"Siyasetçiler ülkeleri, din adamları da kiliseyi böldü" diyordu İran Ermeni Kilisesi'nin başkanı Başpiskopos Sarkisyan. Tahran'da Aziz Sarkis kilisesinin avlusunda başpiskoposla bürosunda tadı 40 yıl aklımda kalacak Lübnan kahvesini yudumluyoruz. Aziz Sarkis Kilisesi'nin görüntülerini bundan neredeyse 10 yıl önce İran'a geldiğimde bir televizyon programı için çekmiştim.
O zamanlar İran Ermenileri'nin varlığından bile fazla haberdar değildim. Şimdi ise Sayın Sarkisyan 1976'da daha genç bir din adamı iken atalarının memleketi Anadolu'ya gerçekleştirdiği seyahati anlatıyordu bana. Antep'ten yola çıkmış, Malatya, Harput üzerinden Erzurum'a kadar uzanmışlar ve eski Ermeni köyleriyle kentlerini ziyaret etmişlerdi.
Her seyahatte olduğu gibi onlara kapılarını, evlerini açan insanlarla da tanışmışlar ama jandarmaya Ermeni altınlarını aradıkları iddiasıyla şikayet de edilmişlerdi.
Başpiskopos Sarkisyan'a Türkiye'ye 70'lerden sonra dönüp dönmediğini soruyorum. 'Evet, tabii gittim!' diyor, 'Son olarak 2005'te Türkiye'deydim ve çok farkılaştığını gördüm, demokratikleşme hissediliyordu ve sivil toplumun güçlendiğini de fark ettim.' Sarkisyan'la diyaloğun önemi üzerine konuşuyoruz, Türkler'le Ermeniler'in bireysel düzlemde de tanışmasının, konuşmasının önemli olduğunu ve birbirimizin hikayelerini dinlememiz gerektiğinden bahsediyoruz.
Sarkisyan 'Anadolu'dan Fısıltılar ve Konuşan Fotoğraflar' isimli belgesellerimizden övgüyle bahsederken ben de onun fotoğraflarını çekiyorum. Odasında güzel dini motifler, eski fotoğraflar, tablolar ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinden artık yıkılmış manastırların canlandırmaları var...
Dışarıda avluda ufak bir soykırım anıtı da bulunuyor üzerinden karanfillerin eksik olmadığı. Hemen arkasında Aziz Sarkis kilisesiyle avlusunu gözleriyle süzen devasa bir Ayetullah Humeyni duvar resmi var.
Bugün İran İslam Cumhuriyeti'nde 75.000 Ermeni yaşıyor. Cemaatin çoğunluğu bundan yaklaşık 400 yıl önce Fars hükümdarı Şah Abbas tarafından bugünkü Ermenistan çevresinden bu topraklara yerleştirilmiş. Anadolu'da 1915 katliamlarından kurtulan az sayıda Ermeni de buraya yerleşmiş ve o zamandan bugüne kendilerine verilen kültürel ve dini haklarla mutlu mesut yaşamışlar.
Tahran'da beni misafir eden arkadaşım Rafi Pirumyan, 'Farsiler bize çok iyi davranıyorlar ve kültürel, dini özgürlüklerimiz yerinde' diyor. Tahran'da konuştuğum Ermeniler'in hepsi aynı şeyden bahsediyor, tabii ki İran'da toplumun her kesimini etkileyen siyasi ve sosyal problemlerden onlar da arada dem vuruyor ama Ermeniler'e yönelik bir ayrımcılığın olmadığını söylüyorlar.
1979'da Şah rejimi devrildikten ve Şeriat yönetimi göreve geldiğinden bu yana azalan bir Ermeni nüfusu söz konusu. Kaçan ve bir daha dönmeyenlerin tek şikayet ettiği şey rejimin zorluğu ve ekonomik problemler... Bugün İran ciddi bir ekonomik krizle baş etmeye çalışıyor. İşsizlik özellikle gençler arasında yüksek, demokratik gelişim ise tutucu yönetim tarafından geçen yıldan bu yana sert bir şekilde bastırılmış durumda.
