götürdün, ya Mehmet, ya Gülen. Doktor bizi karşısına oturtuyor, beni götürene dönüyor ve “Nesi var teyzenin?” diye soruyor. Siz soruyu yanıtlıyorsunuz. Sonra bana dönüyor, “Hadi teyze bi soyun da muayene edelim seni” diyor. Muayene bittikten sonra yine size dönüyor ve hangi ilaçları içmem ya da neler yapmam gerektiğini size anlatıyor. Bu doktor, bana döndü ve “Neyiniz var efendim?” dedi. “Buyrun, içeride üzerinizdekileri çıkartın” dedi; hangi ilacı verdiğini, hangi egzersizleri yapacağımı bana anlattı. Hem benimle konuştu hem de bana ‘siz’ dedi. Tedavisi hiç işe yaramasa da ben bugün yarı yarıya iyileştim.”
2. Çok sevdiğim bir arkadaşımın -Akın’ın-yıllar önce anlattığı bir şeyi, aklımda kaldığı gibi paylaşacağım: “Annemle birlikte, Konur Sokakla Olgunlar Sokak’ın köşesindeki, şimdi hastane olan yerden çıktık ve yürüyerek Meşrutiyet Caddesi’ne, oradan da Karanfil Sokak’tan inerek Ziya Gökalp’e geldik. Tam karşıya geçmek için üst geçidin merdivenlerine yönelmiştik ki annem kolumu sıkıp beni durdurdu ve yüzünü bana dönüp ‘sana bir şey anlatacağım’ dedi; gözlerinde yaş vardı. ‘Aman anneciğim ne oluyor?’ deyince ben, şunu anlattı: Birkaç hafta önce bir gün, alışveriş yapmak için Kızılay’a inip tam da o anda bulunduğumuz noktaya gelmiş. Eve dönmek üzere taksiye binmek için karşıya geçmesi gerektiğinde, üst geçidin merdivenleri gözünde büyümüş; bakmış, yol da epeyce boş. Hemen oracıkta duran trafik polisinin yanma gidip ‘memur bey, karşıya geçmem gerek ama merdivenleri çıkıp üst geçitten geçecek dermanım yok; acaba şuradan geçivermeme yardım eder misiniz?’ demiş. Trafik polisinin yanıtı ‘Hanım eğer merdiven çıkamayacak kadar yaşlıysan, evinde otursaydın’ olmuş. Anlatısının sonuna geldiğinde, ağlıyordu annem.”
Yukarıdaki örneklerin birincisinden çıkarılacak ders yalnızca doktorlar vb. profesyonellere değil, bize (bana, eşime, yaşlı kişinin aile bireylerine) de ait. Kayınvalidemin anlattıklarını o ana dek fark etmemiş olmak, o -en hafif sıfatla- şaşkın doktorlara “kendisine sorun efendim sorununun ne olduğunu, bana değil” dememiş olmak da bizim ayıbımız.
Yaşlılıkla ve yaşlılarla ilgili önyargılar ve ayrımcılık, yaşçılık, bilinçaltı yanlılık vb. olgular ciltler dolduracak ölçüde. Ben burada, kendi deneyimimden gelen bir örnek daha vereyim:
Susam Sokağı adlı TV programına danışmanlık yaparken, programdaki, tıp öğrencisi olan genç kadının bir anneannesi ya da babaannesi olsa da, arada bir torununu ziyarete gelse, izleyen çocuklara, farklı kuşakların birbiriyle ilişkisini de gösterecek fırsatlar yaratılsa diye konuşuyorduk bir gün; masanın bir tarafında ben ve diğer danışman arkadaş, karşı tarafında da, o zamanki TRT çocuk ve gençlik yayınları sorumlularından kişiler.
Ben bir ara, “Ah olanak olsa da Macide Tanır’a rica edilse, o oynasa yaratılacak anneanne/babaanneyi” dedim. TRT ekibinden, çok sevip çok dostluk ettiğim, genç denecek yaşta kaybettiğimiz bir kadın “Ama olmaz ki ipek Hocam, Macide Hanım çok genç ve dinç; tayyörlü falan” dedi.
Ben şaşırdım zira Macide Hanım’ın annemin, kendinden az daha genç bir sevgili arkadaşının liseden sınıf arkadaşı olduğunu biliyordum; yani Tanır az çok annem yaşında! Bunu söylediğimde TRT mensubu arkadaş, “yaşı tutmaz demiyorum; görünümü genç” gibisinden bir şey söyledi. “Aa, dedim, siz Barış Manço’nun Süper Babaanne’ sindeki gibi bir görüntü istiyorsunuz!” Karşımdaki duraladı. Bastırdım: “Sizin anneanneniz yaşıyor mu ya da siz, Susam Sokağı’nın tıp öğrencisi kızı yaşındayken, anneanneniz sağ mıydı?” Yanıt: “Evet”. “Peki, bağa gözlüklü, biraz kambur, melek yüzlü, titrek sesli, yapyaşlı birisi miydi yoksa Macide Tanır gibi birisi mi?” Sonunda Macide Tanır oynadı Susam Sokağı’nın anneannesini!
