Türkiye'de akademinin içine girdiği sıkıntılı durumla ilgili son dönemde pek çok metin üretiliyor. “Oturduğu yerden” konuşmakla itham edilen akademi, uzun zaman sonra ayağa kalkıp kendini incelemeye başladı, dışarıdan örülmeye çalışılan kutsal haleyi başından indirip kendini dilim dilim analiz etmeye!
Henüz büyük laflar etmek için erken. Daha çok yolumuz var özeleştirimizi vermek için. Bir doktora öğrencisi ve akademisyen olarak bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim mesele ise akademinin birlikte üretim süreci olduğu yönündeki idealizasyonların temelinin git gide kayganlaşmasına, akademinin bir kamusal alan yaratamamasının ardındaki bir iki sebebe kendi deneyimim üzerinden bakmak.
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü'nde, kamusallığın içinin boşalmasında, meselelerden ziyade onları eyleyenlerin kişisel özellikleri üzerinde durma eğilimindeki yükselişe dikkat çeker. Bu tespit, kişiler arası ilişkiler düzeyinde kalmayıp politika yapanlara, yöneticilere karşı geliştirilen tutuma da uzanarak siyasetin içini boşaltan önemli bir dönüşümü beraberinde getirdiği için önemlidir. Politikacıların sorunlara nasıl yaklaştığı ya da ne tür çözüm önerileri getirdiklerinden ziyade dürüstlükleri, zayıf karakterli olup olmamaları, aileleriyle nasıl vakit geçirdikleri, sofrayı toplarken eşlerine yardım edip etmedikleri gibi davranışları, icra ettikleri/edeceklerinin önüne geçmeye başlayınca, siyasete yönelik üretilen eleştiriler de kişisellikler üzerinde asılı kalır. Siyasette tartışma zeminini yerinden eden bu durum, yapılacak tartışmayı, politikacının bahçesindeki çimleri kendisinin biçip biçmediğine takılır kalır.
Bugün yürütülen siyasi tartışmalara baktığımızda Sennett'e hak vermemek elde değil: Afrika'yı ziyaret eden siyasilerin kucağına bir çocuğu alması, bir gecede, tartışılmaksızın meclisten geçirilen yasaların ertesi gününde bir işçinin mütevazı sofrasına misafir olma klişeleri ilk elde aklımıza gelenlerden. Peki, bütün bunları neden anlatıyorum?
Siyasette karşılaştığımız bu durumlar, gündelik hayatın her alanını da manipüle ediyor. Ben kendi bildiğim yerden, akademiden örnek vermek, akademideki üretim faaliyetlerinde karşılaşılan kişiselleştirmelere dikkat çekmek için yazıyorum.
Akademik makale üretme, bir akademisyenin bilimsel alana katkı yapabilme adımlarının başında gelir. Bir meseleyi dert eden akademisyen, ona yoğun emek ve zaman harcar, metnini yazar, metni tamamladıktan sonra çeşitli yayın organlarıyla temasa geçer ve yayın süreci başlar. İlgili alanda halihazırda üretim yapmış ve yapmaya devam eden (ettiği varsayılan) hakemler, metnin yazarının kim olduğunu bilmeden (en azından öyle varsayıyoruz) metni değerlendirir. Değerlendirme sonrasında ya yazı olduğu gibi yayınlanır, ya düzeltiler yazar tarafından tamamlandıktan sonra yayınlanır ya da reddedilir. Sonuç ne olursa olsun hakem tarafından yazılan rapor yazara ulaştırılır. Böylece yazısı yayınlansa da yayınlanmasa da yazar konuya hâkim bir başkasının yorum ve değerlendirmelerini öğrenmiş ve onun sunduğu katkılara nail olma şansı yakalamış olur.
Akademide bu sürecin kendisi, özellikle genç akademisyenler için bir hayli değerlidir. Gözden kaçırdıklarınızı fark etmenize, aynı hatalara tekrar düşmemenize vesile olur. Zira akademi uzunca bir yoldur ve emekliliği yoktur. Öğrenme, üretme, bildiklerinizi paylaşma telaşı ölene dek sizinledir. Akademisyenin yayın yapma motivasyonu her seferinde buradan güçlenir. Düşündüklerini, dert ettiklerini başkaları da okusun, tartışsın, eleştirsin ister. Bu esnada akademiyi ve bu süreci idealize ediyor olabilirim. Gerçekten de bazen tüm bunların idea'lar dünyasından inemediğini görerek akademiye yüklenen büyük anlamların en beklenmeyen yerden içinin boşaltıldığını görüyor, ama inatla pes etmiyorum.