Müslüman kadınlar gibi Hrıstiyanlar da başlarını örtmek zorunda ama artık 'hijab'ın sadece ismi kalmış... Bayanlar protesto olsun diye başlarının sadece üçte birini örtüyor, tepki vermek için saçlarını kırmızıya boyayan kadınlar sokaklarda dikkat çekiyor.
Tahran sokaklarında gezerken şehir mimarisinin ne kadar da Ankara'nın 1970'lerdeki haline benzediğini düşündüm. Devasa şehir bugün güneyindeki fakir semtleriyle birlikte 15 milyon insanı barındırıyor. Güneydeki gecekondu mahalleleri ve yeni apartmanlar, Başkan Ahmedinecad'ın da oyları topluca aldığı fakir ve tutucu kesimin kalesi. Köy ve kasabalardan Tahran'a göç eden fakir kesime hizmet ederek belediye başkanlığına, ardından da İran İslam Cumhuriyeti'nin başkanlığına uzanan hem uzun hem de kısa bir yol... Tahran, tozun farklı tonlarına boyanmış ve sokaklarında ilginç siyasi ve sosyal kamusal sanat eserlerinin izlenebildiği bir şehir. Acemler, ince sanatın en güzel örneklerini vermiş ve Arap alfabesinin de en etkili kaligrafi sanatını sergilemiş uluslardan biri.
Güney-Kuzey ekseninde uzanan devasa şehir Tahran'ın kuzey mahallalerinde gökdelen ve yeni toplu konut inşaatları göze çarpıyor. İran, bölgenin en büyük ekonomik unsurlarından biri; Çin, Rusya ve Venezuella gibi ABD karşıtı ülkelerle yaptığı ticari anlaşmalarla alternatif bir güç ekseni kurmaya çalışıyor. Tahran'ın toplu konut, metro ve yol inşaatlarında hep Çinli şirketlerin imzası görünüyor proje levhalarında.
Ülkenin Orta Doğu'da Suriye, Lübnan gibi ülkelerle kurduğu sosyo-ekonomik, askeri ilişkilerini ve Basra Körfezi kıyılarında etkilediği büyük Arap Şii nüfusunu da gözardı etmemek gerek... Akşamüstüne doğru şehrin sokakları kıpırdamayan trafiğiyle İstanbul'u ve Kahire'yi anımsatıyor bana. Yol kenarlarında dolmuş ve otobüs bekleyen insanlar arasında çalışan kadın nüfusunun çoğunluğu dikkatimi çekiyor.
İran kadını kapalı olmasına rağmen sergilediği moda anlayışı ile izleyenleri büyülüyor. Zaman zaman Türk modern mahreminin Tahran'a moda anlayışını geliştirmek için tur düzenlemesi gerektiğini de düşünür hale geliyorum.
Şehrin kuzeyinde Vanak meydanından sağa dönüyor, zengin mahallelerin arasından geçerek Ararat Kültür Merkezi'ne varıyoruz. Burası yüksek duvarlarla içinde bulunduğu mahalleden ayrılmış, kendi içinde bambaşka bir dünya barındıran İran Ermenileri'nin sosyalleştiği, spor yaptığı, kültürel organizasyonlarını gerçekleştirdiği devasa bir kompleks. 1954'te kurulan merkez, Tahran Ermeni cemaatinin nefes aldığı, kadınlarının da başörtüsüz dolaşabildiği yegane yer. Ararat, aynı zamanda Ermeni gençliğinin kendi tarihlerini öğrendikleri yer. 1979 sonrasında Los Angeles'a göç etmiş bir Ermeni arkadaşım Ararat'ı duyunca şöyle diyor: 'Orada yüzmeyi ve Ermeni olmayı öğretmişlerdi bana'.