Başka türlü yaşlılık örnekleri vereyim aşağıda; ciddi önyargı ya da ayrımcılık içermeyenler:
“Sizin spor şık tercihlerinize bayılıyorum. Abiyenin altına da düz ayakkabı giyiyorsunuz mesela” diyor bir arkadaşımın kızı. Ah kızcağızım, bilsen ki bu bir tercih -ya da şimdinin deyimi ile, tarz- değil, zorunluluk! Ayak numaramın, 40’lı yaşlarımdan bu yana iki numara büyüdüğü bir yana, ayaklarım o kadar rahatsız ki, öldürsen topuklu giyemem. Amaaa, renkli, bol desenli giysiler giymekten çekinmiyorum. Cart bordo montumu giyerken, her sefer, görümcemin vaktiyle anlattığı bir şey geliyor aklıma:
Kendisi Amerikan Kız Koleji’nde lise öğrencisi iken, onların gözünde bin yaşında olan bir Amerikalı öğretmenleri sınıfa girdiğinde bütün kızlar bir hiii çekmiş ve kadına belli etmeme çabasıyla elleriyle ağızlarını kapatarak kıkırdamışlar. Niye mi? Bakın, zil çalmasından beş dakika önce dersi tatil eden öğretmen onlara, kulağa küpe olabilecek neler demiş:
Bugün derse girdiğimde, şaşırdığınızı ve bana güldüğünüzü gördüm, duydum. Nedenini tahmin edebiliyorum; kıpkırmızı ceketim! Sizin bildiğiniz, az çok benim yaşımda olan öteki kadınlar, siyah, gri, lacivert, kahverengi renkleri dışında renk giymiyorlar pek. Dolayısıyla, benim renk seçimim size acayip geldi. Sizler artık genç kadınlarsınız; bence şunu aklınızda tutmalısınız: gençken kişinin cildi yani yüzü içten ışıltılıdır; yaşlandıktan sonradır ki, ancak parlak renkler giyerek yüzünüze ışık katabilirsiniz.
Romatizma uzmanı yaşlıca doktor, derdimi, hayır dertlerimi anlattığımda, “onu çekelim”, “buna bakalım”, “şunu yapalım” demek yerine, sırıtarak sırtımı sıvazlıyor ve “hep nüfus kâğıdından bunlar” diyerek beni illet ediyor!
Biga’daki taksi şoförü, taksiye epey zar zor bindiğimi, yerde kalan bacağımı elimle kaldırıp arabanın içine aldığımı görünce, “İyisiniz siz, sizin yaşınızdakiler bastonla geziyor” diyor! Adamla tanışmıyoruz. Yaşımı bilmiyor. Aslında demek istediği, “sizin yaşlılığmızdakiler...”
Şunu da unutmamak gerek: Herkes farklı algılıyor ve yaşıyor yaşı ve yaşlılığı. Yaşıtım olan çok eski, çok sevgili, kardeşim gibi bir arkadaşıma, Esin’e, bana internet üzerinden gelmiş olan, yaşlılıkla ve yaşlanmayla ilgili komik bir yazıyı gönderdim geçenlerde. Yanıt verdi: “Gönderdiğin yazıyı, yaşlandığımda okumak üzere bir kenara ayırdım, şekerim”!
Benden yaşça epeyce büyük, değerli meslektaşım Prof. Dr. Gülseren Günce, sanırım 1990’lı yılların bir yerlerinde, kendisi ‘60’lı yaşlarındayken, bir gün beraber öğle yemeği yerken, “papaz eriği sevmekten vazgeçtiğimde çocukluğum, sinemada film izlemeyi sevmekten vazgeçtiğimde de gençliğim elden gitmiş olacak; neyse ki ikisini de hâlâ seviyorum” demişti. Beni çok etkileyen bu cümleyi kendisine naklettiğim çok sevgili Celile halam (ki Gülseren Hanım’dan daha yaşlıydı) da şu yanıtı vermişti: “İpekçim, ben sana yaşlılığı tek kelimeyle tanıtayım mı? Hevessizlik”.