Geçtiğimiz ay köklü bir üniversitenin akademik dergisine gönderdiğim makaleye yapılan hakem yorumu bütün bunları yazmamın vesilesi. Kendi deneyimim üzerinden gidiyor olmamın meseleyi münferitleştirmeyeceğini, aksine akademideki pek çok kişinin benzer durumlarla sıklıkla karşılaştığı durumun bir örneğini sunacağımı belirtmek isterim. Tam da bu yüzden tartışılması, üzerinde düşünülmesi ve ne yapmalı sorusunun sorulmasının büyük bir ehemmiyet taşıdığına inanıyorum.
Hakem raporlarıyla reddedilen makaleme, hakemlerden birinin yaptığı yorum, yukarıda Sennett'ten hareketle vurgulamak istediğim kişiselleştirme meselesini o kadar yerinde somutluyor ki, akademideki kamusallık tartışmalarının neden içinin boşalmaya yüz tuttuğuna birkaç cümlede yanıt veriyor. Yazının devamında rapor ve yazışmalardan aktaracağım parçalar, olayı kişiselleştirmediğimi, herhangi bir yazar olarak yaşadığım bu durumun, akademiye dair söz söyleyebilmek için önemli nüveleri içinde barındırdığını, bu haliyle de benim ya da taraf olan diğer kişilerin özel (ya da mahrem) alanına bir müdahaleyi içermediğini belirtmem gerekir. Ben metin gönderen bir yazarım, raporu yazan adımı bile bilmeyen bir hakem, bu durumda dergi ekibini yalnızca bir “aracı” olarak gören ise derginin editörü. O yüzden bundan sonraki ifadeleri, kişiler düzleminden ziyade sürecin içerisine girerek onun bir parçası olan taraflar düzleminde değerlendirmeye davet ediyorum sizi.
Hakemin, metnin içeriğine dair hiçbir şey belirtmeden yazdığı yorum şu şekilde: “Daha ilk satırlardan araştırmacının akademik donanım eksikliği açıkça belli olmakta, bilimsel makale okumadaki eksikliği, akademik dil yoksunluğunun ötesinde akademik verilerin eksik yapılandırılmasına da fazlasıyla yansımış görünmektedir”.
Bu ifadeler, aslında yalnızca elindeki metni değerlendirmesi gereken (zira yazarın akademik geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen) hakemin, işi bağlamından uzaklaştırıp, eserden vazgeçerek araştırmacının akademik yeterliliğini sorgulamasına dönüşmüştür. Yazarla ilgili kişisel eksiklik varsayımlarına uzanan rapor, bu yüzden hakem tarafından altı çizilen ve araştırmacıda eksik olduğu belirtilen “akademik” ifade biçiminden büyük oranda uzaklaşır. Bu, fikirler düzeyinde sürmesi gereken tartışma zemininin kişiler düzeyine inmesinin ve çalışmanın yazarın ne'liğinden uzaklaşılarak değerlendirilememe durumunun, akademide yavan çekişmeleri doğurmasının bir örneğidir. Bu tartışmadan akademi için bir katkı beklemek ise güç! Bu durumda, akademinin kamusal sorunları ve ihtiyaçları düzleminden kişisel karakterlerin ağır bastığı bir düzleme taşınmış olmamızın payı büyük. Bu da bizi neoliberal özneliklerimizle tartıştığımız bir mevziye götürüyor.