Futbol sahasının kenarından yürüyerek Ararat'ın güney kısmında 'Anadolu'dan Fısıltılar ve Konuşan Fotoğraflar' belgesellerimizin gösterileceği açık alana ulaşıyoruz. Bu, diyasporaya 'Müslümanlaşan Ermeniler'le ilgili hikayemizi göstereceğimiz üçüncü seyahat. Konuklar arasında Acemler de var, onun için Ararat ekibi haftalar öncesinden iki belgeselin de Farsça altyazılarını hazırlatmış. Sıcak, dostane bir karşılama bekliyor beni, gözlerde ise 'Türk belgeselci bu mu?' sorusunun meraklı yansımaları var. Toplam 400 kişi o akşam gösteriye geliyor, onlarca kişi yanıma gelip tanışmak, bağlantı kurmak istiyor. İlginç kişiliklerden birisi de Ermenistan'ın Tahran Büyükelçisi...
Büyükelçi Kirkor Arakelyan'ı Ermenice 'Barev' diyerek selamlıyorum ve sohbetimize İngilizce devam ediyoruz. Büyükelçi ısrarla Türkçe konuşmaya çalışırken dilinde Azeri lehçesini seziyorum. Bu sefer, Azerbaycan'da öğrendiğim Bakü Azericesiyle büyükelçiyle konuşmamıza devam ediyorum.
Arakelyan, Tebriz'de doğmuş bir eski İran vatandaşı. Mahallesinde Azerice konuşarak büyümüş, bana Ermenilerin İran Azerileriyle ne kadar da dostane ilişkiler içinde olduğunu anlatıyor. Azerice'nin müzikal ve şiirsel konuşurken Türkler'le Ermeniler'in birbiriyle sohbet etmesinin, birbirini tanımasının ne kadar da önemli olduğundan bahsediyoruz. Politika bir yanda dursun insanların yüreğindeki sınırları açmak ve kırmak kolay diyor Büyükelçi Arakelyan.
400'e yakın konuk akşam karanlık çökünce kurulan açıkhava sinemasında 'Anadolu'dan Fısıltılar ve Konuşan Fotoğraflar'ı izlerken ben de arkama yaslanarak yüzlerinde oluşan tepkileri ve ifadeleri seyrediyorum. Başpiskopos Sarkisyan sessizce masaya ellerini dayayarak belgeseli izliyor, Büyükelçi Arakelyan ise arada eşine bir şeyler fısıldıyor.
Türkiye'de 1915'ten sonra kalarak müslümanlaşan Ermeniler, buradaki cemaat için yepyeni bir öykü ancak görüntüleri izlerken belgeselin farklı unsurlarına empatiyle bakıyorlar. Yakın bir coğrafyada yaşıyor ve benzer bir kültürün ortak mirasina sahip olmak, belgeseli izlerken onlara yardım ediyor.
Toroslar'da gizli kalmış Geben kasabasındaki öyküyü ve köy düğününü izlerken yer yer eğleniyor, zaman zaman da başlarını sallayarak üzüntüye dalıyorlar. 42 dakikalık Anadolu'dan Fısıltılar bittikten sonra sadece 14 dakika uzunluğundaki Konuşan Fotoğraflar'ı seyrediyor ve sonuna doğru da göz yaşlarını tutamıyorlar.
Memleketini terk etmek zorunda kalmış bir insanın öyküsü ve geçmişini arayışının hazin hikayesi, İran Ermenileri'ni de gözyaşlarına boğuyor. Kimbilir belki onlar da bir gün bu ülkeden çıkmak zorunda kalabilecekleri ihtimalini hep akıllarının bir köşesinde tutuyorlar.
Belgesel bittiğinde izleyicileri kısa bir Ermenice ve Farsça konuşmayla selamlıyor ve belgesellerin isimlerine dikkati çekiyorum. İlk belgeselimiz fısıldarken, ikincisi konuşuyor, işte Türkiye'nin son yıllarda geçtiği zorlu ama dinamik yol da böyle. İranlı izleyicilerime, Türkiye'nin de değişmeye başladığını, 1915 gibi meselelerin artık konuşulabildiğini söylüyor, sivil toplumun geliştiğinden bahsediyorum. Ardımdan konuşan Başpiskopos Sarkisyan uzun hutbesinde Türkiye'nin daha olumsuz bir resmini çiziyor, sabah kahvesini içtiğim misafirperver papaz, kitlesinin önünde gerçek bir siyasetçiye dönüşüyor. Diyaloğun öneminden bahsetmek yerine, Ermeni cemaatinin hafızalarındaki klişeleşmiş Türk Devleti imajını güçlendiriyor. Masada etrafımda oturan konuklardan bazıları bir ona, bir de bana ironiyle bakarak dinliyorlar konuşmayı. Sabah içtiğim acı Lübnan kahvesinin tadını anımsıyor ve Sarkisyan'ın bana söylediği cümleyi tekrarlıyorum:
"Siyasetçiler ülkeleri, din adamları da kiliseyi böldü" demişti başpiskopos aynı günün sabahında...
Bugünlerde kimin kimi böldüğünü derin bir şüpheyle düşünürken, Türkler ve Ermeniler'in kronik halini gözümün önünde seyrederek ben de üzüntüye dalıyorum. Geçen yüzyılın başında insan kitlelerini kışkırtan imamları ve papazları düşünüyorum...
Sonsuza dek 'Bizi arkadan bıçaklayan Ermeni' ve 'Katıl Türk' imajından acaba kurtulamayacak mıyız diye iç geçiriyorum ve aklıma bir dizi yeni soru geliyor: 'Birbirimizin acısını dinleme olgunluğuna acaba ne zaman ulaşabileceğiz?', 'Bir tek bile Ermeni veya Türkle tanışmadan 20. Yüzyılın başında bizi ayıran şeyleri unutmayarak yüzlerce yıl da ortak bir yaşam sürdüğümüzü nasıl anımsayacağız?', veya 'Öteki' denen o içimizdeki klişe düşmanı bırakıp, sivil bir toplumun bireyleri olarak ne zaman bağımsız adımlar atabileceğiz?..
Tahran'a yaptığım kısa ama yoğun seyahatin son gecesinde arkadaşlarım Lusin, Rafi, Nayiri ve Sasun beni açıkhavada güzel bir 'Sofrahane'ye götürüyorlar. Türkçe, Ermenice ve Farsça'nın ortak kelime haznesinden ve benzerliklerinden söz ediyoruz, yanımıza gelen satıcıdan Şah Dönemi'nden kalan ve bugünlerde yasaklı kadın şarkıcı Suzen ve Guguş'un CD'lerini alıyor, Tarkan'dan, Sezen Aksu'dan ve Manga'dan bahsediyoruz.
Onlar gülüşerek kız erkek ilişkilerinden komik hikayeler anlatırken ben de İstanbul'un eğlence hayatından söz ediyorum, hayranlıkla dinliyorlar. Manga hayranı arkadaşım Sasun'a bir de Sertab Erener'i dinlemesini salık veriyor, İstanbul'da her yıl rock ve heavy metal festivalleri düzenlendiğini anlatıyorum...
Etrafımızda oturan diğer konukların dedikodusunu yapıp, kimin ne giydiğinden, kızların erkeklerin elini nasıl da rahatça tuttuğundan söz ederken birbirimizi aslında ne kadar da az tanıdığımızı itiraf ediyoruz...
Hoş sohbetimiz, 1915, soykırım, katliamlar ve politikadan pop müziğe, sinemaya, ortak yemeklere ve seyahat etmenin cazibesine akıyor. Güzelim Tahran'dan ayrılırken orada edindiğim yeni Ermeni arkadaşlarımı İstanbul'a, onların değimiyle Bolis'e davet ediyor, yakın zamanda gelmelerinin de sözünü alıyorum. Çünkü daha konuşacak çok şey var. (MB/EÜ)
_________________________________________________________________________
* Mehmet Binay, belgesel yapımcısı