Celile halamın yaşlılık tanımına bakarsak, yaşlı değilim ben daha! Nice heveslerim var; birisi torunumdan İspanyolca öğrenmek, örneğin. Dahası, Nurten Bengi Aksoy, şu diyeceğim hariç her sözcüğüne katıldığım, “Azalıyorum” başlıklı yazısında (adadergi.com, 6 Nisan 2019), “Saçlarıma aklar düştü, azaldım, gözüme gözlük taktım, azaldım...” diyor ya hani. Bendeki duygu tam tersi: Gözlük takmakla da, saçıma ak düşmesiyle de azalmadım arttım ben. Daha bir yerleştim yerime, daha bir sıkı bastım ayaklarımı yere!
Ancaaak, bütün bunları dedim diye, yaşlılığı, “elden ayaktan (en kötüsü de, ‘zihinden’) düşme”yi, düşünmediğim, işin kolayına kaçtığım, benden sonra tufan anlayışında olduğum sanılmasın. Tam tersine:
1) Yaşlanma süreci içinde alıştıklarımı ve alışamadıklarımı düşünüyorum zaman zaman: Zor da olsa, alıştıklarım arasında, en başta, yavaşlamak ya da yavaşlamış olmak var. Daha dün, bankanın merdivenlerini inebilmek için trabzanı tutmaya uzanırken, arkamda olduğunu fark ettiğim bir genç adama “siz önden inin, beni beklerseniz çok uzun sürer” dedim; teşekkür edip önüme geçti ve bir saniyede gözden kayboldu. Bakakaldım! Yavaşlamaya alıştım dediysem siz yine de pek inanmayın bana! İkide bir, diyelim konuklarıma sofra hazırlarken, şöyle şeyler geliyor aklıma: Yahu ben daha birkaç yıl önce yarım saatte hallettiğim şeyleri yapmak için şimdi saatler ayırıyorum! Üstelik bir yıl, bir ay hatta bir gün önceden bilmiyorsunuz bir gün, bir ay, bir yıl sonra şu ana göre daha ne kadar yavaşlamış, neleri artık zorlukla yapıyor ya da zorlukla da olsa yapamıyor olacağınızı. Yine de, Yusuf Atılgan’ın Erdal Öz’e yazdığı 1975 tarihli bir mektupta sözünü ettiği, “... yaşama edimle katılma olanaklarının gitgide azaltması]...” (Sevgili Erdal, Can Yay. 2019, s. 329), sanırım benim kabullenmekte sorun yaşadığım olgulardan değil.
Alışamadıklarım mı neler? Eskiden, başkalarınca “güzel”, “işlek” gibi sıfatlarla nitelendirilen elyazımın, benim bile okuyamadığım hale gelmiş olması! Şaka gibi değil mi? Ama gerçek! Sağ elimin eklemleri sorunlu; eh, yazı yazmak da kalemi doğru dürüst tutmayı/tutabilmeyi gerektiriyor! Unutmalar, her şeyi not etme ve notların yerini anımsama gereği. Gel de alış! Bunlar ve benzerleri, gerçekten şaka gibi. Başka bir alışamadığım, çok ağır ama: Dost, arkadaş, akraba ölümleri. Ayrıntıya giremeyeceğim...
Benim değil de başka birisinin, alışmaması/alışamaması konusunda bir örnek geldi aklıma: Otuz yıl kadar önce, bir arkadaş toplantısında, eşinin nasıl olduğunu sorduğum bir sınıf arkadaşım, Engin, “aman be, okuma gözlüğü takıyor” dedi! Gülerek “şekerim, yavaş yavaş hepimiz takıyoruz” yollu yatıştırma çabama karşılık, “evet ama yalnız okurken değil yemek yerken de takıyor” dediğinde kahkahayı basmıştım. Uzun zaman, bunu anımsadıkça güldüm; artık gülmüyorum!
2) Ölümden sonrasını düşünüyorum. Yok yok, öteki dünya falan demek istemiyorum; hiç işim yok öyle konularla. Aslında yakılacak olmayı istediğimi ama bizim memlekette bunun olanaklı olmadığını, organlarımın herhalde kimsenin işine yaramaz hale gelmiş olduğunu ama kadavra olarak bedenimi bir üniversitenin tıp fakültesine bırakabileceğimi, bunu yapmanın yollarının neler olduğunu, ben ölünce kimlere haber verilmesi gerekeceğini (o kişilerin telefon numaralarının olduğu bir listeyi, evlatlarım için hazırladığım ve bunu onların bildiği, bilgisayarımdaki “Vasiyetimdir” başlıklı word dosyasına ekleyerek) ve benzer “pratik” meseleleri düşünüyorum!1 Fiziksel ve/ya da zihinsel anlamda çok çökmem halinde, beyin ölümü halinde neler yapılmasını istediğimi düşünüyorum (ve yazıyorum)! Yaşlılık üzerine, yaşlanma süreci üzerine kitaplar okuyorum, hatta Gelecekteki Cesetlere Tavsiyeler’i bile okudum (başlık çevirisi bana ait; yazarı Sallie Tisdale).