Hakemin yaptığı bu yorumun, makaleden ziyade şahsıma yönelik olduğunu ve etik açıdan sorunlar barındırdığını belirten e-postama cevaben editörün yazdıklarıysa yine Sennett'i getiriyor aklıma. Sennett, Otorite adlı eserinde, şefin işçi üzerinde özerkliğe dayalı otorite kurma yöntemini bir örnek olay üzerinden anlatır: Fizik araştırma merkezinde çalışan Dr. Richard Dodds ve şefi Dr. Blackman'in bir diyaloğu üzerinden ilerler olay. Dodds, başka bir fizik laboratuvarından bir mektup almıştır. İş teklifi niteliği taşıyan mektupla birlikte Blackman'in yanına gider ve laboratuvarı ziyaret edeceğini, şu an çalıştığı işinden memnun olduğunu, ancak çok iyi bir teklifle gelirlerse de değerlendireceğini söyler. Bunun üzerine Blackman, kurumun önce kendisini aradığını ve bu mektubu gönderip göndermemek için ondan izin istediklerini, kendisinin de göndermelerine izin verdiğini belirtir ve bunları kendisine neden anlattığını sorar. Dodds, görüşmeye gittiğinden haberdar etmek istediğini, arkalarından iş çevirdiği düşüncesine kapılmalarını istemediği yanıtını verir ve onun ne düşündüğünü öğrenmek ister. Bunun üzerine Blackman, “Bu sana kalmış bir şey. ... Eninde sonunda, nerede çalışmak istediğine karar vermek zorunda kalacaksın” (2014, s. 117) der. Aralarındaki konuşmanın devamında Blackman, Dodds'u iş hayatında istikrarsız davranmanın sakıncalarını, iş değiştirse de bir yerde kalıp uzun süre çalışma sorununun çözülmeden kalacağını hatırlatır. Konuşmanın devamında, sadakati sorgulanan Dodds kendini suçlu hissetmeye ve iş teklifiyle ilgili ne düşüneceğini bilememeye başlar. Sennett'e göre Blackman, ters yanıt tekniğini kullanmıştır ve meseleyi “Derdin ne senin?” sorusuna çekerek bireyselleştirmiştir. Bu soruya cevap vermek, açıklama yapmaya ve haklılığını göstermeye teşvik ettiği için işçinin kendi üzerine yoğunlaşmasına sebep olur. Ayrıca mektubun gönderileceğine dair bilgisinin ve izninin olduğunu belirtmesi ikilinin ilişkisindeki hiyerarşiye de dikkat çeker (2014, s. 116-122).
Derginin editörü, sahip olduğu özerk otoriteyihatırlatmakiçin ters yanıt tekniğini kullanarak şöyle bir yanıt vermiştir: “... biz mümkün olduğu kadar yazarlarla hakemleri buluşturmaya ve yazarların çalışmalarındaki varsa eksikleri alanında uzman hakemlerin önerileriyle tamamlanması için elimizden gelen gayreti göstermeye çalışıyoruz. Bazı hakemlerden sizin işaret ettiğiniz gibi yazarın akademik yetkinliğini de sorgulayan geri dönüşlerle karşılaşabiliyoruz. Bahsettiğiniz hakem raporu tarafınıza hakemin değerlendirmeleri nispeten yumuşatılarak ulaştırılmıştır. Ancak bizden istediğinizin ne olduğunu tam olarak anlamış değilim. Raporun içeriğini size ulaştırmamamız mıdır? Hakem çalışma hakkında ne düşünüyorsa o değerlendirmeyi makalenin yazarına ulaştırmaktır bizim yükümlülüğümüz. Bu değerlendirmeleri ulaştırmazsak da neye istinaden çalışmanızın reddedildiğini soracaksınız haklı olarak. Ben kişisel olarak hakem ya da hakemlerin çalışmanıza yönelik yapıcı eleştirilerini gözönünde bulundurup sizin “rencide edici” olarak bulduğunuz değerlendirmeleri de kişisel almamanız yönünde bir tavsiyede bulunabilirim”.
Tam olarak nereden başlayacağımı kestiremesem de öncelikle hakem tarafından bana iletilen raporun, “yumuşatıldığına” yönelik ifadeyle derginin editörü benden teşekkür mü bekliyor, yoksa hakem yorumuna temas edip etik dışı ifadelerin olduğu gibi kalmasına ya da biraz hafifletilmesine vesile olduğu için aslında böyle bir yorumda kendisinin de katkısı olduğunu hatırlatmamı mı, bilemiyorum. Hakemlerden gelen yorumları yazarlara iletirken kullanılan dilin etik dışı, rencide edici, aşağılayıcı bir yanının olup olmadığını gözden geçirmenin ve varsa ortadan kaldırılması için müdahale etmenin derginin editörü olarak kendisinin sorumluluğunda olduğunu, eğer bu tarz ifadelerden arınamayacak bir yorumsa hakemin eleştiri sınırlarını aştığı konusunda uyarılması gerektiğini belirtmeme gerek yok sanırım. Bu arada atlamadan belirtmem gerekir ki, editör böyle bir ifade kullanarak, aslında “senin çok daha yetersiz olduğun söyleniyordu, ama buna biraz müdahale ederek makul düzeye çektik”, demeye getiriyor. O yumuşatmanın sınırı ne oluyor, ne seviyeye geldiğinde yazara gönderilmesinde bir beis görülmüyor bunu merak ettim doğrusu. Blackman'in Dodds'a mektubun gelmesine izin vermesi gibi editör de ifadelerin kendi süzgeçlerinden geçerek yazara ulaştığını hatırlatıyor ve tarafları duracakları yere çağırıyor. Cevapta dikkatimi çeken nokta ise editörün arada sırada böyle değerlendirme raporları aldıklarına yönelik kanıksamaları. Bazen böyle şeyler oluyor, idare edin diyor kısacası.