Gülriz Sururi, Bir An Gelir’ de, (s. 355) ihtiyarlığının hakkını vermeye kararlı olduğunu söylüyor. Güzel laf. Bitirirken, ben de, ölüme, ölmeye, cesetlere değil de, yaşlılıktaki mutluluklara değineyim tekrar:
Teknoloji ile idare edecek kadar geçinebiliyorum; ne mutluluk. (Hele de şunları düşününce: 1) Benim yaşam süremde (1947-2019) ben, geçtim televizyonu ya da bulaşık makinesini falan, evinde çamaşır makinesi, buzdolabı, elektrikli ütü, yerleşik telefon olmayan çocuk olmaktan buralara geldim. O halde yaşlıların teknolojiyle ilişkisini beğenmeyenler, bunu göz önüne alarak şapka çıkarsınlar bana/bize! 2) Ben ABD’ye doktora yapmaya giderken 1968’de, atlasa bakayım, neredeymiş ki bu Kansas denilen eyalet diye; yedi yıl her hafta mektup yazayım aileme, onlar da bana. Yedi yılda iki (sayıyla, 2!) kez telefonla konuşalım ve aynı sürede, bir (sayıyla, 1!) kez ben, yaz tatili için gelebileyim memlekete. 25 yıl kadar sonra, büyük oğlum doktoraya giderken Amerika’ya, bana, okuyacağı üniversitenin binalarının içini bile göstersin internette. Onunla, yıllarca, her dakika e-postalaşalım.
Gözlerim duruyor, okuyabiliyorum; ne mutluluk.
Geniş sayılabilecek arkadaş ve genç meslektaş gruplarımla, çoğu zaman e-postalaşmakla, telefonlaşmakla sınırlı da olsa, iletişimim sürüyor; ne mutluluk.
Evlatlarımın ve torunlarımın keyfini sürüyorum, ne mutluluk.
Kocamla birlikte yaşlanıyorum; ne mutluluk (Yukarıda andığım kitapta, hatta aynı sayfada, Andre Maurois’te naklen, “birbirine bağlı bir çiftin birlikte ihtiyarlama mutluluğu, ihtiyarlığın acısını unutturur” diyor Sururi. Haklı). (İG/EKN)
Birikim'in "Yaşlılara da bir yer var mı? dosyasında şu makaleler yer alıyor: İpek Gürkaynak (Herkesin annesi olmak), Özlem Erdaki (Yaşlılık psikiyatrisi – Yaşlılarla nefes almak: Yaşlandıkça çeşitlenmek), Şadiye Dönümcü (Daralan zamanı sündürme telaşındaki insanlar kırılgandır), Sinan Sülün (Aslanların düşünü görenler),Özgür Arun (Yaşlananların bir çift sözü var!: Türkiye artık yaşlı bir toplum), Melek İpek (Hayatın yok yerinde yaşlılık: Neo-liberalizmin yaşlıları), Nadir Suğur (Yaşlılık ve sosyal politika),Osman Elbek (Her yaştan yaşlanma), Salih Işık Bora ("Genç nesillerin merhametine kalmak" mı?),Pınar Yanardağ Kocabaş (Feminist yaşlılık çalışmalarına bir bakış: Kocakarılığı kucaklamak), Reyhan Atasü-Topçuoğlu (Günümüz kapitalizmi ve ataerkil ilişkileri içinde bakım emeği ve sosyal haklar), Bahar Yalçın (Pürüzsüz kentler), Tolga Arvas (Bir kentin kırışıklarını kim silebilir?), Ayşe Gündüz Hoşgör (Kırsal yaşlılık), Sevilay Çelen (Gülten Akın'ın ömür-zamanda yürüşü: "Yürürken bakma hayata"), Adalet Çavdar (İnsan yüzü ruhunu yansıtır), Aslı Çetinkaya (Yaşsız Sanat), Zehra Çelenk (Yaşsızlık çağı), Eylül Deniz Yaşar (Estetik, etik ve varoluşsal anlamı ile yaşlanmaya bir bakış: İhtiyarlara yer yok), Elifcan Çelebi-Asya Saydam (Yerli dizilerdeki yaşlı karakterlere ilişkin seyirci algısı ve bir aykırı olarak Esma Boran örneği: Olağan yaşlılar). |