Derginin editoryal ekibinin yalnızca bir “aracı” olduğunu, “biz ne yapabiliriz ki” diyerek ifade eden dergi editörüne, bazı dergilerin kullandığı otomasyon sistemlerine geçmenin, editörlerin üzerlerindeki sorumluluğu bir parça azaltabileceğini hatırlatmak isterim. Yazar metnini yükler, hakem yorumunu. Başka bir deyişle, sen sağ, ben selamet!
Sennett'in yukarıdaki örneği yorumlarken kavramsallaştırdığı ters yanıt tekniğini kullanan editör, yazarı e-posta gönderdiği için kendini sorgulamaya davet etmiştir. Bu durum, kendi sorumluluğunu üzerinden sıyırıp “hakem yanıtlarını size göndermese miydik?” diye sormaya kadar uzanır. Blackmann'in “Bütün bunları neden anlatıyorsun bana?” sorusuyla büyük paralellikler içeren sorular, Sennett'in işaret ettiği gibi tartışmanın yükünü yazarın üzerine yıkar. Dodds ile Blackman'in görüşmesindeki gibi, Blackman dikkati kendi üzerine çekmek yerine, sürekli olarak Dodds'u kendi yanıtları, istekleri ve duyguları üzerine düşünmeye teşvik eder (2014, s. 119). Cevaba baktığımızda, hakem yanıtlarını ulaştırmasa bu kez yazarın bu durumu sorgulayacağını belirterek, yazara tavsiyelerde bulunur. Değerlendirmelere Makyavelci bir okumayla yaklaşmayı önerir, işine gelenleri al, diğerlerini görmezden gel! Garip olan yanı ise yazarın üzerinde durduğu “kişiselleştirme” vurgusunu kendi kavram setine katarak, yazara olumsuz değerlendirmeleri kişisel almaması yönünde tavsiyede bulunmasıdır.
Bu örnek olay, akademide yayın sürecinde yaşanan sorunların Türkiye ile sınırlı olduğunu düşündürmesin. Uluslararası dergilerdeki hakem süreçleri de ayrı sorunları barındırıyor içinde. Türkiye'den gelen bir metni okuyan hakemin, yazar(lar)ın argüman(lar)ını akademik verilerden ziyade dayanaksız kişisel bir iddia olarak değerlendirebilirken Batılı bir yazar için aynı beklenti içerisine girmemesi, Batı'nın üçüncü dünya ülkelerine bakışını yeniden üretmenin ötesine geçemiyor. Değerlendirdiği metni, akademik bir makaleden ziyade rapora daha yakın bulanlar (sonradan aynı makale South European Society and Politics dergisinde yayınlandı), değerlendirdiği makalenin temel kavramlarından bihaber olanlar, makale içerisinde geçen her kavramın uzun uzun açıklanması gerektiğini bekleyenler, referans verilerek eleştirilen bir yazarı savunmak adına, araştırmacıyı “...'in yazısında hiçbir şekilde böyle cinsiyetçi bir eda olmamasına karşın ...'i bununla eleştirmek yazarın kendi zihnindeki bir sorundur” diyerek yazarın ruh hâlini sorgulayanlar yalnızca benim hocalarım ve arkadaşlarıma gelen raporlardan okuyarak haberdar olduğum hakem yorumları.
Tüm bunlar aklıma Walter Benjamin'in, Pasajlar eserinde “Satürn’ün halkası, Satürn sakinlerinin akşamları hava almaya çıktıkları, dökme demirden yapılma bir balkona dönüşür” (2011, s. 95) cümlesini düşürüyor. Akademiyi Satürn'ün başına gelenlerden korumak için hepimize çok iş düşüyor. (LB/ÇT)
Kaynaklar
Benjamin, W. (2011). Pasajlar. A. Cemal (Çev.). İstanbul: YKY
Sennett, R. (2010). Kamusal İnsanın Çöküşü. S. Durak ve A. Yılmaz (Çev.). Üçüncü Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Sennett, R. (2014). Otorite. K. Durand (Çev.). Dördüncü Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları